Hem Çocuğum, Hem Babayım

Hem Çocuğum, Hem Babayım

Kundağa düştüğüm andan itibaren üzerimde bir gölge olduğunu ve bu gölgenin yaşadığı sürece, yaşadığım sürece beni koruyacağını hissetmiş bir bebeğim.
Düşerken “Anne!” diye bağırsam da, düşmeme neden olan adımlarımı atarken babasına güvenmiş; düştüğümde onun kaldıracağına inanmış bir çocuğum.
En çok annemi sevsem de, en çok babama güvendiğim; asla yıkılmaz, asla yenilmez, asla yanlış yapmaz, asla yalan söylemez, asla parasız kalmaz, asla hayır demez diye inandığım, en kahraman babanın çocuğuyum.
İyi yetiştirmeye fazlaca kafa yormaktan sevmeye, sevgisini göstermeye fırsatı olmayan, gözyaşlarını göstermeyen, beni uyuduğumda öptüğünü annemden duyduğum; annemin “yaptıklarını akşam gelince babana söylerim” diyerek korkuttuğu, korkulası varlık babamın küçük çocuğuyum.
İsteklerimi doğrudan söyleyemediğim, annem aracılığıyla iletişim kurduğum “yüksek duvar”ın korkak çocuğuyum.
Babasına karşı hala içinde söyleyemediği şeyler olan, anne-baba çekişme ve çatışmalarında annesinin safında olan, sürekli doğru olma adına yaşamımı kısıtlayan, özgürlüğümü daraltan babasına biraz kırgınlık, biraz öfke, biraz nefret taşıyan; delikanlılık ve gençlik çağlarında çoğu zaman “iki yabancı” gibi duran bir haylazım.
Kuşak çatışmaları yaşayan, babasından çekinen; eleştirilmekten korktuğu için aynı ortamdan kaçan bir “zamane genci”yim.
Hayatının önemli kararlarında başka türlü düşündüğü için babasıyla yıldızı bir türlü barışmayan, “artık kocaman adam oldum” diye rest çeken bir küçük adamım.
………………………………………………………………………………………………..
Bir gün aniden kucağına bir kundak uzatılıp, “artık baba oldun” dedikleri an baba olduğuna inanan; baba olmanın anne olmak gibi doğal bir duygu olmadığını, zaman ve emekle bir anlam bulduğunu öğrenen; ama iyi bir baba olmanın nasıl bir şey olduğu konusunda bir fikri olmayan bir şaşkınım.
Çocukların gözüyle, anne gibi aile çekirdeğinin merkezinde olan değil, “dışarıdan” gelen yabancıyım.
Dünyaya gelişleriyle birlikte büyük sorumluluklar yüklenen ve bu durumdan hiçbir zaman şikayet etmeyen, her isteklerini mutlulukla yerine getirmeye “çalışan”larıyım.
Çocuklarının çocukluklarında, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, en doğrusunu söyleyen erken zaman efsanesiyim…
Başı sıkıştığında sahip çıkacağı “arkası”yım…

Yürek meselelerini anneye bırakıp mantık meselelerine ömür harcadığım, “doğru yaşama kılavuzu”yum. Doğru kılavuz olmak için insanüstü güçlüymüş gibi görünen, hiç yorulmayan, hiç yıkılmayan, hiç yenilmeyen, hiç yalan söylemeyen, hiç sözünü yemeyen, hiç parasız kalmayan, hiç yok demeyen “kahraman”larıyım.
Çocukları adam edeceğim konusuna fazlaca kafa yormaktan sevmeye, sevgisini göstermeye fırsatı olmayan, gözyaşlarını göstermeyen, uykularında öpen; annelerinin “akşam gelince babana söylerim” diyerek tehdit ettiği, korkulası varlığım.
İsteklerini doğrudan söyleyemedikleri, anneleri aracılığıyla iletişim kurdukları “duvar”ım.
Oğlumun ilk arkadaşı, kızımın ilk sevdiği adamım.

Babası öldüğünde ağacının gölgesinden mahrum kalmış, kendini sessiz, savunmasız bir orduda askere alınmış gibi hisseden bir “yetim”im. O an çocukluğunun bittiğini, büyüdüğünde, evden ayrıldığında, evlendiğinde değil; babadan koptuğunda öğrenmiş korumasız, gölgesiz ve kimsesizim.
Daima en uzağa bakan, çoğu zaman dalıp giden, neyi düşündüğünü söylemeyen; zamanla anlaşılacağını bekleyen “anlaşılmaz” bir varlığım.
Baba olduğunda babasını daha iyi anlayabilmiş, babalığın çoğunu da babasından gördükleriyle öğrenmiş bir acemiyim.
Çocuklarımın limitsiz kredi kartları, sorgusuz sponsorları ve yaşam kılavuzlarıyım.
Dara düşen kızı için kapıyı kapatmayan, gülüne su veren “baba evi”yim.
Allah Baba, Devlet Baba gibi adaletinden medet umulan, başları sıkıştığında kudretine sığınılan, çocukların yaslandığı “dağ”ım.
Hayatın yükü, çocukların yükü, eşin yükü, işin yükü, ekmek parasının yükü, baba olmanın yükü, adam olmanın yükü derken, erken yaşta beli bükülen “babalık”ım.
Gücü tükendiğinde, parası kalmadığında, işe yaramadığında itibarını yitirmiş bir “iskele babası”yım.
Ama her yorgunluğuna, her yanlışına, her telaşına, saçlarımdaki her aka karşın, dünyanın en şanslı, en mutlu ve büyük ödüllü insanıyım; çocuklarımın babasıyım.
Babalar Günü’nüz kutlu olsun.

Saygılarımla

Nejat Gümüş

Atları Da Vururlar!…

Atları Da Vururlar!…

Babamın bir atı vardı… Yarış atı. Urfalı’ydı adı. Bizim olmadan önce de adı böyleymiş, biz de Urfalı olarak kabul ettik.
Çocukluğumun memleketi Zonguldak’tayız o yıllar… Urfalı mahalli yarışlara katılıyor, ben de babamın heyecanının onlarca katı bir heyecanla bu yarışları takip ediyordum. Her yarışta, her yarış kazanış ya da kaybedişte benim atlara, at yarışlarına olan tutkum giderek artıyordu. Ve kazanmaya karşı olan hırsım da…
Bilirsiniz, insan sahip olduklarıyla kendi egolarını yaşar ve yaşatır. Tuttuğu takımın, desteklediği sporcunun, bahse girdiği atın kazanması onun kazanmasıdır çünkü. Yoksa bu tutku başka türlü anlatılacak gibi değildir. Dışarıdan baktığınızda “kime ne”dir Beşiktaş’ın şampiyon olmasından… Fenerbahçe ya da Galatasaray birinci geldiği zaman cebimize para mı girecektir? Bize kupa mı vereceklerdir? Futbolculara dağıtılan milyonlarca primin bir kısmını bize mi dağıtacaklardır?.. Tabii ki hayır! Ama bundan daha büyük bir zevk, parayla asla satın alınamayacak olan keyif vardır işin ucunda. Kazanma keyfi.
Kazanma keyfi öyle dipsiz bir kuyudur ki, ne dur’u vardır, ne durağı. Yetinmez insan… Şampiyon olur takım, öteki kupaya da gözünü diker. Üç yıl üst üste şampiyon olsa, Avrupa’nın da şampiyonu olmak ister. Para kazanmak da böyle bir şeydir. Evinizi ya da arabanızı almak yeter mi, asla! Öyle olsaydı başta Koç ve Sabancı ailesinin fertleri olmak üzere pek çok zengin işadamı emekli olur, çalışmadan bir ömür boyu varlık içinde yaşarlardı. Ama mesele paraya sahip olmak değil, para kazanma zevkinden mahrum olmamaktır.
Çocukluğumu anlatıyordum, atları, Urfalıyı… Bir de yakın arkadaşım vardı. Onlar da bir yarış atına sahiptiler… Onların atı da yarışırdı Urfalı’nın katıldığı yarışlarda. Arkadaşımdı, birçok şeyi paylaşıyorduk ki, bu konu üzerine daha fazla konuşur olduk. Atlar ve at yarışları en büyük ortak konumuz olmuştu… Fakat sonra biz kontrolden çıktık; nerede, ne zaman bizi yakalayacağını kestiremediğimiz bir rekabete, gizli ya da açık bir kıskançlığa tutulduk. Bizim atımız yarış kazandığında o, onların atı kazandığında ben kötü oluyordum. Yarışı kazanan atın başarısını kıskanmakla sınırlanmıyordu olay; arkadaşımı, onun ailesini de kıskandığımı fark ediyordum. Muhtemelen o da aynı duygular içerisindeydi. Yani artık çocukluğumuzu bıçak sırtında keskin duygularla yaşamaya başlamıştık…
Bir yarışta bizim atımız Urfalı talihsiz bir kaza geçirdi. Ayağı kırılmıştı. Böyle durumlarda ne yapıldığını ilk kez o zaman anlamıştım. Ne yazık ki Urfalı’yı vurdular.
Zaten bu yöntem dünyanın her yerinde bir gelenekmiş ve “Atları da Vururlar” sözü işte bu yüzden söylenirmiş…
Yıllar sonra aynı isimle bir film izlemiştim. Zamanın ünlü yönetmeni Sydney Pollack’ın yönettiği ve Jane Fonda ile Michael Sarrazin’in başrollerini oynadığı bu film büyük yankı uyandırmış ve tam 9 dalda Oscar adayı çıkarmıştı…
Urfalı’nın ölümünün etkisini uzun süre atamamıştım. Zamanla hayat hepimizi başka yerlere savurdu. Başka uğraşların, başka tutkuların peşine takıldık. Yetişkin bir insan olduğumda, hele de bir erkekseniz, hayattaki en büyük uğraşınız işiniz oluyor kuşkusuz… Rızkını kazanmakla başlayan bu süreç hayat boyu devam ediyor. Önce kendinden başlayan ve sonra sorumlu olduğunuz ailenizi, çocuklarınızı, başka insanları da düşündüren “daha iyi bir yaşam” hedefi üzerine kurgulanıyor. Hep daha iyisini arıyorsunuz. Başlangıçta ekmek parası diye yola çıkıyorsunuz, sonra o ekmek parasını pasta parasına yükseltiyorsunuz. İnsan bu, ihtiyaçlar da bitmiyor; daha iyisini, daha fazlasını isteme arzusu da…
Rekabete dayalı iş dünyasında bu ekmek kavgası daha amansız bir uğraşa dönüşüyor. Sizin yaptığınız işi yapanlar daha ucuza yapmak ya da daha iyisini yapmak gibi tehditler getiriyor. Onlarla mücadele etmeniz gerekiyor. Rakipleriniz oluyor. Kimileri fiyat kırıyor, kimileri yeni teknolojiler kullanarak daha iyisini ve farklısını ortaya koymaya başlıyor. Bu yarışta kaybedenlerden olmak istemiyorsunuz. Elinizden ekmeğiniz alınsın istemiyorsunuz. Asılıyorsunuz işe. Kendinizi ve işinizi sürekli geliştirmek zorunda oluyorsunuz.
Bazen haftalar boyunca uğraştığınız, almak istediğiniz bir işi son anda başka biri alabiliyor ve sizin için gerçek bir hayal kırıklığı oluyor. Moraliniz bozuluyor doğal olarak. Sonra kim bunu alan diye merak ediyorsunuz. Bir isim öğreniyorsunuz, sonra o isme sinir oluyorsunuz. Kıskanıyorsunuz. Gizliden gizliye düşmanlık besliyorsunuz. Hırslanıyorsunuz!..
Hırs, elbette ki doğru yönde kullanılırsa, insana başarmak için itici güç oluşturuyor. Kazanmak için yeterli hırsa sahip olmanız gerekiyor. Ama bir de hırsının kurbanı olanlar var. O hırsı kendini ya da işini geliştirmek için kullanmıyor. Yanlış ve hileli yollara sapıyor. Rakibini baltalamayı, işine engel olmayı düşündürüyor. Düşündürmekle yetmiyor, icraata geçiriyor. Belki rakibini kötülemeye başlıyor piyasada. Belki fiyat düşürmeye, belki rakibinin en iyi elemanını çalmaya, aklını çelmeye çalışıyor. Daha bir sürü şey… Yani sözün kısası, kalbine kötülük giriyor. Bu hırs onu öyle bir kontrolden çıkarıyor ki, artık yapamayacağı şey kalmıyor.
Duymuşsunuzdur, favori atın zehirlendiğini, şike ve teşvik primleri verildiğini, hakemleri etkilemeye çalışıldığını… Ve daha nice olayları… Hepsi suyun akışını değiştirmek, kendi taraflarına akmasını sağlamaya çalışmak için…
Yani, Urfalı öldürülse de yarış devam ediyor. Başka at sırtlarında, başka kulvarlarda, başka rakipler yaratarak…
Yarışa varım! Yeter ki mutlu olmayı, güzellikleri göremeyecek, yaşamdan ılık bir rüzgara karşı bir bardak çay içmenin keyfini esirgeyecek kadar yoğun bir hırs, sürekli bir mutsuzluk ve tatminsizlik hali olmasın…
Yeter ki, “aslolan yaşamaktır, güzel yaşamaktır” fikri unutulmadan yarışılsın.
Ve en büyük yarışın kendimizle yarış olduğunu unutmadan. Kendi bilgimizle ve kendi egomuzla…
En büyük mutluluğun kazanmak değil, yarışmak olduğunu da aklımızdan çıkarmadan…
Atlara kıymadan!..

Saygılarımla…

Nejat Gümüş
İstanbul, 28 Ocak 2014

Aldım Verdim,Ben Seni Yendim!

Aldım Verdim,Ben Seni Yendim!

Sevgililer Günü yaklaşıyor ve sevgililer birbirlerine hediye alma telaşındalar şimdiden. Her yıl tekrarlanan bu seromoni gitgide kasmaya başlıyor. Bu sefer ne alsam?.. Hele de sıra dışı duyguları sıradan hediyelerle tartmak istemeyenler için gerçek bir kafa yoğunluğu…
Bizim zamanımızda sevgililer günü yoktu ama özel günlerde alınan verilen hediyeler belliydi. Kitap ya da plak. Öyle ya, bir duyguyu, yaşananları ya da yaşanacakları en iyi, en etkili biçimde ya kitaplar anlatır, ya müzikler dile getirir. Mesela, siz sevgilinize belki değerli bir çift kol düğmesi alacaksınızdır, biz Barış Manço’nun Kol Düğmeleri plağını alırdık. Siz pırlanta hediye edeceksinizdir, biz Barbara Cartland’ın Gökteki Yıldızlar isimli kitabını hediye ederdik. O zamanlar ülkemiz bu kadar paraya düşkün değildi. Bizim sizinki kadar takılarımız, aksesuarlarımız, elbiselerimiz yoktu. Ama bizim daha güzel şarkılarımız vardı. Daha güzel şiirlerimiz, romanlarımız vardı. Daha sıcak filmlerimiz, sobalı ama daha sıcak evlerimiz vardı. Daha küçüktü belki hayatlarımız ama daha büyük hayallerimiz vardı. Sahip olduklarımızdan da sizler kadar çabuk sıkılmıyorduk. Gömleklerimiz, pantolonlarımız ve ayakkabılarımız dostluklarımız kadar uzun ömürlüydü. Başparmağı delinen çoraplarımızı annemiz diker, giymeye devam ederdik. Dizleri aşınan pantolonlarımıza dizlik eklenir, bu sefer oyun oynarken giyerdik. Küçülen kazak ve gömleklerimizi kardeşlerimiz kullanırdı. Oyuncaklarımıza gözümüz gibi bakardık. Çünkü attığımızda yenisini alma lüksümüz yoktu. O yüzden oyuncaklarımızla duygusal bağ kurardık. Kız çocukları bebekleriyle dertleşir, biz arabalarımız ya da su tabanlarımızla uyurduk. Genellikle tüm çocukların elbiseleri gezmelik ve gündelik diye ayrılırdı. En yeni ve cicili elbiselerimizi her gün giyemezdik. Şimdi öyle değil. Özellikle çalışan anne ve babalar çocuklarına hemen her çarşıya çıktıklarında oyuncaklar alıyor. Yenisi gelince çocuk, eskiyle ilgilenmiyor. Bu yüzden sahiplenme, koruma gibi duyguları gelişmiyor. Pedagoglara bakılırsa, çocukların eşya ile olan ilişkileri ileride insanlarla olan ilişkilerine yansıyormuş. Çok oyuncağı olan çocukların uzun süreli ilişkileri iyi gitmiyormuş. Çabuk sıkılıyorlarmış.
Aslında hediyeye hangimiz hayır deriz ki! Hediye almak alan için, hediye vermek de veren için güzel duygular yaşatır. Bir nevi değer vermek anlamına geliyor. Sorun şu ki, hediye geleceğini bile bile hediye aldığınız zamanlar mı daha mutlu olursunuz, hiç beklemediğiniz zamanda yapılan hoş bir sürprizde mi?.. Göstere göstere doğum gününüzün kutlanması mı sizi heyecanlandırır, asla aklınıza gelmeyen bir zaman ve mekanda hatırlanmak mı?.. Ya da hediye paketini aldığınızda içinde ne olduğunu bilmek mi, çıldırasıyla bir merakla paketi açmaya çalışmak mı?
Yani çoğu zaman iş çığırından çıkıyor. Hediye hediye olmaktan ziyade, bir duyguyu özelleştirmekten çok güç gösterisine dönüyor. Hediyenin kendisi, anlamından daha fazla değer taşıyor. Bu da insanları daha maddeci, daha yüksek beklentili yapıyor. Ya da ilişki almak-vermek olarak sürüyor.
Hep bir şeyler talep etmeyi, hep birinin kalbine ya da hayatına girmek için onun başını döndürecek hediyeler vermeyi beynine kazıyorlar insanların… Yani artık “iki gönül bir olunca samanlık seyran” olmuyor!.. Talepler çok fazla…
Sevmek, yalnızca almak/vermek midir, sevgili dostlar?..
Çocukluğumuzun oyunundaki “aldım-verdim, ben seni yendim”in oyundan çıkıp hayatın kendisi olması mıdır? Satın alarak ve bunu vererek yener mi insan?
Sevgi bir tür alışveriş midir? İki insan arasındaki ilişki “almak” ve “vermek” üzerine midir? Bu hep böyle midir?
Peki can veren, kan veren, süt veren, emek veren, uyku veren, zamanını veren anne el kadar yavrusundan ne alır ki?
Altı delik ayakkabısına aldırmadan cebindeki son kuruşu çıkarken eve bırakan baba, o çalışmayan eşten/çocuklardan ne bekler ki?
Hani o unutulmaz filmin repliğindeki gibi “sevgi emektir” nerde kalıyor?.. Emek yalnızca para mıdır? Sabretmek, beklemek, uğruna gözyaşı dökmek, kıskanmak, ertelemek, sıkıntıya katlanmak, susmak, hasta başında beklemek, saçlarını okşamak, gözlerine bakarak “seni seviyorum” demek… Bunların bir anlamı yok mu?
Sevmek, aynı zamanda vazgeçmektir. Bir kişi için dünyadan, başka hayatlardan, başka fırsatlardan, başka tenlerden vazgeçmektir.
Sevmek bir yürek işidir ve vicdanda olan şeyin değerini cüzdan belirleyemez.
Hızla kirlenen dünyada bari sevgileri kirletmeyelim. Duygularınızla oynatmayın, ona değer biçmeyin. Yüksek makamların hafif başları döndürmesi gibi, pahalı hediyeler de ucuz kalplerde taht kurar.
Bazen bir çiçek de işinizi görür diyeceğim ama, çiçekler de en çok bahçelere, toprağa yakışıyor. Canlısı daha güzel.
İçten bir gülümsemeyi deneyin. Onu anlayacağınıza, dinleyeceğinize, üzmeyeceğinize söz verin.
Bundan iyi hediye mi olur!
Gününüz kutlu, yüreğiniz aşk dolu olsun.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
İstanbul, 8 Şubat 2014

En Büyük Hediye,Mutlu Bir Yaşamdır,Yeğen!…

En Büyük Hediye,Mutlu Bir Yaşamdır,Yeğen!…

2013 yılını da geride bırakıyoruz. Yeni yıldan hepimizin kişisel ya da ortak beklentileri var. Kimimiz iş, kimimiz para, kimimiz sağlık, kimimiz ise sadece küçük bir huzur istiyoruz. Neyi önemsiyorsak, neyi en çok istiyorsak. Ya da neye ihtiyacımız varsa!..
Geride bıraktığımız yıl kimilerimiz için yeni başlangıçlara, yeni mutluluklara, yeni kararlara fırsat tanıdı; kimilerimiz için ise yeri doldurulamayacak kayıplarla geçti.
Hayat bu! İyisi ile, kötüsü ile her şey bizler için.
Ne yaşarsak yaşayalım mücadele ve yaşam tutkusu devam edecek, etmeli de… Hayat şöyle bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçtiğinde görüyoruz ki, neler yaşamamışız!.. Bizler annemizi-babamızı kaybettik. Çocuğumuz doğdu, kucağımıza aldık. Bir imza ile yeni bir hayata, bir başka imza ile yeni ortaklıklara/anlaşmalara adım attık. Düştük, kalktık; işsiz kaldık, iş bulduk. Yükseldik, büyüdük. İhtilaller gördük, devrimler duyduk. Her sabah gazeteyi açtığımızda, “Aaa, yok artık!” diyeceğimiz öyle haberler okuduk ki…
Film şeridi dedim de aklıma geldi, bazen bir filme tutunduk, bazen de bir şarkıya emanet ettik duygularımızı… Şairin “dünyayı güzellik kurtaracak” dediği gibi, bizi de içinde bulunduğumuz hallerden güzellik kurtardı hep. Ya bir çift güzel göz, ya bir tatlı söz, ya bir çocuğun “baba” deyişindeki masum güzellik, ya duygulu bir şarkı, ya mutlu sonla biten bir film.
Kiltaş, faaliyet alanı sanayi sektörü olsa da yüzünü hep sanata dönüyor. Çünkü biliyor ki, tüm bu iş dünyasının kavga ve kargaşasından bunaldığımızda huzur bulacağımız yer orası.
Onun için, hayatı biraz daha katlanır kılmak için, mesajlarımızda, yazılarımızda ve hatta hediye/promosyonlarımızda sanata ve sanatçıya yer veriyoruz. Bu bir anlamda, hani para kazanırsınız, iyi bir ev almak istersiniz ve evinizi ya maviye, ya yeşile bakan manzaralı bir yerde tercih edersiniz ya, onun gibi bir şey. Çünkü gözler güzel şeyler görmek istiyor. Çünkü gözlerin gördüğü güzellik sonra ruhları güzelleştiriyor, hayatı daha güzel görmemizi sağlıyor. Moral oluyor bir bakıma… “İyi ki yaşadım” diyorsunuz.
İşte biz de Kiltaş olarak, duvardaki takvime baktığınızda, hiç değilse günde iki kez birkaç dakika, tekrar fabrika bacalarını değil de, hafızalarınızdan silinmeyen bir film karesini görün, içiniz açılsın istedik.
“Yüzyılın Sanatçıları” konseptli ilk çalışmamız geçen yıl Türk Sanat Müziği teması ile başlamıştı. Orada müzik otoritelerince seçilen 12 sanatçı takvimimizi taçlandırmıştı.
Bu yıl da Türk Sineması temasını işledik. Öyle çok sanatçıyı sevmiş, benimsemişiz ki ne yaptıysak 12 tanesini seçemedik. Bir kısmını dışarıda bırakmaya gönüller razı olmadı. Sonunda hemen herkesin hemfikir olduğu 12 erkek ve 12 kadın sinema sanatçısı seçildi.
Önümüzdeki yıllarda Türk Halk Müziği, Türk Tiyatrosu, Türk Pop Müziği, Türk Edebiyatı temalı takvim çalışmalarımızı da ilgi ve hevesiniz sürdüğü müddetçe hazırlamak niyetindeyiz.
Takvimde de belirttiğimiz gibi, biz çok şanslı bir kuşaktık. Tek eğlencemiz sinemaydı ve sinemada hep iyiler kazanırdı. En yoksulu, en çaresizi de sonunda eğer yüreği temiz, niyeti iyiyse mutlaka kazanıyordu. Bu toplum olarak bize moral veriyor, böylece hayatta çok erkenden iyilerin safında yer almayı seçiyorduk. Öte yanda cesur, korkusuz, dürüst, namuslu, iffetli, güçlü, mert, dobra sinema karakterleri, karakterlerimizin gelişmesine katkıda bulunuyordu ve biz de doğru insanları idol olarak seçiyorduk. Bana sorarsanız, sinemamız bir aile gibi, bir okul gibi eğitimimize katkıda bulunuyordu. Bu yüzden sinemayı ve sinema sanatçılarını çok önemsiyorum.
Bu takvimde gördüğünüz sanatçıların bir kısmı hayatta değil ne yazık ki… Ayhan Işık, Yılmaz Güney, Cahide Sonku, Belgin Doruk, Sadri Alışık, Ekrem Bora, Kemal Sunal ve Adile Naşit aklıma ilk gelenlerden… Allah kalanlara uzun ömür versin, yaprak dökümü ne yazık ki devam ediyor; daha 2013 yılında yine ne değerlerimizi kaybettik. Sırf sinema dünyamızdan Metin Serezli, Alev Sururi, Kaynanalar dizisinin Nöri Kantar’ı Tekin Akmansoy, Gül Yalaz, yönetmen Şahin Gök ve büyük, çok büyük oyuncu Tuncel Kurtiz aramızdan ayrıldı.
Şimdi hepimizi televizyon ekranlarından Ezel dizisindeki “Dayı” karakteriyle büyüleyen Tuncel Kurtiz yaşasaydı, eminim ki şöyle derdi:
“Ölmek değil mesele… Mesele, unutulmak… Mesele, unutmak ve yalnız kalmak. Yalnız bırakılmak, yeğen!..”
Unutmadan, unutulmadan, yalnız kalmadan, kayıplar yaşamadan yaşayacağınız, tadı damağınızda bir 2014 yılı diliyorum.
Saygılarımla.

Nejat Gümüş
27 Aralık 2013, İstanbul

NELER OLUYOR HAYATTA!

Neler Oluyor Hayatta!

Şaşırdığımız, şaşkınlığımızı gizleyemediğimiz zamanda ağzımız bir karış açık olarak söylediğimiz bir sözdür: “Neler oluyor!”
Şöyle bir hayatımıza dönüp baksak, oradan da çıkıp şöyle dünyada neler oluyor bir hatırlamaya çalışsak, ne çok şeye alışmışız, ne çok şeyi dünyanın sonu gibi algılayıp da hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam etmişiz, bir hatırlamaya çalışsak… En çok buna şaşırırdık aslında.
Zaten şaşkınlık dediğimiz şey, bize tuhaf gelen şeylerle ilk karşılaşmamızdır. Bebeğimiz ilk adımlarını attığında, ağzından yarım yamalak ilk “ba-ba” sözcüğü çıktığında şaşırırız. Konuşmaya başlayıp da bir gün aniden boyundan büyük bir laf ettiğinde şaşkınlığımız bir kat daha artar. Barcelona farklı yenerse şaşırmayız da, yenilirse buna da şaşırırız. Köpek insanı ısırdığında değil, insan köpeği ısırdığında şaşırırız.
Şaşkınlığın yanında hayal kırıklığı yaşadığımız zaman da “neler oluyor” deriz; bu kez biraz daha içimiz acıyarak… Aslında hayal kırıklığı da bir tür şaşkınlıktır. Ummadığımız bir insandan beklemediğiniz bir davranış görmektir.
Hayat hızla kirlenirken, dünyada olan biteni hızla aktaran kitle iletişim araçlarını kullanırken artık öyle çok ve hızlı şaşırıyoruz ki, bir haberin şaşkınlığını tam da yaşayamadan başka bir şeye şaşırmaya başlıyoruz. Ve gün geliyor, hiçbir şey şaşırtmıyor artık bizi.
İster dünyaya hakim olmanın bilge kişiliği deyin, ister duyularımızı yavaş yavaş körleştirdiğimizi… Ama maalesef durum tam olarak bu!..
Mesela, bir arkadaşınızın yüzünüze karşı sizi eleştirmesi mi sizi şaşırtıyor, arkanızdan konuşması mı? Yani hangisine daha çok alışkınsınız?
Mesela, eşinizin kapıda gülümseyerek karşılaması mı sizi şaşırtıyor, gelmemişsiniz gibi davranması mı? Aylar sonra bir arkadaşınızın telefonla sizi aramasının devamında, “merak ettim, özledim, sesini duymak istedim” demesi mi sizi şaşırtıyor, “bana biraz borç verir misin?” demesi mi?..
Mesela, “Size hizmet için bu makamdayım. Siz emredin, neye ihtiyacınız varsa yapmaya çalışalım” diyen bir vali mi sizi şaşırtıyor, vatandaşına “gavat” diyen bir vali mi?
“Bir belediye başkanı yolsuzluk yapmış” haberi mi sizi şaşırtıyor, “devletin beş kuruşunu boğazından geçirmeyen belediye başkanı” haberi mi?
Mesela, “eşimi hayatım boyunca aldatmadım” diyen bir arkadaşınız mı sizi daha çok şaşırtıyor, “hafta sonu bir afetle tanıştım” diyen arkadaşınız mı?
İş görüşmesine gelen bir eleman adayının önce “iş”i sorması mı şaşırtıyor, yoksa “para”yı sorması mı şaşırtıyor sizi?
“Polis kadını saçından sürükledi” haberi? “Partiler milletvekili maaşına zam konusunda beş dakikada anlaştı” haberi? Kredi kartı borcu patlayan adamın köprüden atlaması? Çocuk yaşta bir kıza bir grup adamın tecavüz etmesi? Kaçırılan çocuğun katilinin yengesi çıkması? Hastanede parası yetmeyen hastanın rehin olarak tutulması? İstanbul trafiğinin tıkanması? Doğalgaza, benzin ve mazota zam yapılması? Kötü sesli şarkıcıların albümlerinin çok satması? Çocuklarının ilgisizliğinden huzurevine terk edilen anne-babalar? Doğu’nun köy yollarının bu kış da kapalı olacak olması? Turistlere ederinden pahalı ürün satılması? “Seviyordum, öldürdüm” diyen katiller? Zimmetine para geçirenler? Rüşvet alanlar? Torpil yapanlar? Gıdalarımıza hile katanlar? Daha sezonun ilk yarısı bitmeden en az on takımın teknik direktörünü kovması?..
Bunlardan hangisi şaşırtıyor sizi artık? Hangisi ilginç, eşine pek rastlanmamış bir olay gibi duruyor?
Ne çok her şeye alıştık, alıştırıldık değil mi?
İşte asıl “kirlilik” burada başlıyor. Her şeyi olağan görmeye, normalmiş gibi davranmaya. Tepkisizliğe.
Bir şeyleri değiştirme, bir şeylere karşı çıkabilme gücümüz bu yüzden yok. Bu yüzden bize sunulanlara idare ediyoruz. İşte bu yüzden “gelişmişlik” – “az gelişmişlik” ayrımı. Ötekiler var olanla idare etmediği, hep daha iyisinin olduğuna inandıkları için çalışıyorlar, direniyorlar, değiştiriyorlar. O yüzden ötekilerin uygarlık tarihine katkıları daha fazla. Telefonu da onlar icat ediyorlar, bilgisayarı da. Beş etkili diş macununu da onlar geliştiriyor, kırışıklığı geciktiren kremi de..
Daha iyisi her zaman vardır. Daha iyisini sürekli istemeliyiz. Buna hazır olmalıyız. Ama ondan daha önce, daha iyisini yapabilmeli, kendimizi geliştirmeliyiz. Daha iyi baba, daha iyi anne, daha iyi eş, daha iyi öğretmen, daha iyi başbakan, daha iyi temizlikçi, daha iyi insan olabiliriz. Böylece yaşam kalitemiz gelişir.
Yaşam kalitesi dediğimiz şeyi biraz da seçimlerimizin kalitesi gösterir. Zamanımızı nasıl geçiriyoruz, ilgi alanlarımız ne, kimleri dinliyoruz, hangi programları izliyoruz, kimleri seçiyoruz, kimi destekliyoruz… Çünkü bütün bunlara göre oluşturduğumuz bir dünya yaşıyoruz. Yani dünyadan biz de sorumluyuz.
Evrensel değerleri olanları seçmek için evrensel değerlerle donatılmış olmamız gerekmez mi? Ya da evrensel değerleri anlıyor olmamız?.. Saygılı ve dürüst politikacıları tercih etmemiz için bizim de saygılı ve dürüst olmamız beklenmez mi? Kaliteli şarkı ve şarkıcıların piyasaya hakim olması için bizim de kulaklarımızı geliştirmemiz, müzik zevkimizi yüceltmemiz şart değil mi?
Yani sevgili dostlar, iş geliyor yine kişide, yani kendimizde düğümleniyor. Kendimizi iyi tuttuğumuz zaman, dostlarımızı, hatta düşmanlarımızı da iyi tutmuş oluyoruz. Yakışmayanları hak ettikleri yere gönderiyoruz. Yanlışlarını onaylamadığımızda onlara iki seçenek sunuyoruz; ya yanlıştan vazgeçersin, ya hayatımda olmazsın.
Sözün özü, biz şaşırmaya devam edelim. Alışmayalım kötü şeylere, tepkimizi verelim. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, tembel ile çalışkanın ayrımını iyi yapalım ve tavrımızı iyiden yana koyalım.
Biliyorsunuz, iyilik iyiliği, güzellik güzelliği getirir.
İyiliğin hakim olduğu bir dünya diliyorum.
Saygılarımla.

Nejat Gümüş
İstanbul, 15 Aralık 2013

Kızım Seni Ali`ye Vereyim Mi?

Kızım Seni Ali`ye Vereyim Mi?

Derler ki, bir kız çocuğunun hayatını üç erkek yönetir: Çocukluğunda babası, evlendiğinde kocası, çocuğu olduktan sonra oğlu… Hatta bunlara erkek kardeşini de ekleyebilirsiniz. Onlar belirler kızın yolunu, onlar yön verir kızın hayatına, onlar kötülüklerden, tuzaklardan engeller. Onlar koyar yasakları. Kız adına tüm kararları onlar verir. Bütün görevleri yerine getirirken de kıza her tür muamele serbesttir. Hak ediyordur çünkü!
Böyle düşünülür………….
Kızların fikrinin sorulmadan 11 yaşındaki Ali’ye, 75 yaşındaki Veli Ağa’ya verildiği; böyle muamele gördüğü bir gelenekten geliyoruz. Ve ne yazık ki hala bu geleneği geleceğe taşıyanların sayısı hiç de az değil.
Aslında burada konumuz tam olarak bu değil. Yani sadece kızların daraltılmış hayatları, sıkıştırılmış dünyaları değil. Çünkü hep söylüyorum, kızları geri kalmış toplumların aslında en çok erkekleri geri kalmıştır. Yani eğitim de, cehalet de topyekün bir sorundur, birlikte ele alınması gerekir.
Ve bence bu işin başlayacağı yer yine ailedir!..
Sevgi arsızdır, bencildir aslında. Hani “sevgi karşılıksız bir duygudur” derler ya, pek de doğru değil… Biz anne-babalar çocuklarımızı çok severiz, öyle değil mi?.. Hatta hayatımızın merkezine koyarız. Gözümüzden, herkesten, tüm kötülüklerden sakınırız, koruruz. Kendi hayatlarını kurana kadar değil, ömür boyu ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırız, bunun için didiniriz.
Doğumla başlar her şey… Anne için doğumdan önce başlıyormuş da, biz babalar çocuğu kucağımıza ilk aldığımızda olan bitenin farkına varıyoruz. Sonra çocuğa/çocuklara göre planlanmaya başlıyor hayatımız. Misafir ağırlamalarımız, tatil planlarımız, aile bütçemiz, hatta vazgeçişlerimiz… Dün anne-babalarımızın bize verdiklerini bugün biz evlatlarımıza vermeye başlıyoruz, yarın da onlar kendi evlatlarına verecekler.
Ayakta durmalarından kaşık tutuşlarına kadar yaşamlarını sürdürebilmeleri için öğrenmeleri gereken ne varsa öğretmeye çalışıyoruz. Sonra bununla yetinmiyor, terbiye veriyoruz kendi doğrularımıza-yanlışlarımıza göre. “Sobaya elini dokunma, yanarsın” ile başlayan yasaklar kendi özgürlüğümüze göre ya da çocuğumuzu uzak tutmak istediğimiz şeylere göre çoğaldıkça çoğalıyor. Bu durumun anlaşılabilir bir yanı olabilir kuşkusuz, ailesi olarak eğitimlerinden biz sorumluyuz.
Ancak iş bununla bitmiyor. Müdahale hakkı bir başladı mı, dur/durak bilmiyor. Biz de duracağımız yeri bilmiyoruz. Kendi sebeplerimize göre koyduğumuz adından başlayarak çocuğumuzu kendi eserimiz gibi görüyoruz bir anlamda. Yaşadığımız/yaşayamadığımız, yaptığımız/yapamadığımız ne varsa, tüm hayal kırıklıklarımız, içimizde kalanlar hepsini onda görmek, onda uygulamak istiyoruz. Belki de “çocuğum” diye diye onları hep “çocuk” görüyoruz. Bir türlü büyüdüğünü, bir türlü bir birey olduğunu kabul edemiyoruz.
İşte sorun tam da burada başlıyor!..
Bir türlü kendi kararlarını vermelerine fırsat tanımıyoruz. Yanlışlarla da olsa doğruyu bulacaklarına güvenmiyoruz. İnsan deneyerek, yaşayarak büyür, hayatı tanır görüşünü söz konusu çocuklarımız olunca mantığımıza koymuyoruz. Uygulamıyoruz. Sanki, “9 ay karnımda büyüttüm”, “yemedim, yedirdim; giymedim, giydirdim” der gibi, kendi eserimiz gibi davranıyoruz.
Evet, onların en yakınları biziz de, onlardan daha iyi düşündüğümüzü de sanabiliriz de, en iyi düşünenin biz olduğunu nerden biliyoruz? Mükemmel miyiz, kusursuz muyuz, her şeyin en iyisi biz mi biliyoruz?
Okullarına karışıyoruz, hangi bölümü seçeceklerine karışıyoruz, nerede çalışacaklarına karışıyoruz. Hatta çalışıp çalışmamaları gerektiğine de karışıyoruz. Bazı şeyleri onlara uygun bulmuyoruz, layık görmüyoruz.
Memlekette işsizliğin çığ gibi büyüdüğü, her ilde üniversitelerin kurulduğu bir 2013 Türkiye’sinde, bulduğu işe dudak büküyoruz. Hatta, “çalışma, çalışmaya ihtiyacın mı var” diyebiliyoruz. Kariyer fırsatını, kendi ayaklarının üstünde durma şansını başlamadan yok ediyoruz.
Oysa hayat da, iş de üç evredir: Çıraklık, kalfalık, ustalık. Bu evrelerin birini yaşamadan ötekinin üstesinden gelinmiyor. Ustalaşmadan önce epey bir dirsek çürütmek, epey bir azar işitmek, epey bir koşturmak gerekiyor belki de… Tıpkı çocuklarımızın yürümeye başlarken sık sık düşmeleri gibi. Tıpkı yemeği üstlerine dökmeleri gibi… Tıpkı arkadaşlıkta da, aşkta da hayal kırıklıkları yaşamaları gibi…
Onlara hep bir şeyler öğretiyoruz ya hani… Bizim de öğrenmemiz gereken çok şey var aslında.
Çünkü öğrenmek hayat boyu devam eden bir süreç ve hepimizin pek çok eksiği var. En başta çocuklarımıza güvenmeyi öğrenmeliyiz. Sonra bize ne kadar benzeseler de, soyadlarımızı taşısalar da ayrı, farklı, bağımsız bir birey olduklarını kabul etmeliyiz. Farklı oldukları için farklı hayat tercihleri olabileceğini, kendi hayatlarını yaşama hakları olduğunu sindirmeliyiz. Bu hayatın üstesinden gelecek akıl ve bilgiyle donattığımıza, bu yüzden de korkulacak, endişe edilecek bir durum olmadığına inandırmalıyız kendimizi. Dışarıda hep kötülük yok; iyilik ve kötülük her yerde var, bizim içimizde de var; iyilik ve kötülüğü seçme yetilerinin olduğunu bilmeliyiz.
Ve saygı duymayı öğrenmeliyiz çocuklarımıza!.. Eksiklerine, yanlışlarına bakarak sürekli eleştirmek yerine doğrularına, yapabildiklerine, düşüncelerine, duygularına, kişisel gelişimlerine bakarak ve saygıyı çoktan hak ettiklerini düşünerek, öyle davranmalıyız.
Ve her şeyden önemlisi… “Ayşe/Fatma, Ahmet/Mehmet, Oğlum/Kızım” olmanın çok ilerisinde “İnsan” olduklarını, herkes kadar az, herkes kadar çok olabileceklerini kendimize anlatabilmeliyiz.
Bir gün, er geç bir gün onları bu hayatta tek başlarına bırakıp gideceğimizi de unutmadan ve bizden sonra hayatlarının devam etmesi gerektiğini de göz ardı etmeden telaşsız, korkusuz, güvenle bakabilmeyiz hayata; onların hayatına, çocuklarımıza…
Bir de…. Çocuklarımız bizim gözlerimize bakıyor hep. Bu hayatta en çok onaylanmak istedikleri kişiler bizleriz. Gözlerimizde telaşı, korkuyu, hele de güvensizliği gördükleri anda kendilerine güvenleri kalmıyor. Onlar başlıyor bu sefer korkmaya, telaş etmeye. Asıl yanlışları o zaman başlıyor.
Silin gözlerinizden korkuyu. Atın kafanızdan kötü düşünceleri.
Güvenin çocuklarınıza. Saygı duyun!
Saygılarımla.

Nejat Gümüş
25 Kasım 2013, İstanbul

Bir Filme Tutulmak,Bir Yıldıza Tutunmak…

Bir Filme Tutulmak,Bir Yıldıza Tutunmak…

Biz çok şanslı kuşaktık… Tek eğlencemiz, tek merakımız sinemaydı.
Sinemalarımız vardı bizim. Hem de her semtte… Kışlık sinemalarımız vardı bizim, bir de yazlık sinemalarımız… Televizyonlar yoktu. Kumanda aletleri, onlarca kanal yoktu. Sinema kuyruklarında heyecanla bilet almayı beklerdik. Çamlıca Gazozlarımızı alır, çekirdek paketlerimizi ellerimizde sıkı sıkıya tutar içeri girerdik. Bir de bakardık ki, bütün arkadaşlarımız, bütün komşularımız sinemada. Muhterem Nur ile hepimiz ağlar, Vahi Öz ile kahkahalar atardık.
Biz çok şanslı kuşaktık… Sinemamız vardı bizim. Türk Sinemamız. Ya da sektördeki adıyla Yeşilçam… İmkansızlıklar içerisinde film çekerlerdi. Öyle büyük büyük paralar yoktu. Alt yapı yoktu. Devlet desteği, sponsorlar yoktu o zamanlar… Ama yetenekli sinemacılar, yönetmenler vardı. Yüreğiyle oynayan oyuncular vardı.
İyilik ile güzellik vardı bir de… En göz alıcı, en ışıltılı yıldızlar bizdeydi. En yakışıklı, en yiğit erkekler bizdeydi. En güzel, en mahcup, en namuslu kadınlar bizdeydi. İyilerin arasına kötüler girse de filmlerimiz mutlu sonla biterdi. Tebessümle, zaferle ayrılırdık sinemadan. Hayat gibi filmlerdi onlar. İçinde keder ile tebessüm, kahkaha ile gözyaşı, fakir ile zengin bir arada yaşardı. Ama temiz, masum filmlerdi. Hep iyiler kazanırdı. Hepimiz saflarımızı belli eder, iyilerin yanında yer alırdık. Kötülerin bile sonunda pişman olduğu bir güzel dünya vardı orada. Sadri Alışık’ı dinleyen hakimin gözleri yaşarır, ekmek çalarken yakalanan fakir kız Ayşecik’i komiser Nubar Terziyan affeder, fabrikatör Hulusi Kentmen kızının fakir gençle evlenmesine karşı çıkmazdı.
Biz çok şanslı kuşaktık. “Yıldızların Altında” bir hayat yaşıyorduk… Herkesin bir yıldızı vardı. Bir yıldıza tutulmuştu. Kızlar Türkan Şoray gibi alımlı, Hülya Koçyiğit gibi hisli, Fatma Girik yiğit, Filiz Akın gibi eğlenceliydi. Erkekler Ayhan Işık gibi gururlu, Yılmaz Güney gibi onurlu, Sadri Alışık gibi namuslu, Ediz Hun gibi romantikti.
Onlar yeryüzü yıldızları. Onlar Türkiye’nin duygularına tercüman olan dev oyuncuları. Onlar “Yüzyılın En Büyük Sinemacıları”.
Kiltaş, “Yüz Yılın Sanatçıları” temalı takvim setini geçen yıl “Türk Sanat Müziği” sanatçılarıyla başlatmıştı. Bu yıl “Türk Sineması”nı işledik. Gelecek yıllarda diğer sanat dallarına yer vermeyi umut ediyoruz.
Aşklarımızı, duygularımızı, öfkelerimizi, ezilmişliklerimizi sinemada bulurduk. Bir filme tutunur; umut etmeyi, beklemeyi, sabretmeyi, hayal kurmayı, kazanmayı öğrenirdik.
Biz sinemaya çok şey borçluyuz. Sinemayla büyüdük. Sinemayla biraz daha insan olmayı, biraz daha insanca yaşamayı öğrendik.
Bize bütün bunları veren starından yönetmenine, figüranından set işçisine kadar tüm sinemacılara sonsuz teşekkür ediyoruz. Yaşayanlara uzun ömür, aramızdan ayrılanlara rahmet diliyor; hepsini ayakta alkışlıyoruz.

Nejat Gümüş
Kiltaş Genel Müdürü

Yazı Mı Tura Mı?

Yazı Mı Tura Mı?

Fabrika’daki işler geç bitmişti. Saat en erken dokuz olmalıydı. Akşam… Çıktım, eve gitmek için arabama bindim. Topkapı taraflarında tam kırmızı ışıkta durdum ki, bir el arabamın kapısını açtı, enseme bir silah doğrulttu. Ve aynı anda iki kişi daha geldi, arama bindiler. .. Araba kapılarının otomatik kilit sistemlerine sahip olmadığı zamanlardı o yıllar… Yıl 1978.
Ve Topkapı eski Topkapı’ydı. Hani eski otogar’ın bulunduğu, kalabalık ve mezbelelik yer… Arabama zorla girip beni etkisiz hale getiren bu üç kişi arabayı bilmediğim yerlere sürdürüyorlardı. Bu sırada sürekli de dayak atıyorlardı. Muhtemelen yüzüm-gözüm şişmişti. Muhtemelen diyorum çünkü ne olduğundan çok ne olacağı daha önemliydi. Adamlar belli ki gözü dönmüş eşkiyaydı ve hiç şakaları yoktu. İzbe bir yere sürdürdüler aracı. Arabadan sürükleyerek indirdiler. Silah hala kafamdaydı. “Hadi gidelim artık” dedi biri, “işimizi bitirip gidelim..” Öteki “sıkalım kafasına” dedi. İçlerinde şef gibi davranan adam bana bakıyordu. Birden elini cebine attı, madeni bir para çıkardı. Avucunda sakladı, silahı başıma doğrulttu ve sordu: “Yazı mı tura mı lan?”.. “Yüzde elli şansın var. Yazı mı tura mı?”..
Siz olsaydınız hangi cevabı verirdiniz?.. Evet, şansınız yarı yarıya görünüyor, yüzde elli az değil. Ama kaybedeceğiniz şey canınız olunca öteki yüzde elli daha büyük görünüyor. Düşünün ki milyonda bir ihtimalle kazanma şansınız da olsa milli piyango alıyorsunuz, çünkü kazanamasanız da kaybettiğiniz şey küçük bir para. Oysa burada kaybetmek demek, ölmek demek…
“Yazı” dedim, son sözünü söyler gibi. Hoş, yazı ya da turanın farkı var mıydı o anda, emin değilim. Yazı demek daha mantıklı mı geldi, hayır. Ama “yazı” belki de yazgının kendisiydi.
Avucundaki paraya baktı adam, küfürler savurarak “Kazandın lan! Kazandın eşşoğlusu…” dedi. Kafama bir tekme savurdu, arabamı aldılar ve hızla uzaklaştılar.
Evet, kazanmıştım. Böyle bir zamanda, bu saatleri yaşayan biri olarak cidden kazanmıştım. Arabam gitmişti, param gitmişti ama bunlar kayıp olabilir miydi!.. Suratımın dağılması, gözümün şişmesi, yürümeye gücümün kalmaması önemli miydi!.. Kazanmıştım, çünkü yaşama hakkım geri verilmişti. Hayatımı geri kazanmıştım. Milli Piyango’nun, Sayısal Loto’nun büyük ikramiyesi varsın sizin olsundu!
O karanlık, o ilk defa gittiğim yerde umutsuzca yürüdüm ve bir yol buldum. Can havliyle yoldan geçen bir aracın yan dikiz aynasına asıldım. Araç sürücüsü bu fazlasıyla hırpalanmış adamı çekinmesine rağmen aracına aldı. En yakın karakola gittim, durumu anlattım. Daha sonra da bindiğim bir taksiyle evime döndüm.
Olayın takibi ve arabamı kaçırıp beni darp edenleri teşhis edebilmem için defalarca karakola gittim. Sonra polisten öğrendiğime göre benim arabamı alanlar ertesi gün o arabayla ünlü bir şarkıcıyı kaçırmışlar ama sonra bırakmışlar. Bu arada dönemin ünlü gazetesi Günaydın’da fotoğraflı haberim çıktı ve başlık aynen şöyleydi: “Yazı dedi, hayatı kurtuldu!”
Sanırım 40-45 gün sonraydı, arabam bir yerde terk edilmiş vaziyette bulundu…
Duyduğuma göre bu yazı-tura oyunu taa Romalılar döneminden kalmaymış. O zamanlar evlilik, alım-satım gibi önemli konularda karar verilmesi gerekiyorsa ve ortada imparator Julius Sezar yoksa, Romalılar ona olan saygılarının karşılığı olarak parayla yazı-tura atarlarmış. İmparatorun resminin olduğu yüz öne çıkarsa, yani tura gelirse konu onaylanırmış. Şimdilerde nerde kullanılıyor bilmiyorum ama futbol karşılaşmalarında maç başlarken hakem yazı-tura ile takımlara kale ve top seçimi yaptırıyor.
Bazen sizin kendi seçiminizdir, bazen hayatın size sunduğu… O adamlarla karşılaşmayı ben istememiştim. Böyle adamlarla hayatımın kesişeceğini de hiç hesap etmemiştim. Ama oluyor işte. Duymuşsunuzdur, bir düğüne gitmiştir birisi, orada havaya ateş açan birinin kurşunu sekmiş, bu şanssız kişiyi bulmuştur. Bir yerde bir bomba patlar, bazıları oradan bir dakika önce geçmiştir, şanslıdır; bazıları o anda orada olmanın şanssızlığını yaşar. Yıllar önce gazete haberinde okumuştum, şaka gibi… Sanırım olay Şişli-Pangaltı tarafında geçiyordu. Halaskargazi Caddesi üzerinde bir apartmanın dördüncü katında bir psikiyatri muayenehanesi… Ve bir hasta, kontrole gelmiş. Zaman zaman depresyonlar yaşıyormuş. Bu kez depresyon orada gerçekleşmiş ve hasta kadın birdenbire kendini pencereden aşağı atmış. Buraya kadar her şey normal görünüyor. Hasta kadın intihar etmek istemiş, dördüncü katın penceresinden kendini bırakmış. Muhtemelen ölmüştür ya da ağır yaralanmıştır, öyle değil mi?.. Ama işte öyle olmamış. Bu sırada aşağıdan geçmekte olan bir adamın üstüne düşmüş. Tek suçu o anda oradan geçmekte olan adam ölmüş, hasta kadın yaralanmış. Buna talihsizliğin daniskası denmez de ne denir!..
Hepimizin hayatında nice yazı-turalar var aslında. Hepimiz kararlarımızın sonuçlarını yaşıyoruz. Bu seçim bazen yazı-turadır, bazen evet-hayır. Bazen gitmek-kalmak, bazen ise susmak-konuşmak. Sevmek-vazgeçmek, işe onu almak-ötekini almak, soldaki yola sapmak-sağdakine girmek… Kabul etmek-reddetmek, yetişmek-yetişememek…
Hep böyle iki seçenek sunar hayat size ve siz birini seçmek zorundasınızdır. Sonrası mı?
Ya kazanırsınız, ya kaybedersiniz.
Bazen bu ülkede bunca trafik kazasına, bunca ihmallere, bunca maganda kurşununa, bunca şehir eşkiyasına rağmen yaşamak da bir şanstır.
Şansınız bol olsun.
Saygılarımla.

Nejat Gümüş
6 Kasım 2013, İstanbul

O Kadar Da Önemli Değildir Bırakıp Gitmeler

O Kadar Da Önemli Değildir Bırakıp Gitmeler

(arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer…)

Kurban Bayramı… Küçük bir tatil… Datça… Can Yücel’in mezarı…
Nereden nereye!.. Deniz, güneş, Allah’ın cömertliğini sonuna kadar kullandığı doğal güzellikler varken, adım başı mutlu insan yüzleriyle karşılaşırken insan Datça gibi muhteşem bir yerde yüzünü ne diye bir mezara dönsün ki!..
Oysa bayramlar hüzün değil, mutluluk verir. Normal şartlarda özlemlerinizi giderir, stresinizi atar, dinlenir, mutlu olursunuz. Ama işte beyin bu, bazen farklı çalışıyor. Varlar arasında yokları anıyor, gelenlere sevinirken gidenlere üzülüyor.
Derler ki, “her giden, anlamı kadar bir boşluk bırakır”… Can Baba da öyle bir değerdi ki, çok boşluk bıraktı. Türk Şiiri öksüz kaldı. Duygular sustu, düşünceler susturuldu.
“Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç
Sevdiklerin kadar iyisin,
Nefret ettiklerin kadar kötü.

Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin
Yaşadıklarını kar sayma
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün”
diyebilen birisi ustadır artık, hayatı çözmüştür, öyle değil mi?..
Can Yücel, 1926 yılında doğmuş… Herkes kadar aynı, herkes kadar farklı olan hayatında beni çok etkileyen şöyle bir bölüm var:
İki liseli arkadaş liseyi bitirdiklerinde, yıllardır çok şeyden fedakarlık ederek biriktirdikleri harçlıkları ile yurt dışında eğitimlerine devam etmek üzere Milli Eğitim Bakanlığına başvurmuşlar. Bakan, gençlerden birini dışarı çıkartmış ve içerdekine, “sadece seni gönderebilirim. Arkadaşını gönderirsem dedikodu olur, oğlunu gönderdi derler” demiş. Bunun üzerine gidemeyecek olan çocuk, arkadaşına dönmüş, “madem öyle, benim biriktirdiğim parayı da sen al. Hiç olmazsa biriktirme amacımı kısmen gerçekleştireyim” diyerek tüm parasını arkadaşına vermiş.

Oğlunu göndermeyen Milli Eğitim Bakanı’nın adı Hasan Ali Yücel’dir. Bakan’ın göndermediği oğlu ise Can Yücel… Yurt dışına giden arkadaşı ise, sonradan dünya çapında başarı kazanan Prof. Dr. Gazi Yaşargil…
Can Yücel, önce rehberlik yapar, sonra çevirmenlik… Che Guevera’nın bir kitabını çeviren ozanımız, dünya edebiyatının ünlü isimleri Lorca, Shakespeare, Brecht’in oyunlarını da Türkçeye kazandırır.
“Ben;
Benden olgun insan isterim karşımda
Benden dürüst
En ufak dalgada
Arkasını dönmeyecek kadar olgun
Arkamı döndüğümde
Sırtımdan vurmayacak kadar güvenilir
Bir o kadar cesaretli olmalı
Yağmurdan ıslanıp, fırtınadan kaçmamalı
Ayağı taşa takılınca kayadan korkmamalı
İşine gelince sevip,
Zoru görünce bırakmamalı!”
Kendine özgü akıcı ve yalın bir kullanan Can Yücel, halk dilinden de olabildiğince yararlanmıştır. Hicizlerinde müstehcen ve argo sözcüklere de yer vermesi Can Baba’yı gözüpek, korkusuz ve biraz da aykırı bir yere koymuştur.
“Kan yasası bu insanın:
Üzümden şarap yapacaksın
Çakmak taşından ateş
Ve öpücüklerden insan!

Can yasası bu insanın:
Savaşlara yoksulluklara
Ve bin bir belaya karşın
İlle de yaşayacaksın!”
Başka türlü bakmıştır hayata Can Yücel. Zeki, hınzır ve biraz da çocuk masumiyetiyle…
“Çingene benleri, ne dersiniz, pembe olmalıydı değil mi?
Ama dünyada her şey olması gerektiği gibi olmuyor ki…”
Yalnız Türk Şiiri’nin değil, Türkiye’nin en gözüpek, en yiğit insanlarından biri olmuştur. Kavga da etmiştir onurluca, hapis de yatmıştır yazdıklarından dolayı; ama o hep bildiğini söylemiştir.
“Senin için yasak dediler
Yasaklar çiğnenmek içindir dedim…
Senin için imkansız dediler
Önemli olan imkansızı başarmak dedim…”
Bakan çocuğu da olsa, Cambridge Üniversitesinde eğitim de görse, Londra’da spikerlik de yapsa Can Yücel, hayatı boyunca hep halktan biriydi, halkın yanındaydı.
“Her Don Kişot’un bir yel değirmeni vardır
Benimki Heybeli’de
Yarı yarıya yıkık
Üstünde
Kırmızı üstüne beyaz beyaz harflerle kocaman
Türkiye Halk Bankası yazılı
Vallahi billahi de
Beş kuruş almadım o reklam için”
Oldukça geniş evrensel kültürünü ve kendine özgü mizah yeteneğini şiirine katan Can Yücel, bir çok şiirinde bizi şaşırtmıştır.

“Sözüm ona insandım
Hamsiydim buğulandım
Koynumdaki hatunu
Havva anamız sandım.

Beyazıt Kulesiydim
Hem Kumkapı’daki yangın
Arap itfaiyeciynen
Kendi derdime yandım.”
Sevdalıdır Can Baba. Sevginin önünde eğilir. Üstelik sevgisini gurur yapmadan, kibre yenik düşmeden reddedilmeyi de olgunlukla karşılar.
“Seninle olmanın en güzel yanı ne biliyor musun?
Elin elime değmeden avuçlarımı terleten sıcaklığını taa içimde hissetmek.
Seninle olmanın en kötü yanı ne biliyor musun?
”Seni seviyorum” sözcüğü dilimin ucunu ısırırken her konuşmamızda boş yere saatlerce havadan sudan söz etmek.
Ama sen hiç benimle olmadın ki…
Ya aklın başka yerdeydi, ya yüreğin.”
Çiçeğe çocuğa, kuşa böceğe, Deniz’e balığa şiir yazan Can Yücel, “O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler, arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer” derken, bir gün kendisinin de dolması mümkün olmayan bir boşluk bırakacağını düşünmüş müdür!..

1999 yılında kaybettiğimiz Can Yücel, Datça’ya defnedildi…
Bazı insanlar ne kadar yaşarsa yaşasın, yaşları olmaz; yaşlanmazlar. Bilgelikleri, üretkenlikleri ve hayata kattıkları ile yüz yaşına da gelseler, onlar için ölüm daha erkendir.
“Kovalamayın beni yatağa
Hiç uykum yok
Daha lafınıza karışacağım
Ortalığı dağıtacağım
Televizyonu kapatacağım
Ayçiçeği resmi yapacağım daha
Başparmağıma şiir okuyacağım
Islık çalacağım
Daha çok işim var
Gecenizi karartacağım
Kütahya vazonuzu kıracağım
Vakitsiz yatırmayın beni
Daha çok erken”
Cidden, daha çok erkendi be Can Baba!
Gitmeseydin keşke…

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
23 Ekim 2013, İstanbul

Yine Hazan Mevsimi Geldi…

Yine Hazan Mevsimi Geldi…

Ekim ayı… İşten eve dönüyorum. Ağaçların yorgun yapraklarını terk etmeye hazırlandığını fark ediyorum. Arabada eski bir alaturka şarkı… Şekip Ayhan Özışık’ın unutulmaz bestesi ruhuma dokunuyor:
“Yine hazan mevsimi geldi / Yine yapraklar rüzgarların peşi sıra gidecek / Yine deli gönlüm, yine bu mevsimde / Hicranını yalnız başına çekecek.

Geleceksin belki de / O zaman ne o yapraklar, ne o rüzgar / Ve ne ben olacağım / Yine deli gönlüm, yine bu mevsimde / Hüsranını yalnız çekecek.”

Havada sonbahar kokusu var. Ve ortalıkta biraz hüzün…
Sonbahar hüzünleri yaşanır böyle her yıl… Yazın o kanlandıran, canlandıran coşkusu gider. Havaların yavaş yavaş soğumasıyla birlikte önce doğada bir değişim olur, sonra insanlarda…. Doğanın renklerini yitirmesine paralel, insanlar da renklerini yitirirler. O yaza özgü rengarenk giysiler gardroba girer, yerine soğuk ve soluk renkler geçer.
İnsan sanki doğayı taklit eder. Ruhu da matlaşır. Hüzün basar biraz, içine çekilir.
Neden böyle olur, bilinmez. Hüzün duyacak ne vardır anlamam… Öğrenciler için yaz tatili biter, okula dönüş başlar. Çalışanlar için deniz, güneş ve kumsal bir yıl sonraya ertelenir. Hepsi bu kadar!..
Sonbahara Farsça bir kelime olan “hazan” da deriz. Hazan Mevsimi… “Hazan” ve “hüzün” ne kadar çok benziyor birbirlerine!.. Sanki ikiz kardeş gibiler… Neden sonbaharda hüzün duyulur? Neden bir veda gibi, bir bitiş gibi algı yaratır insan ruhunda?
Oysa her zamanın, her mevsimin ayrı bir güzelliği vardır. Üstelik birinin varlığı ötekinin değerini artırır. Birini yaşarken ötekini özlediğimizi fark ederiz. Yaz sıcağından bunaldığımızda en soğuk suları başımızdan aşağı dökerken, klimayı en soğuk derecesine getirip önüne geçerken nasıl da özleriz soğuğu öyle değil mi?.. Ya da kış ortasında bırakın denizi, güneşi, kumsalı; bir dilim karpuzu bile nasıl canımız çeker!..
Hayatı iyi kavramak lazım. Bunun için doğaya iyi bakmalı… Çünkü hayatın sırları orada gizli. Doğa bütün mevsimleri doya doya yaşar. Sakin ve telaşsız. Umudunu asla yitirmeden. Sadece gerçeğe teslim olur, hepsi bu… İlkbahar gelecek, yeşile boyanacaktır. Çiçeklerini açacaktır ağaçlar ilkin. Sonra yapraklanacaktır. Yaz geldiğinde en güzel meyvelerini vereceklerdir. Sonbahar yılın bilançosunu çıkarmaya benzer. Görev tamamlanmıştır. Yeni çiçekler, yeni meyveler için enerji toplama zamanıdır. Bu sefer doğa yıllık iznine çıkmıştır. Uzayan tırnakların, eskiyen elbiselerin atılması gibi eskimiş yapraklarını dökecektir. Sonra uzun bir kış uykusu başlayacaktır. Ardından yine bahar!.. Tıpkı yeni sezon kreasyonları gibi. Taptaze çiçekler, en kokulusundan. En göz alıcı renkleriyle. Yeşilin bin bir tonuyla yapraklar… En iyi ressamın bile yakalayamadığı parlaklığıyla…
Sonbahar insana aslında hayatın ne denli ciddi olduğunu da hatırlatmaz mı?.. Ağustos Böceği ile Karınca’nın hikayesini hatırlayın. Koca bir hayatın lay lay lom ile geçmeyeceğini bilmiyor muyuz?.. İyi bir tatili hak etmek için çok çalışmamız gerektiğini hayat bize hep söylemiyor mu?.. Biz çalışanlar, yani tüm iş dünyası bilir ki, sonbahar yeni bir sezonun başlangıcıdır. Hemen hemen tüm sektörlerinde bu böyledir. Düşünün, en çok izlenen televizyon dizileri, en iddialı programlar sonbaharda başlar. Sinemalar ve tiyatrolar yeni gösterimleriyle perdelerini açarlar. Müzik sektörü canlanır. Yeni albümler, yeni şarkılar duyarız. Okullar sonbaharda açılır. Giyim kuşama, modaya ilişkin yeni koleksiyonlar sonbahar ile görücüye çıkar. Yazın düşen çalışma tempomuz sonbaharda yükselir. Depoladığımız enerji ile en güzel işlere, en yeni anlaşmalara, yeni pazarlara, yeni fırsatlara doğru yol alırız. Kendimizi ve işimizi büyütmek için en doğru zamandır. Çalışırız, hep çalışırız ki ekonomi büyüsün, yaşam kalitemiz yükselsin…
Sadece çalışmayız. Düşünürüz de… Hoş, o da çalışmaktır aslında. Hatta en büyük çalışmak, düşünmektir… Neyi düşünürüz?.. Hayatı, kendimizi, sorumluluklarımızı, yaşadıklarımızı… Gençler yaz aşklarını düşünürler, aileler çocuklarının okul ihtiyaçlarını, masraflarını, kış hazırlıklarını…
Aslında her şey güneşle başlar, güneşle biter. Güneş varsa doğa uyanır, güneş yoksa uykuya dalar. Tıpkı ruhumuz gibi. Yaşam enerjimiz de bizim güneşimizdir. İçimizi ısıtacak bir şeyler bulmamız gerekir. Bu aşktır, tutkudur, sevgidir. İşe, sevgiliye, çocuklara, hayata, hobilere ilişkin… Yeter ki içinizi ısıtacak bir sıcaklığı eksik etmeyin ruhunuzdan.
İnanın bana, yaşam enerjinizi hiç kaybetmediğiniz zaman göreceksiniz ki, sizin dünyanızın dört mevsimi de bahardır, yazdır. Hazana ve hüzne asla teslim olmayacaksınızdır.
Sonbahar bitiş değildir. Hem, her bitiş yeni bir başlangıçtır. Noktadan sonra yeni bir cümle başlar. Belki bir öncekinden daha güzel bir cümle. Belki gelen, gidene “iyi ki gitti” dedirtecek kadar güzel gelecektir. Tıpkı o güzel sözdeki gibi: “Bazen öyle biri gelir ki, tüm gidenleri unutturur.”
Derler ki, sonbahar ölümü düşündürür. Bu yüzden kasvetlidir.
Ölüm mü, o da ne?.. Ünlü bir düşünürün dediği gibi: “Ben yaşarken ölüm yoktur. Ölüm geldiğinde de zaten ben gitmiş olacağım.”
Yani sorun yok!
Hem insan onun da çaresini bulmuş. Ölümden sonra daha güzel bir dünyanın bizi beklediğine hemen hemen hepimiz inanmıyor muyuz?
Ne diyordu Aşık Daimi: “Ne de olsa kışın sonu bahardır. Bu da gelir, bu da geçer. Ağlama.”
Ruhunuzun güneşi hiç sönmesin, ısıtsın sizi ve dünyanızı!

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
9 Ekim 2013, İstanbul

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.