Pişman Olur Da Bir Gün…

Pişman Olur Da Bir Gün…

Gençliğimin unutulmaz şarkısı binbir anıyla kulaklarıma çarpıyor; bizim dönemimizin plak kraliçesi Neşe Karaböcek, çığlık çığlığa,“Pişman olur da bir gün, dönersen bana geri / Gönül kapım açıktır, çalmadan gir içeri” diyor, benim de aklıma bin bir pişmanlıklarım geliyor…
Dünyanın gelmiş-geçmiş en popüler mesleği pişmanlıkmış!
İnsan bir günde kaç kez karar verir?.. İnsan ömrü boyunca kaç önemli karar verir? İnsan kaç kararından pişmanlık duyar?..
Filozofun biri, “hayatımızı cehenneme çevirenler pişmanlıklar ile düşmanlıklardır” diyor…
Düşmanlıkları geçtik de, o ayrı bir konu; pişmanlıklar neden bu kadar çok yer eder hayatımızda? Hep en doğruyu yapmanın, pişman olmamanın imkanı var mı? Nerede hata yapıyoruz?
Aslında masumane bir bahanemiz var: “Hepimiz insanız.” Devamını da şöyle getiriyoruz: “Hatasız kul olmaz.”
Hayat bebeklikle başlıyor, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık diye devam ediyor. Ve insan sürekli gelişen, değişen bir canlı. Dünkü aklımızı bugün beğenmiyoruz. Bu yüzden aldığımız kararlar değişebiliyor.
İkincisi de, çoğu kez duygularımızla yaşıyoruz. Hızlı kararlar verebiliyoruz, o anki psikolojimizle bir hamle yapabiliyoruz. Bu da sonradan pişman olacağımız sonuçlar doğuruveriyor.
Büyük Türk şairi Necip Fazıl Kısakürek der ki, “Sonunda ‘eyvah’ diyeceğin şeylere, başında ‘eyvallah’ deme!”… Dünyaca ünlü Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi romanların yazarı Tolstoy ise tersini söylüyor: “Hayatta unutamayacağınız en büyük pişmanlık, pişman olurum diye yapmadıklarınızdır.”.. Buyrun, karar verin şimdi?.. İnsan pişman olacağı şeyi yapmamalı mı, yapmak istediğini yapıp pişmanlığı göze mi almalı?..
İşte bu ikilem doğu-batı kültürleri arasındaki farkı gösteriyor bir bakıma… Doğu felsefeleri “ayıp, günah, yanlış, elalem ne der” gibi kavramları esas alır. Bu yüzden ya yapılan şey gizlidir, ya da yapan kişinin yaptığını sorgulaması yerine, toplumun sorgulaması üzerine kurgulanır. Daha açık bir ifadeyle yaptığınız şey yanlış olabilir, yeter ki başkaları duymasın, görmesin.
Batı felsefesi ise daha özgürlükçü, daha bireycidir. Kişi yaptığı davranışların hesabını yalnız kendine verir; doğruluğunu ve yanlışlığını da kendi içinde tartar. Bu yüzden Batı’lı hayatlar daha eylemli, daha cesaretlidir. Nitekim yine ünlü düşünür Oscar Wilde, “Kimse geçmişini geri satın alabilecek kadar zengin değildir” sözünde, hayat sizin hayatınız, doya doya yaşayın, bir daha bu fırsat ele geçmez, demek istiyor.
İnsan yaptıklarıyla, yapamadıklarıyla sürekli kendini sorgulayan biri… Verdiği bir kararın sonuçları bugün için iyi görünebilir, yarın büyük sorunlar doğurabilir. Ya da tam tersi olabilir. İşte bu yüzden bizde bir söz vardır ya hani, “her şeyin hayırlısı” deriz; “hayırlıysa olsun” diye aralık bir kapı bırakırız…
Hepimizin yaşadığı hayat aslında verdiği doğru ve yanlış kararların toplamından ibarettir ve hepimiz seçimlerimizin sonuçlarını yaşarız. Eğer çocukken okulu kırmasaydık, eğer öğretmenlerimizin sözünü dinleseydik, eğer başarılı bir çocuk olsaydık bugün hayatımız farklı olabilirdi. Ya da, eğer “okuyacağım” diye ticarete sırt çevirmeseydik, eğer çocukluğumuzda hava kararıncaya kadar yağmur-çamur demeden peşinden koştuğumuz futbol sevgimizi devam ettirseydik, bugün belki de Beşiktaş’ın yıldızları arasına girerdik… O kızı bırakmasaydık, o erkeğe hayır demeseydik, o iş teklifini kabul etseydik, o evin kaporasını erken verseydik, o sözü söylemeseydik…. Herkesin başka türlü pişmanlığı var. Birinin pişmanlığı çok can yakıcı… “Seni kırıdığım için değil; ne olursa olsun gitmene izin verdiğim için kendimi affedemiyorum” diyor… Birisinin pişmanlığı ise geçmişi.. “Annemin ‘kirli neyin var?’ sorusuna üzülerek ‘geçmişim’ diyemiyorum” demiş… Bir başkası da “En büyük pişmanlık, sevdiğin birine son kez ‘seni seviyorum’ diyememiş olmaktır”… Çünkü sevgiliyi çabuk kaybediyoruz, pişmanlığı çok uzun sürüyor.
İnsanı verdiğine/vereceğine, sevdiğine/seveceğine, geldiğine/geleceğine pişman eden kararlar, çoğu zaman kendi hayatına zarar verir ya… Bir de başkalarına zarar veren, hem de öyle böyle değil, katliamlara, soykırımlara, savaşlara yol açan kararlar vardır. Acaba diyorum Neron, Roma’yı yaktığı için pişman olmuş mudur? Ya da Hitler, bir dünya savaşına yol açan hırsından dolayı pişmanlık duymuş mudur?.. Patlatılan her dinamit, ateşlenen her fitil, Alfred Nobel’in burnundan fitil fitil geliyor mudur?.. Vicdanları rahat mıdır?.. Onlar pişman olmuş mudur, olmamış mıdır bilemeyiz, ama onların yaptıklarından hala ders almayanlar olduğu belli ki, hergün dünyanın bir yerlerine hala bombalar yağmakta, çocuklar, kadınlar, gençler öldürülmekte. Ve ne yazık ki, İmam-ı Gazali’nin dediği gibi, “Mezardakilerin pişman olduğu şeyler için, dünyadakiler birbirini kırıp geçiriyor.”
Ünlü Fransız yazar ve ahlakçısı Jean de La Bruyere diyor ki, “Günde bir kez kocasını evlendiğine/evleneceğine pişman etmeyen kadın azdır”… Çünkü inanınız ki, bir erkeğin gözlerinde gördüğünüz pişmanlık, okuyacağınız en gerçek hikayedir.
Alın size yüzlerce pişmanlık dolu hayatlar!.. Bazen giden pişmanlık duyar, bazen gidemeyen… Bazen kalan pişmandır, bazen gitmesine izin veren.. “Şimdi başımı kendi omzuma koyup gidiyorsam yenildiğimden değil, yanıldığımdandır” diyor bir başkası da… O yüzden, hiçbir zaman çıktığın kapıyı hızla çarpma. Geri dönmek isteyebilirsin.
“Tek pişmanlığım, kelimelerimi bile hak etmeyen insanlara, saatlerce cümleler kurmaktı” dersin bazen de… Çünkü sustuğun hiç bir cümleden, konuştuğun kadar pişman olmazsın.
Sözün özünü William Shakespeare söylemiş sevgili dostlar: “Çok geç pişman olanın vay haline”…
Gerçekten de öyle. Çok geç pişman olanın vay haline!..
Söylediğiniz kötü bir söz, verdiğiniz adaletsiz bir karar, yaptığınız yanlış bir seçim, söyleyemediğiniz güzel bir söz, itiraf edemediğiniz bir gerçek, veremediğiniz bir hediye, tutamadığınız bir söz için… Telafisi hala mümkün olanlar için bir hamle yapın, içinizdeki “keşke”leri yok edin.
Hadi, gecikmeden!.. Çok geç olmadan!.. Kendi kendinizi yiyip bitirmeden!.. Henüz, daha “yapabilme” gücünüz varken…

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
İstanbul, 9 Eylül 2013

Kadınlar mı daha şeytan, şeytan mı daha şeytan?

Kadınlar mı daha şeytan, şeytan mı daha şeytan?

Adamın biri işten eve gelmiş; bir bakmış ki karısı başka bir adamla beraber… Hemen tabancasını almış ve, “Madem karımı istiyorsun, onu benden erkek gibi almalısın. Seni düelloya davet ediyorum” demiş… Öteki adam bunu kabul etmiş ama tam düelloya başlayacaklar, birinin aklına bir plan gelmiş. Diğerinin kulağına eğilip demiş ki, “biz neden birbirimizi öldürüyoruz ki!.. En iyisi yalandan ölmüş gibi ikimiz de yere yatalım. İlk önce hangimizin yanına koşarsa, o alsın” demiş. Bu fikir ötekine de pek mantıklı gelmiş… İki el silah sesinden sonra uzanmışlar yere, ölmüş gibi… Kadın silah sesini duyar duymaz öteki odanın kapısını açarak oraya sakladığı üçüncü erkeğe seslenmiş: “Hayatım çıkabilirsin, ikisi de öldü!..”
Bir fıkra bu… Ama fıkradan çok daha fazlası. Ya da fıkra gibi gerçek. Her gün yaşanan gerçeklerden biri. Düşündüren, üzen, hayatından pek çok şeyi alan, çalan bir travma…
Aslında oldum olası sevmemişimdir bu ihanetleri, aldatmaları, yalanları. Bir şeyden, birinden, bir durumdan memnun değilseniz ve bu durumu değiştiremiyorsanız, yolunuzu değiştirirsiniz. İstediğiniz kişi yanınızda olan kişi değilse o ilişkiyi bitirirsiniz. Ama aynı anda birden fazlasını idare etmek, hem sorumlu olduklarınıza, hem insani duygularınıza, hem de dürüstlüğünüze yakışmaz. Ne yazık ki ihanet çevremizi saran kocaman bir karanlık dünya. Her erkek karısını aldatır diye bir kanı vardır ya; diyelim ki doğru… Peki erkeğin yanındaki öteki kişi kim, bir kadın değil mi? Demek ki aldatan erkek kadar, aldatan kadın da var. Aldatmanın hepsi kötü de, gene de kadının aldatması daha ağır oluyor. Çünkü erkeğin ihanet duygusuyla yaşaması daha zor.
Hapishanelerde yatan onca erkek nasıl suç işlemiştir, onu kontrolden çıkaran şey nedir hiç düşündünüz mü?.. Ya da öteki suçlara meylettiren, azmettiren şey nedir, kimdir?
Hani bir söz vardır ya, “her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” diye… Her suç işleyen, her başarısız erkeğin arkasında da mutlaka bir kadın vardır, inanın buna.
Kadın düşmanı değilim tabii ki. Hayatta en çok sevdiğim üç varlık, annem, eşim ve kızım da kadın. Nasıl düşman olabilirim ki? Ama diyorum ya, kadınlar başka türlü düşünüyor, başka türlü inanıyor. Üstelik erkeğin üzerindeki etkisi inanılmaz. Siz dünyayı erkeklerin yönettiğini mi sanıyorsunuz?
Tamam, imparatorlar, krallar, holding sahipleri, politikacılar çoğu erkek. Ama onları da kadınlar yönetiyor. Tarihe iyi bakın, görürsünüz ki en büyük savaşlar, en kanlı iktidar mücadeleleri ve taht kavgaları hep bir kadın yüzünden çıkmıştır.
Neden acaba?..
İster erkeğin kadına olan zaafı deyin, ister kadının erkeği ikna metotlarının çok oluşu… Şu bir gerçek ki, kadın planı, kurguyu, dolduruşu iyi biliyor. Genlerinde mi var, yetişme biçimlerinde mi bilemiyorum. Ama beyinlerinin farklı çalıştığını uzmanlar da söylüyor.
Şöyle çocukluğumuza bakıyorum, o masum evcilik oyunlarında hep senaryoyu kızlar yazardı. Biz gider çalışır, para kazanır, evimizi korurduk. Onu nasıl yapacağımızı bile onlar söylerdi.
Sonra öğrencilik yılları. Biz nereye gideceğimizi, nerden geldiğimizi direk söylerdik. Kızlar onu bile planlardı. Diyelim ki Ali’de kalacak, “Ayşe’de kalacağım” derdi. Sonra Ayşe’yi arardı, “Annemler seni ararsa, sendeyim dersin”… Sonra Ali’yi arardı, “Seni ararlarsa beni görmedin”… Daha bir sürü şey.
Sonra iş hayatı başlar… Bilirsiniz, yaşıyorsunuzdur; bir iş yerinde yirmi erkek paşa paşa geçiniriz, iki kadın varsa olay başlar. Önce içten içe dedikodu mekanizması çalıştırılır, işin içerisine kıskançlık, çekememezlik de girdi mi, kurum içten içe çökertilir.
Evlilik hayatı var bir de… Kadınlar için derler ki, “Kadın maymun gibidir. Bir dalı tutmadan, ötekini bırakmaz”… Güvence ister, varlık ister, anlayış ister, ihtişam ister, ilgi ister, hatırlanmak ister, beş dakikada bir aranmak ister, en güzel sensin sözünü duymak ister, başkalarına bakmasın ister, saatlerce her anlattığı lüzumlu/lüzumsuz şeyi dinlesin ister, onaylasın ister, karşı çıkmasın ister, istediği her şeyi alsın ister, ister Allah ister. Erkek ise sadece kadını ister.
Kadın için bir konu asla bitmemiş, asla kapanmamıştır. Nasıl onca zaman geçtiği halde unutmazlar, nasıl hala ilk günkü gibi tepkilidirler anlamak mümkün değildir.
Bir kadın yazarımıza göre, kadın çekemez. Daha başarılısını, daha güzelini, daha gencini, bazen sadece daha neşelisini bile çekemez bir kadın. Kocasını zerre kıskanmayan bir kadın bile, hemcinsinin kıskançlığından çatlar.
Cumhuriyet döneminin öncü kadınlarından Halide Edip Adıvar demiş ki, “Kadınlar kendilerini sevenler için değil, onlara hükmedenler için can verirler”… Ünlü Fransız romancı Alexandre Dumas da “Kadınlar sevmedikleri adama hiç acımazlar” diyor… Dostoyevski, “Kadın, her şeyi gören gözü bile aldatır”, “ Cien, “Güzel sözler ve iltifatlarla kandıramayacağın kadın yoktur” demiş…
Yine ünlü Fransız romancı Honore de Balzac, “Krallar gibi kadınlar da kendileri için yapılan her şeyin esasen bir borç teşkil ettiğine inanırlar” diyor. “Kadın her şeyi affeder, fakat asla unutmaz” sözü Konfiçyüs’e ait.. Chamfort diyor ki: “Kadın, insanın gölgesi gibidir; kovalarsanız kaçar, kaçarsanız kovalar.”
Bana sorarsanız, en feci şey nedir biliyor musunuz? Ne onlarla, ne de onlarsız yaşanabilir.
Bir kadınla bir adam ayrı ayrı arabalarında giderlerken çarpışırlar. İkisinin de arabası mahvolur ama şans eseri ikisi de hiç yara almadan kurtulur. Arabalarından sürünerek çıkarlar ve kadın adama bakıp: “Çok ilginç! Sen erkeksin ben de kadın. Arabalarımız mahvoldu ama ikimize de hiçbir şey olmadı. Bu belki de tanışıp, dost olup, hayatımızın sonuna kadar huzur içinde birlikte yaşamamız için bir işarettir” der. Müthiş heyecanlanan adam: “Evet, galiba haklısın” diye cevap verir şaşkınlıkla. “Bak, arabam hurdaya döndü ama bir şişe şarap sapasağlam. Bu kesin bir işaret. Bu şarabı içip şansımızı kutlamalıyız” diye devam eden kadın, şarap şişesini adama uzatır. Adam şişeyi alır, açar ve yarısını içip kadına verir. Kadın hemen şişenin mantarını kapatıp adama geri uzatır. Bunun üstüne adam sorar: “Sen içmeyecek misin?” Kadın cevap verir: “Hayır, ben polisi bekleyeceğim!”
Victor Hugo’ya göre “kadını güzel yapan Allah, sevimli yapan şeytan”…
Hah, tam da konunun başlığı buydu işte, “kadın mı daha şeytandır, şeytan mı daha şeytan?”… Rivayet olunur ki, kadın ölmüş, cehenneme gitmiş; şeytan ayağa kalkmış, “hoş geldin üstadım” demiş.
Nokta. 
Saygılarımla.

Nejat Gümüş
23 Ağustos 2013, İstanbul

Tatilde tatil yapılır!

Tatilde tatil yapılır!

Çocukluğumuzda tatil sözcüğü bizim için okulların eğitime ara vermesi demekti. Okulun, derslerin olmayışını saatler süren oyunlarla kutlardık. Sonra, kendilerini çocukların hayatına göre programlayan anne ve babalarımız, okullar tatil oldu diye, aile programları yapardı. Yazlığı olanlar yazlığa, köyü olanlar köye giderdi. Parası olmayanlar da çalışıp para kazanmaları gereken bir sürece girerdi. Biz sanırım bu gruptandık. O yüzden yazları su sattım, boyacılık yaptım. Kendime ve belki de ev ekonomimize küçük katkılar sağlamak için yaz sıcağında çalıştım. Tatil benim için ileride, iyi bir hayatımız, iyi bir gelir kaynağımız olduğunda kendimi ödüllendirebileceğim sıcak bir hayaldi.
Zaman geçti, hayaller ile hakikatler yer değiştirdi… Bu hayalleri gerçekleştirecek şartlar oluştuğunda bir de bakmışım ki, tatil nedir, neye yarar, nasıl yapılır, unutmuşum. Çalışmaya odaklı, hedefli bir hayata adanmış ömrüm, farkında olmadan makineleştirmiş. Araç amaç olmuş, tıpkı çocukluğumdaki oyunları unuttuğum gibi, dinlenmeyi, eğlenmeyi de unutur hale gelmişim.
Ne zaman ki bir aile olmuşum, çocuklarım olmuş, tatil sözcüğü onların hayatıyla birlikte yeniden gündemimize dahil olmuş. Bu kez, benim çocukluğumda bana tatil armağan edemeyen hayatlardan intikam alır gibi, çocuklara bir tatil armağan edebilme sorumluluğuyla çalışma tempomu daha da artırmışım. Yani sözün özü şu ki dostlar, ölçüyü hiç tutturamamışım.
Ölçüyü tutturamayan yalnız ben miyim?..
Şu tespitlerimi eminim siz de katılacaksınız, hatta sanki sizi anlatıyorum gibi belki biraz da suçlanacaksınız. Zaten sorun tam da burada. Yanlış bir davranış kalıbı, yaşanan düzene ait ortak bir tavır olabiliyor ve başlangıçta eleştirsek de hepimizi etkisi altına alıyor.
Edebiyatımızın ünlü siması Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) tatil için der ki, “tatil, gitmediğiniz yere gitmek; yapmadığınız şeyi yapmaktır.”
Düşündüğümüz zaman ne kadar doğru bir tanım olduğunu anlıyoruz. Öyle ya, madem ki tatil yalnız bedenin değil, beynin de dinlenmesi ve yenilenmesidir, acaba tatilimizde bunu gerçekten yapabiliyor muyuz!..
Şöyle bir düşünelim… Diyelim ki bir sahilde cankurtaranlık yapıyorsunuz. Yani mesleğiniz bu. Sabah işe başlıyorsunuz, akşama kadar. Haftada altı gün… Günde onlarca insanı boğulmaktan kurtarıyorsunuz, güneş altında çalışıyorsunuz, yoruluyorsunuz falan… Sonra çalışan herkes gibi tatil zamanınız geldi. Sizin için bir denize gitmek, yüzmek, güneşlenmek cazip gelir miydi? Cazip gelmesini bir yana bırakalım, değişik gelir miydi? Ya da ünlü bir diskoda dj’lik yapıyorsunuz. Akşamın ilk saatlerinden gecenin son saatlerine kadar bangır bangır müzik çalıyorsunuz, insanlar o gürültü içinde dans ediyor, eğleniyorlar. Tatile giderken, barlarıyla ünlü, eğlence mekanları insan dolu meşhur bir tatil beldesine mi giderdiniz; yoksa sakin, insanlardan uzak, huzur bulacağınız bir doğa ortamını mı tercih ederdiniz?..
Bir de özellikle iş sahipleri, yöneticilerin, yani bizim gibi insanların içinde bulunduğu büyük bir grup var ki, onlar da tüm alışkanlıklarını tatile götürüyorlar. Sabah güne iş görüşmeleriyle başlıyorlar, telefonlar saatlerce susmuyor. Ayağımızda sandaletler, bacağımızda şort, sahilde, yazlıkta hatta havuzda işleri konuşuyoruz. Ödemeler yapıldı mı, ihale ne oldu, işler teslim edildi mi, hatta personel zamanında geliyor/gidiyor mu, kafalar bir türlü rahat etmiyor. Bedenimiz başka yerde, aklımız başka yerde. Böyle bir dinlenme, böyle bir eğlenme olabilir mi? Uzmanlara kalırsa, telefonunuzu bile götürmeyin tatile diyorlar. İnterneti kullanmamaya çalışın, işten söz etmeyin, beyni iyice boşaltın diye de ekliyorlar.
Şu meşhur “yazlık” davranışları vardır ya hani!.. Hem yatırım, hem tatil amacıyla bir yazlık alınır, genellikle sayfiye yerlerinden. Çocuklar yaz boyunca denize girerler diye… Her yıl aynı yere gidilir, etrafta artık mahallenizdeki gibi komşular, bakkal/market, aşina yüzler oluşur. Eşi, çocukları okullar tatil olur olmaz yollarsınız yazlığa, siz de işinizin durumuna göre zaman zaman eşlik edersiniz. Tabii burada herkes olabildiği kadar mutlu ve özgürdür de acaba evin hanımı neler hissediyordur? Yazlık evde de aynı alışkanlıklar sürüyor mudur? Yine yemek, temizlik, bulaşık, hatta misafir ağırlama görevlerini yanında taşımış mıdır? Gerçekten dinleniyor mudur, yoksa çocuklar için katlanıyor mu?..
Her şeyin olduğu gibi insanların da bir yıpranma payı vardır. Kendinizi yenilemeniz, zihninizi ve bedeninizi stresten arındırmanız ve iş yaşantınızda verimli olabilmeniz için tatil gereklidir.
Günümüzün zorlu ekonomik koşullarında çoğu zaman kişilerden, enerjilerinin çok üstünde bir performans beklendiğini görüyoruz. Avrupa ülkelerinde tatil yapmak, izin kullanmak zorunlu iken, ülkemizde yeterli tatil yapmayan çalışanlar “tükenmişlik sendromu”na adaydırlar. Bu sendrom ise psikolojik olarak depresyon, kaygı bozuklukları gibi bozukluklara zemin hazırlayabilir. Oysaki yılın belli ve kısıtlı zamanı tatil yapmak, mümkünse yaşanılan şehirden uzaklaşmak, seyahat etmek insana çok farklı ruhsal ve bedensel olarak taze bir enerji kazandırır ve iş yerinde de verimi artırır.
Tatil yapmış kişiler üzerinde yapılan bilimsel araştırmalar, tatilin bedensel ağrıları azalttığını, uyku kalitesinin arttığını ve kişilerin tatil öncesine göre daha mutlu olduklarını gösteriyor. Üstelik bu faydaların beş hafta sonrasında da devam ettiğini gösteren bir çalışma da bulunuyor. Tabii, kendisine özel zaman ayıran ve tatilini olabildiğince keyifli geçirmeye odaklanan kişilerde bu “tatil etkisinin” daha da uzun devam ettiği belirtiliyor.

Tatilin asıl amacı sizi ruhsal ve bedensel olarak rahatlatması olduğuna göre, tatile çıktığınızda yükümlülüklerinizi, sorumluluklarınızı belli bir süre arkanızda bırakmalısınız. Tatili verimli değerlendirebilmeniz için bir süreliğine teknolojiden uzak kalmanız, ya da gün içinde belli bir saati telefon görüşmeleri ve internet kullanımına ayırıp, geri kalan zamanı tamamen dinlemeye dönük geçirebilir ya da bulunduğunuz yerde keyfinize göre aktivitelere katılabilirsiniz. Eğer gün boyunca elinizde cep telefonunuzla iş takibi yapıyorsanız ya da bilgisayar ekranı karşısında saatler geçiriyorsanız, bilmelisiniz ki bu yaptığınız tam bir tatil sayılamaz.
Kendinizi şımartın ve hafif hissedin! Yaşantınızda sorumlu olduğunuz kişiler varsa, örneğin anne ya da babaysanız, ya da bir şirkette müdürseniz buna daha da çok ihtiyacınız var demektir. Kendini şımartmanın herkes için farklı yolları vardır. Rahatlatıcı masajlar, spa deneyimleri, üzerine çok düşünmeden daha önce hiç yapmadığınız bir su sporu yapmak, bir restoranda keyfinize göre yemek, yemyeşil bir doğada ya da denizde hiçbir şey düşünmeden saatler geçirmek gibi, size ne iyi hissettirecekse, onu yapmak yoluyla gerçek bir tatil yapmış olursunuz. Bana sorarsanız kendimce size önerilerde bulunabilirim. Mesela, bol bol müzik dinleyerek dinlenin. Daha önce dinlemediğiniz müzikleri keşfetmeye çalışabilirsiniz. Kitap okuyabilirsiniz bol bol. Size uygun bir sporla fiziğinizi de zindeleştirebilirsiniz. Yeni hobiler yaratabilirsiniz. Yeni yerler keşfetmek ruhunuza çok iyi gelecektir. Değişikliklere açık olmalısınız. Görmediğiniz, keşfedilmeyi bekleyen yerler vardır mesela… Toprağa basmalı, negatif enerjinizin hepsini yere vermelisiniz. Tatilinizin bir bölümü, doğup büyüdüğünüz topraklarda geçirebilir, hem anılarınızı, hem dostluklarınızı tazeleyebilirsiniz.
Sonuç olarak, gündelik hayatın stresinden bir parça da olsa uzaklaşmak ve yükümlülüklerinize ara vermek, genel sağlığınız ve yaşam kaliteniz açısından büyük farklar yaratacak, yaşamın getirdikleriyle daha etkili baş edebilmenizi sağlayacaktır.
Hepinize iyi tatiller diliyorum.
Saygılarımla.

Nejat Gümüş,
19 Ağustos 2013, İstanbul

Hayat Her Zaman Fragman Değildir…

Hayat Her Zaman Fragman Değildir…

İnsanlar hayal kurmaya İstanbul ile başladılar bir anlamda… İstanbul onlar için hayallerin şehriydi ve hayal gibi bir hayat vaat ediyordu.
Çünkü Türk insanı önce sinemayı keşfetti, sonra İstanbul’u…
60’lı yıllar… Menderes’li zamanlar… Köyden kente göçün yaşandığı, Türkiye’nin gerçek anlamda ilk sosyolojik travmayı hissettiği yıllardı… Kentleşme olgusunun bir ekonomik boyutu vardı, bir de yaşamsal boyutu. İç göçlerin temelinde elbette ki büyüyen işsizlik, babadan oğula geçerken küçülen ve verimsizleşen topraklar, büyük şehirlerdeki sanayileşmenin istihdam yaratması vardı. Ama bir de yaşamsal boyutu vardı ki bu boyutu neredeyse tek başına İstanbul oluşturuyordu. Ve insanlarımızın kafasındaki İstanbul olgusunu da Türk Sineması yaratıyordu. Yani Yeşilçam!..
Türk Sineması 60’lı ve 70’li yıllarda her yıl yüzlerce film çekiyordu ve bu Hint Sineması ile birlikte dünyanın en büyük üretimi demekti. Tabii, çektiği filmleri tüm dünyaya pazarlama gücü olan dev Hollywood sinemasını saymazsak… Ki 60’lı yıllar ülkemizin henüz televizyonla tanışmadığı yıllardı. Yani halkın tek eğlencesi sinemaydı ve her yer sinema salonu doluydu. Bugünkü gibi kapalı sinema salonları dışında bir de yazlık sinemalar vardı ve aileler hemen her filmi görmek için sinemalarda kuyruk oluştururdu. Her mahallede, her ilçede sinema vardı. Bir dönem benim de yaptığım gibi gezici arabalarla sinemalar, filmlerin duyurusunu yapardı. “Melek Sineması yılın en iyi filmini iftiharla sunar: “Hudutların Kanunu”. Başrollerde çirkin kral Yılmaz Güney, Pervin Par ve Erol Taş. Hudutların Kanunu bu akşam sinemamızda”…
Sinemalarda gösterilen filmlerin çoğu İstanbul’da çekilirdi. Tarihin en eski kentlerinden biri olan güzel İstanbul, bütün ihtişamıyla gözler önüne serilir, en büyük aşklara, en büyük başarı hikayelerine kucak açardı. Bu yüzden İstanbul hem umut kapısı gibi, hem yeryüzü cenneti gibi hayalleri süslerdi.
Sinema, kendi yıldızlarını, halk kahramanlarını da yaratmıştı. Cahide Sonku ile başlayan star sistemimiz ardından Neriman Köksal, Sezer Sezin, Orhan Günşiray, Muhterem Nur, Sadri Alışık, Ayhan Işık, Belgin Doruk, Öztürk Serengil, Eşref Kolçak, Ekrem Bora’yı parlatıyordu. Sonra sıra geliyordu “Dört Yapraklı Yonca” dönemine… Sinemamızın “Kare Ası” Filiz Akın, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit ve tabii ki gelmiş geçmiş en sevilen sanatçı, sultanımız Türkan Şoray. Ve bu kadın yıldızların jönleri Ediz Hun, Kartal Tibet, Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Murat Soydan, Engin Çağlar, Yusuf Sezgin, Tarık Akan ve Kadir İnanır… Ve Selma Güneri, Selda Alkor, Sevda Ferdağ, Nebahat Çehre, Sema Özcan. Sonraları Gülşen Bubikoğlu, Necla Nazır, Perihan Savaş ve Müjde Ar…
Komediden köy filmlerine, maceradan tarihi filmlere kadar birçok konu işlense de Türk halkı nedense en çok melodramları sevdi. Yani acıya sevinç katılmış, dönemin sevilen şarkılarıyla soslandırılmış, “Mutlu Son”lu filmleri… Çünkü halkımız orada fakir kızın zengin oğlanla evlenmesini, işsiz gencin fabrikatör olmasını, kör kızın assolistliğe terfi etmesini gerçek gibi izledi, umut etti, evine mutlu döndü.
Halk ne sevdiyse, filmine milyonlar yatıran yapımcı onu verdi. Bu böyle yıllarca sürüp gitti.
Ne var ki, perdedeki bu hayaller, çoğu kez gerçekle karıştırıldı. Evinden, köyünden kaçıp “artiz” olmak için İstanbul’a gelen nice masum genç kızımız bataklığa düştü.
Bu durum, konu sıkıntısı çeken Yeşilçam için yeni bir akım yarattı. “Toplumsal Gerçekçilik” denilen tür, İstanbul’un un/ufak ettiği hayatları, hayalleri solan gençlerinin hikayelerini çekti. Yılmaz Güney, sinemamızda ezilenin, kandırılanın, sömürülenin yanında oldu ve diğerlerinden farklı bir yer buldu kendine star dünyasında…
70’li yılların ortasından sonra hayatımıza giren, her evin baş köşesine konan televizyon, yaşam alışkanlığımızı da değiştirdi, sinemamızı da bitme noktasına getirdi. Ama sinema sektörünü kurtaran da 200’li yıllardan itibaren yine televizyon oldu. Bu kez yerli diziler ile.
Öyle ki Türk dizilerinin ünü yurt dışına taştı; Arap aleminden Balkanlara, Orta Avrupa’dan Rusya’ya büyük pazarlara ulaştı. Dönem yine kendi starlarını yarattı; Türkan, Hülya, Kadir, Tarık’ın yerini Beren, Tuba, Kıvanç ve Kenan aldı.
Ancak görünen o ki değişmeyen tek şey: konu.
Türk halkı yine melodramı seviyor. Yine zengin kız, fakir oğlan, yine yalılar, yine hizmetçiler, yine ihtişam hemen her dizinin genel atmosferini yansıtıyor.
Acaba diyorum, seyirci de aynı mı? Yani yine 60’lı yıllardaki gibi mi görüyor İstanbul’daki hayatı? Herkesin işleri tıkırında, insanlar sürekli aşk mı kovalıyor sanıyorlar? 15 milyonun yaşadığı bu dev şehirde bir yerden bir yere gitmenin iki saati aldığı bir trafikte; ekmeğin aslanın ağzında olduğu stresli bir iş hayatında; işsizliğin yüzde onları bulduğu bir dönemde böyle bir hayat var mı cidden? Olabilir mi? Varsa da mutlu azınlık diyebileceğimiz bir avuç insan yaşıyordur, hayallerini…
Onun dışındakiler ise, her sabah var olma mücadelesine başlıyor ve asılıyor dört elle hayata. Çünkü biliyorlar ya da öğrendiler ki, hayat öyle filmlerdeki gibi değil. Hele de fragmanlardaki gibi hiç değil. Fragman dediğiniz bir buçuk saatlik filmin en güzel kareleriyle oluşan iki dakikalık bir “yem”dir, oltaya takılıp gelmemiz için yapılan… Kaldı ki herkesin hayatında bir fragman oluşturacak kadar güzel ve renkli anlar vardır.
Ama önemli olan hayatın kendisidir ve hayat, Yeşilçam kadar masum değildir. Bu hayatın üstesinden gelebilmek için Fatma Girik kadar mücadeleci, Filiz Akın kadar şanslı, Ayhan Işık kadar kuvvetli ve Yılmaz Güney kadar yürekli olmak gerekiyor belki de…
Tabii Erol Taş, Hüseyin Baradan, Suzan Avcı, Nuri Alço ve Tecavüzcü Coşkun gibi karakterlerin varlığını da unutmadan…
Şansınız bol, kaderiniz güzel, hayalleriniz gerçek olsun!

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
30 Temmuz 2013, İstanbul

Ne de olsa kışın sonu bahardır!..

Ne de olsa kışın sonu bahardır!..

“Bir gülün yaprağı dikendir hardır
Bülbül har elinde ah ile zardır
Ne de olsa kışın sonu bahardır
Bu da gelir bu da geçer ağlama.”

Ne güzel hatırlatır Aşık Daimi bu ölümsüz türküsünde bize hayatın sırrını. Her şey gibi bu da gelir, geçer.

SAHİ, BİZ KİMDEN KAÇIYORDUK ANNE?..

SAHİ, BİZ KİMDEN KAÇIYORDUK ANNE?..

13-14 yaşındaydım henüz… Olanı biteni anlamak, hayatı çözmek için küçüktüm daha… Bildiğim tek şey alelacele toplanan eşyalar, kırık tahta bavullar ile başlayan sürgün hayatımızdı… Zonguldak’ı terk ediyorduk. Aslında gitmek ile kaçmak arasındaki farkı o an anlamıştım. Biz bir yere gitmiyorduk, biz bir yeri terk ediyorduk; bulunduğumuz yerden kaçıyorduk.
“Biz kimden kaçıyoruz anne?” diye sordum anneme yolculukta… Duymadı. Ya da cevabı yoktu. Ya da o da bilmiyordu. Uzaklara bakıyordu uzun uzun… Çok uzaklara. Bu uzaklar İstanbul’dan çok daha uzak bir yerlerdi, belki de hiçbir yerdi, umursamazlıktı, umarsızlıktı… Çok derin iç çeker mi sizin de anneleriniz? O iç çekişlerde bir çocuk kadar korumasız ve zayıf olduğunu hisseder misiniz siz de?..
Aslında çocuklar hayatı anne ve babalarının gözlerinden okurmuş. Çünkü hep onlara bakar ve o bakışlarının ne anlama geldiğini iyi bilirlermiş. İşte benim bilmezliğim buydu. Ne annemin içinde bin bir soru barındıran bakışlarını ve suskunluğunu anlayabiliyordum; ne babamın sanki bir şeylerden kaçma hızı kadar, bir şeyleri yakalama hızını ayarlayamayan telaş ve korkusunun nedenini bilebiliyordum. Aklında yüzlerce soru olan bir çocuk ve tek bir cevabı olmayan iki kişi, yolculuk yapıyorduk İstanbul’a…
Bir süredir işleri iyi gitmeyen babam sıfırı tüketmişti. Başka bir şehirde yeni bir hayatı denemek hem çaresizliğiydi, hem tek umuduydu. Böyle zamanlarda elbette ki akla “taşı toprağı altın” denilen İstanbul geliyordu. Annem ise bu bilinmez yolculuktan anladığı hiçbir şey olmamasına rağmen, Anadolu kadınının ölümüne eşinin ve ailesinin yanında olması, dayanması, katlanması, göğüs germesi gerektiği terbiyeyle babama güç vermeye çalışıyordu. Benim hissettiğim şey ise, bilmeden gittiğim yeri düşünmek yerine, geride bıraktığım şehrimi, mahallemi, arkadaşlarımı, oyunlarımı, alışkanlıklarımı terk ediyor olmanın hüznüydü…
Ayrılık denen şeyin, sevdiklerini ani ve nedensiz yere terk etmek denilen şeyin ne olduğu ile ilk kez o zaman karşılaşmıştım ve belki de bu öğrendiğim şey, alışmak, bağlanmak gibi duygularla aramda bir mesafe bıraktıracak kadar bende derin izler bırakacaktı. Belki kimsenin gitmeyeceğine inanmayacaktım, belki bir daha bir yere asla ait olamayacaktım. Böylece sürgün hayatımız başlıyordu…
İstanbul!.. Hayallerin şehri. Güzeller güzeli İstanbul. Ama teslim alması zor, barınması zor, yaşaması zor şehrim. Çaresiz gelenler içinse gerçek bir kabustur İstanbul. Bıçak sırtında yaşatır sizi. Dışına bir tafra gibi atması an meselesidir. Tutunmalısınızdır ona sımsıkı, hem de öyle dört elle, tüm ruhunuzla.
Asgari ücretle bir iş bulmuştu babam ve bizim için yeni ve sıkıntılı bir hayat başlıyordu İstanbul’da. Gültepe’de zemin altı, tek odalı evimizde rutubete karşı da direnmeye çalışıyorduk. Gültepe’den Şişli’ye kadar yokuş yukarı o upuzun yolu, altı delik ayakkabıyla her seferinde yürüyerek geçiyordum. Otobüse binmem ancak yıllar sonra mümkün olabilmişti. Allah “yürü ya Kulum!” demişti, ben de yürüyordum.
Aslında zaman geçtikçe bütün o yaşadıklarımın bir anlamı olduğunu, hayatı biriktirdiğimi, beni güçlendirdiğini de fark ettim. Tıpkı o meşhur sözdeki gibi: “Sizi öldürmeyen şey, güçlendirir.”
Ama bu güçlenmenin bedeli ağır oluyor. Tıpkı bahçedeki meyve ağacının güçlenmesi için dallarının budanması gibi, insan da bir yandan kaybediyor, bir yandan kazanıyor. Ayakkabı boyacısı Nejat, iş adamı Nejat’a dönüşürken ne yazık ki ortada ne “baba, artık çalışman gerekmeyecek; size ben bakacağım” diyeceği babası, ne de “anne, bak bu ev senin, üstelik ruhubet kokmuyor” diyerek gururlanacağı annesi kalıyor.
Bu şehir böyle milyonlarca hikayeyi barındırıyor tarihinde. Nice insanlar geldiler, vatanlarını terk ederek. Ekmek parası için. Kimileri daha iyi bir hayatı hayal ederek geldi, kimileri kaybedecek başka bir şeyleri olmadığı için. İhtişam ile sefalet koyun koyuna yaşıyor bu şehirde. Ama işte bilirsiniz, umut öyle güzel bir rüyadır ki, hayat öyle büyük bir tutkudur ki, önünüze bakarsınız hep, hedefe varmak umudu ve tutkusuyla. Çünkü bu karmaşık ve kalabalık şehirde, tıpkı yoğun kent trafiğinde araba kullanmak gibidir yaşamak. Bir an önünüze bakmayı ihmal ederseniz, kaza yapmanız, yoldan çıkmanız an meselesidir. Zaman geçer, bir şeyler bir şeylere fırsat olur, şansınız döner, Allah yardım eder, siz de çalışmalarınızın ve aklınızı devreye sokmanın karşılığını alırsınız. Kendinizce bir başarı hikayesi yazarsınız. Bu çark öyle hızla dönüyor ki, zaman sizi öyle atak ve telaşlı yapıyor ki, üzerinizdeki sorumluluk ve bu şehrin bedeli öyle ağır ki, deli gibi çalışmanız gerekiyor. Önünüzde biriken bir yığın fatura vardır ve bunları ödemeniz için de önünüzde sadece otuz gün vardır. Zaman alım ve satım ile geçer. Kazanma ve harcama ile tüketirsiniz ayları. Bunları başarıyor olmak bile sizi mutlu edebilir.
Taa ki, o eski ağrı ansınız geri teptiğinde, eskiye ait özlem, bir hatırlayış ince ince yüreğinizi sızlattığında; üstüne üstlük hayatınız zaman zaman size monoton geldiğinde, bu kadar çalışmanın, bu kontrollü iş ilişkilerinin yıpratıcılığından sıkıldığınızı hissettiğiniz anda, sığınacak bir anne dizi, öğüt alacak bir baba sözü yoksa, yapayalnız ve kimsesiz olduğunuzu fark ettiğiniz anda, o en masum, en korunmasız ve en bilgisiz çocukluğunuza dönersiniz ve o soruyu tekrar sorarsınız:
“Anne, biz kimden kaçıyorduk?”

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
16 Temmuz 2013, İstanbul

KURŞUN ATA ATA BİTER…

KURŞUN ATA ATA BİTER…

Hangimiz için hayat zor değil ki? Hangimizin payına acı, hayal kırıklığı, yenilmişlik, çaresizlik, kimsesizlik, yalnızlık, şanssızlık, kaza, bela düşmüyor ki?
Hangimiz iki elimiz olduğu halde, işe dört elle sarılmaktan başka bir çare görüyoruz ki? Hangimizin “imdat” dediğimizde yetişecek kimsesi var ki?
Hangimiz sırtımızdan vurulmadık ki? En olmadık zamanda, en ummadığımız kişiler tarafından ihanete uğramadık ki? Hangimizin Brütüs’ü olmadı ki!..
Hangimiz uçmaya çalıştığında, ayaklarından asılıp yükselmesi engellenmedi ki! Hangimizin etrafı iyi günde dolup taşarken, kötü günde yalnızlığa bürünmedi ki? “Dost Bildiklerim” şarkısı hangimizin düşüncelerini okumadı ki?..
İş hayatı zordur. Hayat zordur, ama iş hayatı daha da zordur. Çünkü işin içerisinde para vardır ve para çok insanı bozar. Rekabet vardır, haksız kazanç vardır, kendini yükseltmek için başkalarını düşürmek vardır.
İnsan doğası gereği kendinden yanadır, kendi çıkarlarını her şeyden önde tutar. Bu da sık sık çıkarların çatışmasına yol açar. Hep düşmanlar, rakipler çıkar yenilmesi gereken, engeller vardır aşılması gereken. Çünkü paradan söz ediyoruz. Kadını kötü yola, erkeği hapishaneye düşüren paradan. Yalan söyleten, çaldıran, banka hortumlatan, ekmek için fırın yağmalatan, yalnız dostunu değil, böbreğini sattıran paradan…
Dişinizle tırnağınızla iş kurarsınız. Namusluysanız, çalışmaktan başka bir yolunuz yoktur. Gecenizi gündüzünüze katar, çalışırsınız. Çocuğunuzun yüzünü göremeyecek kadar, eşinizle dostunuzla görüşemeyecek kadar. Paranızın keyfini süremeyecek kadar meşgul olursunuz. Tam da konuyu anlatacak tabirle “bir kürek ve bir yürek” ile başlarsınız “çamurla oynamaya”… Bir kurum büyütürsünüz, büyüyen hayalleriniz, büyüyen hedeflerinizle… Tek başına ayakta durmaya niyetlendiğiniz yolculukta kocaman bir aile olursunuz ekibinizle. Çalışanlarınız, aileleri, bayileriniz, perakendecileriniz, çözüm ortaklarınız, iş yaptığınız kurumlarla… Güven vermeye, güven duymaya çalışırsınız. Ama dedim ya, iş dünyasıdır burası, iyilik ile kötülüğün, karşılıklı çıkarların savaştığı bir arenadır. İnsan bir kere ruhunu şeytana satmaya görsün, yıkar gider hayallerinizi. Ot tıkar canınıza. Lafı dolandıra dolandıra anlatmasından anlayamazsınız sizi dolandıracağını. Bir iki söz, karşılıksız çekler, bulunamayan adresler, kapatılan şirketler, izini dahi süremezsiniz. Zaman alır hesaplaşmak. Çoğu zaman da hesap öteki tarafa kalır. Bilmez nelerinizi aldığını. Yalnız birikiminiz, çocuklarınızın ve çalışanlarınızın rızıkları değildir çaldıkları, insanlara güveninizi de çalar. Korkularınızla sizi dünyada bir başınıza bırakır öylece utanmadan…
“Aldatılan insan eksilerek yaşar” demiş bilgenin birisi… Gerçekten öyle olmuyor mu!.. Borç verirsiniz, alamazsınız; yemin edersiniz bir daha kardeşinize bile borç vermemeye… Kefil olursunuz arkadaşınıza, o borcunu ödemez, sizin yakanızdan tutarlar; söz verirsiniz kimseye kefil olmamaya… İhanete uğrarsınız, aldatılır, terk edilirsiniz; aşka tövbe edersiniz. Yüreğinizi, cebinizi, gönlünüzü, evinizi, kapınızı kapatırsınız; kimseye güvenmeden tavşan uykusuyla yatarsınız gecelere… Güvenmediğiniz için güven de veremezsiniz. İnsan içine çıkmak içinizden gelmez. Kendinizi yalnızlığa vurursunuz.
Ben iflah olmaz bir romantiğim. Hep iyi şeylere inanırım, çabuk güvenir, çabuk inanırım. Hayata, insanlara ve kendime bir fırsat daha vermeyi tercih ederim. Yenilgilerden payıma düşeni alır, kaybettiklerimi telafi etmek için tekrar çalışmaya koyulurum. Elbette ki hatalarımdan ders almaya, doğru insanları yanlış insanlardan ayırt etmeye çalışırım; ama iyi niyetli olmak biraz da saf olmak demektir. Saf insan çoğu zaman bir güler yüze, iki çift tatlı söze, üç damla gözyaşına kanar. Kin tutmaz, unutur. Bir şans daha verir, düzeleceğini umar.
Hepimiz başı sonu belli olan bir ömrü geçirmek için buradayız ve sonun ne olduğunu biliyoruz. Ama buna aldırış etmeden, kendimize yakışacak şekilde yaşıyoruz.
Ben çalışıyorum, hep çalışıyorum. Kendimi bildim bileli çalıştım; biliyorum ki elim/ayağım tuttuğu, kafam çalıştığı sürece çalışmaya devam edeceğim. Bu paragöz olduğumdan değil, böyle mutlu oluyorum. Çalışmak beni kötülüklerden alıkoyuyor. Dedikodu edecek vakit bulamıyorum. Hedefler belirliyor, o hedeflere ulaşmak için çalışıyorum. Kendimi de geliştiriyor bu durum. Zamana karşı koyuyorum.
Üstelik işveren olmak öyle bir sorumluluk getiriyor ki insana, yalnızca kendinizin ya da ailenizin rızkını düşünmüyorsunuz. Fırsat verdiğiniz, iş verdiğiniz, maaş verdiğiniz her insana karşı sorumlu oluyorsunuz. Onların hayat standartlarını geliştirmek için daha çok çalışmanız gerektiğini de biliyorsunuz.
Çalışanlarımdan birinin ev, araba alması, rahata ermesi öyle mutlu ediyor ki, bu anlatılacak bir şey değil.
Onun için iyimserliğinizi yitirmeyin. Moralinizi yüksek tutun, hayata güvenin. Başınıza gelecek, karşınıza çıkacak kötülüklere, kötü niyetlilere ise, düştüğünüz yerden doğrulurken dilinizde o umut türküsüyle cevap verin:
“Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın, aldırma gönül aldırma.”
Şunu biliyorum ve inanıyorum ki, kurşun ata ata biter; oysa benim param bitse de iyimserliğim bitmez. Bu yüzden zenginim, bu yüzden güçlüyüm. Şair de öyle diyor: “İyimserlik, bitmeyen bir hazinedir.” Kötülerin kurşunları varsa, iyilerin de iyimserlikleri var.

İyimserliğinizin bitmeyen bir hazine gibi sürmesi dileklerimle.

Nejat Gümüş
4 Temmuz 2013, İstanbul

ATEŞE DAYANIKLI ÖĞÜTLER!..

ATEŞE DAYANIKLI ÖĞÜTLER!..

İşiniz namusunuzdur!
Hayat ekonomik ilişkiler üzerine inşa edilmiş ve dışarıda kocaman bir nüfus, yüz binlerce işsiz ve iş arayan insan var. Varlığınızı sürdürebilmeniz, istediğiniz hayatı kurabilmeniz, planlarınızı ve hayallerinizi gerçekleştirebilmeniz için para kazanmaya ihtiyacınız var. Namuslu insanlar için para kazanmanın tek yolu da çalışmaktır. Yarın sabaha milyoner olarak kalkmak ancak piyango, loto gibi şans oyunlarının işidir ve hayatın da mucizelere ayıracak fazla zamanı yoktur. O yüzden daha iyisini bulana kadar, kendi koşullarınızı kendiniz geliştirene kadar sahip olduğunuz işe dört elle sarılmalı, onu korumalı ve kimseye bırakmamalısınız.

İşiniz hayatınızdır!
Yetişkin bir insanın günde ortalama 6-7 saati uykuda geçiyor. Oysa çalışan bir insanın ortalama 8-10 saati işte geçiyor. Bu demek ki hayatınızın en büyük bölümünü işe ayırıyorsunuz. Zaten olması gereken de bu. Madem bu kadar geniş zamanlar burada olmak zorundasınız, bu geniş saatleri neden kahırla, sitemle, korkuyla, isteksizce harcayasınız ki? Mutlu olmak, öğrenmek, paylaşmak, gülmek, dostluklar kurmak için yalnız bedeninizle değil, ruhunuzla ve tüm samimiyetinizle burada olmalısınız.

İşiniz değerlidir!
Hepimizin farklı görevleri, farklı meslekleri var. Sanatçı, gazeteci, dişçi, hukukçu, temizlikçi, hizmetli, muhasebeci, mühendis ya da başka bir şey. Kimi meslekler popülerdir, dışarıdan eğlenceli gelebilir. Daha iyi yaşam standartları sunabilir. Yetenekleri parlatan fırsatlar yaratır. Ama bunlar bir bütünün parçalarıdır ve fotoğrafın tamamı kusursuz bir dengeyi ifade eder. İş dünyasının tamamı düzenin devamını sağlayan bir makinedir ve her meslek ve her çalışan bu makinenin irili/ufaklı çarklarıdır. Çarklardan birinin çalışmaması makineyi durdurur. Eğer gecenin dördünde deli gibi acıkmışsanız ve mutfakta yiyecek tek bir lokma yoksa, o an açık olabilecek bir fırın ve fırında sıcacık ekmeği çıkartan fırıncıdan daha değerli kimse yoktur sizin için. Ya da gönül verdiğiniz takımın en sessiz defans oyuncusu, maçın bitmesine sadece saniyeler kala kornerden gelen ortaya uzattığı kafasıyla takımınıza hem üç puanı, hem şampiyonluğu getiriyorsa, dünyanın en değerli insanı O’dur. Yani sevgili arkadaşlar, önemli olan hangi işi yaptığınız değil, işi nasıl yaptığınızdır. İyi futbolcu / kötü futbolcu, iyi şarkıcı / kötü şarkıcı, iyi aşçı / kötü aşçı örneği gibi… Önemli olan işinizi iyi yapmanızdır.

İşinizde zaman önemlidir!
İşverenin ve işin sizden beklentisi, çalışma saatlerini tamamlamanız değildir. O saatlere ne kattınız, o zaman diliminde neleri başardınız… İş dünyası telaşlı ve hızlı bir döneme girdi. Makineleşme ve teknolojiyi yanına alan sanayi ya da hizmetler sektörü çok sayıda ve hızlı üretim gerçekleştiriyor. Dolayısıyla maksimum fayda üzerine kurulan işletmeler sizden zamanın doğru ve verimli kullanılmasını isterler. Zamanı hızlı ve doğru kullanmak için zaman içerisinde işi kavramanız kadar, inisiyatif almanız, farklı bakış açıları geliştirmeniz, size özgü ve işletmenize katkı sağlayacak kısa yollar önermeniz, ekip arkadaşlarınızla uyumlu ve sürekli iletişim kurarak çalışmanız çok önemlidir.

İşinize dört elle sarılmalısınız!
“Burası benim” dediğiniz zaman, bu işyerinden hiç ayrılmayacakmış gibi hissettiğiniz zaman, hatta burayı sevdiğiniz zaman başka türlü olursunuz. Evinize, çocuğunuza, hobilerinize baktığınız gibi bakarsınız. Hem korur, hem geliştirirsiniz. Kıyamazsınız. Kullanmadan buruşturup atacağınız bir kağıt parçası da, açık bıraktığınız bir lamba da rahatsız eder sizi. İsraftan oluşan o faturaların sizin cebinizden, hayatınızdan çıktığını, bir başka insanın işe alınma fırsatını engellediğini, ülke ekonomisine zarar verdiğini düşünürsünüz. Bir süre çalışıyor(muş) gibi davranan ve yalnızca bedeniyle durumu idare edenleri ne yazık ki aynı süreçlerden geçmiş deneyimli işverenleri kolay fark ederler. Ve elbette ki kimse, katkı sağladığına inanmadığı insanlarla devam etmek istemez. Kısacası, işinizi sahiplenmeli, sorumluluk duymalı ve hakkını vermelisiniz. Yeni başladığınız bir işte sizden tam bir işe hakimiyet beklemesek de, gayretinizi görmek isteriz. Bu sizin hatalarınızı tolere etmemizi sağlar. Yeter ki çabanızı, tutkunuzu ve hırsınızı gösterin.

İşinizde hedefleriniz olmalı!
Hayatta hedefleriniz olmalı. Bir yıl sonra şimdikinden daha iyi bir hayatı düşlemeli, hatta planlamalısınız. Zaten hayatın seyri de bunu gerektiriyor. İnsan geleceğini kurmak istiyor, sonra aile oluyor, sorumluluklar artıyor. Onlara en iyi yaşam şartlarını sunmayı arzu ediyorsunuz. Bunun için kazancınızın iyi olması gerekiyor. İyi kazanç demek, işinizin iyi olması demek. Bu yüzden yükselme hedefleriniz olmalı. Bu olmasa bile işinizde tercih edilmeli, vazgeçilmez eleman olmalısınız. Tıpkı hangi teknik direktör gelirse gelsin yerini kaybetmeyen futbolcular gibi.

İşinizde inisiyatif alın!
Hayatın kusursuz dengesinde herkes birilerinin hayatını kolaylaştırır. Birileri hastalığımıza aşı bulur, birileri duygularımıza şarkı söyler, birileri ekmek yapar, birileri ortalığı temizler. Sessizce ve kendiliğinden bir denge oluşur böylece. İşletmelerde de öyle olmalıdır. İnisiyatif alma, birilerinin olmama ya da yetersiz kalması durumunda bunu fark eden kişilerin sorumluluk üstlenmesi gibidir. Bilgi, deneyim ya da sezgilerinize danışarak çözümler üretebilmelisiniz.

İşinizi sevin, ama başka şeyleri de sevin!
İşkolik olmanız işimize gelir gibi görünse de, bu kısa vadeli bir kazanç sağlar işletmemize… Kendiyle barışık, hayatı tutkuyla ve dolu dolu yaşayan, hobileri, zevkleri, dostlukları olan mutlu insanlar daha enerjik, daha uyumlu ve daha başarılı olurlar. Sizi de hayatının hiçbir tarafını ihmal etmeyen, sosyal ilişkileri güçlü, vizyonu geniş insanlar olarak görmek isteriz.

İşinizde araştırma, öğrenme, dinleme ve eleştiriye açık olun!
Gelişim ömür boyudur ve hiçbirimiz asla kusursuz olamayacağız. Ancak bunun için çalışmalı ve her gün bir öncekinden daha bilgili, daha konuya hakim ve daha yararlı insanlar olarak kendinizi aşabilmelisiniz. Başka bilgilere ve deneyimlere önyargısız kulak verin ve kendinize katabileceğiniz şeyleri mutlaka değerlendirin. Bilgi ve deneyiminiz arttıkça özgüveniniz de artacak ve henüz bir iş görüşmesindeyken bu özgüveninizin dışa yansıması ile siz tercih edilebileceksiniz. İş hayatınızda da, normal hayatınızda da yenilikçi olun.

İşinizde ezberlemek yerine anlamayı tercih edin!
Bu size aynı zamanda öğrendiklerinizi yorumlamak ve üstüne sizden bir şeyler katmak, farkınızı göstermek için fırsat sunar. Anlamadıklarınızın çözümünde de ezberledikleriniz değil, anladıklarınız yardımcı olur.

İşinizde sorunları çözme odaklı bir düşünme modeli geliştirin!
İnsanın olduğu her yerde sorun olur. İnsan yapısı makinelerde de sorun çıkar. Çıkıyor da… Bu sorunları insan yarattığı gibi, insan çözecektir kuşkusuz. Ne burada, ne gideceğiniz başka bir yerde sorunsuz yaşamayacaksınız. Sorunları mazeret olarak göstermek yerine sorun çözme becerisi kazanmalısınız. Zaman zaman da “sorunlara rağmen” başarmalısınız… Esnekliğinizi ve uyum yeteneğinizi sürekli geliştirin.

İşyerinizle bütünleşmeye, ekip arkadaşlarınızı tanımaya gayret edin!
Çalışma saatlerinizde kendinize dönük yaşamayın. Fırsat buldukça ve fırsatlar yaratarak etrafınızı keşfetmeye, arkadaşlarınızla tanışmaya, kaynaşmaya çalışın. Yakınlaştıkça paylaşarak ve paslaşarak daha hızlı yol alabilmeniz bir yana, zamanınızı mutlu ve dolu dolu yaşama şansınızı da kaçırmamış olursunuz.

İşyerinizden emekli olacakmış gibi davranın!
Burası sizin ilk işyeriniz olmayabilir, sonuncusu da olmayacaktır belki. Ama siz yine de çalışmaya başladığınız kurumla sonsuza kadar çalışmak hedefi ve arzusuyla başlayın. Böylece sabretme, anlama, emek verme, duygusal bağ kurma ve sahiplenme gibi kuruma katacağınız değerler olacak; aynı zamanda kafası karışık, geçici, arayışları olan, durumu idare eden tavrınızın olmayışı da veriminizi artıracaktır.

İş ahlakı başarıdan önce gelir!
Kurumları güvensizlik ve dedikodu çürütür. Firmanıza, yöneticilerinize güvenmeyi ve güven vermeyi sağlamalısınız. Sıfatlarımız farklı olsa da aynı gemideyiz ve ikimiz de başarılı olmak, kazanmak istiyoruz. Birbirimize ihtiyacımız var ve hepimiz insanız. Bu değerler bizi bir arada tutmaya yeterli olmalıdır. Olası kötü düşüncelerinizi kafanızdan silmeye çalışın ya da muhatabı ile yüz yüze görüşmeyi tercih edin. Rekabet tatlı bir şeydir, kurum içi dinamiklerini harekete geçirir, gelişiminizin itici gücüdür ama tadında yaşayın. Başkalarını aşağı çeken ve ekmeğiyle oynayan küçük ayak oyunları gün gelir yapanın ayaklarına takılır. Onlara güven duyun ve güven vermeye çalışın.

Hayatı ıskalamayın. Kitapları, müziği ve sanatı sevin!
Dünyanın güzelliklerine tüm duyularınızı, yüreğinizi açın. Sevmeyi, sevilmeyi, aşık olmayı, tutkuyla yaşamayı seçin. Güzel müzikler, şiirler, romanlar kılavuzunuz olsun. Doğayı, çiçeği böceği, hayvanı ve tabii insanı unutmadan… Şuna inanın ki dünyayı güzellik kurtaracak ve bir insanı sevmekle başlayacak her şey. Teknolojiyi de bilgiyi de yanınıza alın, işinize de hayatınıza da katkısı olsun.

…………………………………………………………………………………………………………………………….
Yarım asırlık iş deneyimlerimden aklımda kalanları sizlere aktarmaya çalıştım. Yalnızca Kiltaş’ta değil, belki de çok yakın zamanda başlayan iş hayatınızın her döneminde yararlanabileceğiniz küçük notlar da diyebilirsiniz.
Eğer bir yanından Kiltaş’ın patronu olarak bakarken, bir yanından da Kiltaş’ın çalışanı olarak bakabilirseniz bana, başka dünyalarda, başka dilleri konuşmadığımızı daha çabuk fark edersiniz. Yarın bir gün kısmet olur da kendi işyerinizi kurma düşünceniz olursa o zaman “iyi bir işletmeci nasıl olur”u konuşabiliriz. Ama bugün “iyi bir iş nasıl olur”u konuşabiliriz.
Bazıları gibi şanslı doğmadım ben de… Hazır bir sermayem, kurulu bir düzenim, özel okullardan alınmış eğitimim, bir rica ile işe alınışım olmadı. Hayata dişlilerin dokunduğu yerden başladım tabiri caizse. Rızkın onda dokuzunun maden ocaklarında çalışmak gibi bir kara yazgısı olan Zonguldak’ta yaşadım ben… O kaderi yaşamamak içindi belki de farklı bir şeyler arayışım… Ayakkabı boyacılığı da yaptım, sinemada gişe görevlisi de oldum. Sermayesiz ticareti de denedim, sinema oyunculuğunu da… Bunlar planlanmış şeyler değildi elbette. Deneme/yanılma yöntemiyle hayatı tırmalıyordum bir bakıma. Ayakta kalma savaşı verirken bir başarı hikayesine ve Kiltaş’a giden yolda şansa da, fırsatlara da ihtiyacım vardı. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki her işimde başarıyı getiren faktör, işime dört elle sarılmam ve kendi tarzımı oluşturmamdı. Ortada bir başarı varsa elbette ki tüm Kiltaş çalışanlarının başarısıdır.
Hani iş dünyasında bir söz vardır: “Kişiler değil, kurumlardır kalıcı olan…” Böyle dense de kişiler de kalıcı olabilir, oluyor, olmalıdır da. Çünkü bir işveren olarak şunu bilirim ki, uzun süredir çalışanlar o işyerine daha fazla katkı sağlarlar. Bir kere alışmışlardır, kurumun iç dinamiklerini biliyorlardır, yöneticilerin ne istediğini… Firmayla iyi kötü günde pek çok anıları vardır, bir duygusal bağ oluşmuştur ve “kendi işyerim” diyebilmektedir. Bu koşullarda kurumun kalıcı olmasını can-ı gönülden diler. Elini taşın altına sokar ve sorumluluk alır.
“Gençler bilebilseydi, yaşlılar yapabilseydi” diye bir söz vardır… Sizin yapabilme gücünüzü bizim bilebilme deneyimlerimizle harmanlayıp harika işler ortaya koymayı hedefliyoruz.
Kiltaş sizin ilk işyeriniz de olabilir, muhtemelen daha önce iş deneyiminiz de olabilir. Ama dilerim burası sizin kendi işyerim diyebileceğiniz, ayaklarınız geri geri gitmeden gelebildiğiniz, zamanın nasıl geçtiğini fark etmeyeceğiniz kadar memnun ve mutlu yaşadığınız, yarınlara güvenle baktığınız ikinci bir “yuva”nız olur. Dilerim birlikte gerçekleştireceğimiz nice başarılarla, karşılıklı memnuniyet içerisinde sağlam ve kalıcı bir birliktelik yaratırız, bunun keyfini birlikte süreriz.
Yararlı olması ve başarılarınızın artarak devam etmesi dileklerimle.

Nejat Gümüş

BABALAR VE EVLATLARI…

BABALAR VE EVLATLARI…

Babalar Günü, tıpkı Anneler Günü gibi yılda bir kez de olsa hatırlamak, sevgimizi bir nebze de olsa hissettirebilmek anlamını taşıyor.
Babalar Gününde çaktırmadan hediye bekliyoruz, büyüğüne küçüğüne bakmadan. Aslında bir anlamda 23 Nisan gibi oluyor. Hani o gün çocuklar bir günlüğüne Başbakan, Belediye Başkanı, Vali olur ya, öyle bir şey işte. O gün biz çocuk oluyoruz, çocuklar baba. Hediye alan ile hediye veren yer değiştiriyor. Çocuklaşıyoruz belki de, güzel oluyor.
Aslında babası olmayan ve baba olan bizler için Babalar Günü evlatlarımızla ilişkilerimizi gözden geçirme fırsatı veriyor. Özellikle bu Babalar Günü, evlat sahibiyseniz, evladınızla ilişkinizi yeniden gözden geçirin. Çünkü yaşadığımız bu günler gençlerin şaşırtıcı çıkışına tanık olduğumuz günler.
Gezi Parkı Direnişi olarak adlandırılan hareket son 15 günün yalnız Türkiye’de değil, dünyada en fazla ilgi çeken konusu olmaya devam ediyor. Başlangıçta bir parktaki ağaçların kesilmesi ve yerine bir AVM’nin yapılacak olması haberi üzerine küçük sayıda çevrecinin parkta sessizce toplanması olarak başladı. Sonrasında polisin orantısız güç kullanması ile bir kartopu gibi büyüdü, çığa dönüştü. Farklı görüşlerden, farklı talepleri olan on binlerce genç Taksim’i doldurdu. Olay yalnızca İstanbul’un merkezindeki bir park görünümündeyken, tüm Türkiye’de protestolara yol açtı. Öyle ki maçta bile yan yana gelemeyen Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçeli taraftarlar kol kola ve birbirlerine yardım ederek müthiş bir dayanışma gösterdiler.
Hükümet ile gençleri karşı karşıya getiren şey neydi? Hala da bu tartışılıyor. Aslında benim burada söz ettiğim şey de tam olarak bu. Gençlerin, evlatlarımızın ne istediğini ne kadar biliyoruz? Ne kadar anlıyoruz onu?..
Biz babaların klasik görevleri bellidir. Evin geçimini sağlar, eve ekmek getirir, çocuklarımızı en iyi okullarda okutup hayata hazırlamaya çalışırız. Aynı zamanda belli değerlere sahip iyi bir insan olarak yetiştirmek için eğitim veririz. İşte sanırım sorun burada başlıyor. Neye göre eğitim? Kime göre doğrular?
Bizim doğrularımız ne kadar doğru? Bizim doğrularımız zamana ne kadar dayanıklı? Değişen dünyaya ayak uydurabiliyor muyuz biz? Yeni kuşağın, yeni dünyanın insanlarının isteklerini anlayabiliyor muyuz?
Sahi, gençler ne ister? Genleri ne kadar bize çekerse çeksin hepsi ayrı birer birey. Yaşadıklarını farklı yorumlayabiliyor, farklı bir kişilik geliştiriyorlar. Onları yetiştirirken yoksa kendimiz gibi birini mi yaratmak istiyoruz? Kendimizden kaç tane daha çoğaltabiliriz? Neden başka bir birey olmasını engellemeye çalışıyoruz? Neden değişimden korkuyoruz?
Ve neden her şeyini kontrol altında tutmak istiyoruz? Onlara yeterince güvenebiliyor muyuz? Güvenmiyorsak eğer, ne zaman güveneceğiz?
Eğer Hükümetin vatandaşla ilişkisini de baba-evlat ilişkisine benzetirsek, ki benzemese “Devlet Baba” denmezdi, galiba aynı sorunlar orada da var.
Hani babalık vazifemiz çocuğumuza iyi imkanlar sağlamaksa ve bunu sağlıyorsak iyi baba olduğumuzu düşünürüz ya… Bir de iyi evlat yetiştirmek için sıkı bir eğitimden geçiririz, yediğine-içtiğine, kiminle gezdiğine, nereye gittiğine, arkadaşlarına, alışkanlıklarına, giyimine, saçına, küpesine, makyajına karışırız ya… Maksat yoldan çıkmasın, kötü bir çocuk olmasın deriz ya…
Galiba Devlet Baba da bunu yapmaya çalışıyor ve iyi bir devlet olduğunu düşünüyor.
Biz iyi bir baba mıyız peki? Bunu çocuklarımıza sormamız lazım. Belki de yeterli değilizdir. Belki de istedikleri şeyler, vermeye çalıştığımız şeyler değil. Başka şeylerle mutlu oluyorlar. Belki de her şeylerine karışmamız, onlara güvenmememiz, takip ediyor olmamız, kısıtlamamız onları bizden uzaklaştırıyor.
Demek ki, devletten de istediklerini bulamıyor çocuklar. Demek ki biriktirdikleri öfkeleri, isyanları bu yüzden… Demek ki borsanın inmesi ya da çıkmasından, köprü yapılmasından da önemli şeyler var onlar için. Oysa AVM’den onlar yararlanır diye düşünülüyordu. Yanılmışız. Onlar çok daha fazlasıymış!..
Öyle ya, madem ki en iyi okullarda okutuyoruz… Madem ki odalarına koyduğumuz, ellerine tutuşturduğumuz bilgisayarlarla dünyada ne olup bittiğini öğrenebiliyorlar… O halde bizden ileride olmaları kadar doğal ne olabilir ki? Bizim zamanımızda bilgisayar yoktu, çok kanallı televizyonlar yoktu. Dünyada olup biteni aylar sonra öğreniyorduk, o da tek kaynaktan. Çoğumuzun yabancı dili yoktu.
Ne mutlu bize ki, çocuklarımız, gençlerimiz devletimizden de, siyasetçilerimizden de önde. Yeni dünya düzenini onlar kuracak ve bu yüzden yöneticilerimizin çocuklarımıza daha çok kulak vermeleri, onları daha çok dinlemeleri ve anlamaları gerekiyor. Yoksa bugün küçük bir işaretini verdikleri gibi direnmeleri, baş kaldırmaları, o müthiş enerjilerini büyük bir güce dönüştürmeleri içten değil.
Hani hep büyümelerini beklerdik ya!.. Birey olduklarını görmek, kendi ayaklarının üstünde durabildiklerini izlemek… Hani, vatana millete hayırlı evlatlar olsun isterdik ya!.. Hani bir şeyi başardığını gururla seyretmek, “işte bu benim çocuğum” demek!..
Oldu galiba!..
Güçlerini gururla izliyoruz. Arada telaşlansak, korksak da, yasa dışı bir şey yapar mı, başı belaya girer mi desek de; kovalanan, kıstırılan, dayak yiyen, burnu kanayan, gazdan bayılan çocukların Allah analarına, babalarına sabır versin derken, bizim evlatlarımızı onların yerine koymaya bile cesaret edemesek de; biliyoruz ki onlar pırıl pırıl gençler, pırıl pırıl çocuklarımız ve dünyayı kendileri için, bizim için değiştirmeye, daha yaşanabilir, daha katlanabilir, daha özgürce yeşili koklayarak soluklanabilir bir hayat inşa etmeye çalışıyorlar.
Kafalarını cep telefonundan, bilgisayardan kaldırmıyor diye şikayet ediyorduk. Dünyadan bi’haber büyüyorlar diye eleştiriyorduk. Gördünüz mü meğer öyle değilmiş.
Büyümüşler ve evrensel değerler için birçok şeyi göze bile alıyorlar.
Ne mutlu onlara.
Ne mutlu bizlere!
Babalar Gününde bundan büyük hediye olur mu? Bundan daha büyük bir gurur yaşanır mı?
Artık sıra bizde. Onlara layık olmaya çalışmamız gerekiyor. Ve onları anlamalı, dinlemeli, en çok da saygı göstermeliyiz. Bu saygıyı fazlasıyla hak ediyorlar.
Babalığın keyfi en güzel böyle çıkıyor.
Babalar Gününüz Kutlu Olsun.

Nejat Gümüş
15 Haziran 2013, İstanbul

Bahçeye Biber Ektim…

Bahçeye Biber Ektim…

Çocukken kötü bir şey söylediğimizde büyüklerimiz, “Hımmm, sus bakayım!.. Ağzına biber sürerim” derdi. Şimdi büyüdük ama pek bir şey değişmemiş. Gene büyüklerimiz “Hımm, sus bakıyım!.. Yüzüne, gözüne biber gazı sıkarım” diyor… Ne acı!…
Her şey Gezi Parkına yapılacağı söylenen AVM için parktaki ağaçların kesileceği haberi ile başladı…
Sonrası malum… Polisin orantısız güç kullanımı, konuya sadece doğa ve rant duyarlılığı ile bakanların yanına öfkesini biriktirmiş bütün insanları çekti; konu yalnız İstanbul’un meselesi olmaktan çıktı, tüm ülke sahiplendi ve olan oldu.
Aslında iyi de oldu. Daha doğrusu zarar görenleri, yaralanan hatta ölenleri, yakılan yıkılan araçları saymazsak, iyi sonuçlar doğurduğu ve daha da iyi sonuçlar doğuracağına inanıyorum.
Olaya şu açıdan bakıyorum… Bir topluluğu ulus yapan ortak değerler vardır. Bu ortak değerler uzun zamandır ihmal ediliyordu. Çünkü ortak değerler yerine farklılıklarımız, birbirinden ayrıldığımız konular, zevkler, tercihler öne çıkıyordu. Tuttuğumuz takımın öteki takımdan daha üstün olduğunu ispat için uğraşıyor, dindar ile laik, milliyetçi ile evrenselci, Doğulu ile Batılı kavgası veriyorduk. Bu kavgayı kazanmak ve haklı hale gelmek için gerekirse karşı tarafa saldırmayı, aşağılamayı göze alıyorduk. Bunu yalnız sokaktaki vatandaş değil, herkes yapıyordu. Devlet büyüklerinden siyasi parti mensuplarına, din adamlarından sanatçılara herkes bu kör dövüşüne girmişti. Üst kültürümüz yerine onlarca alt kültüre tutunuyorduk.
Demokrasi çoklu seçenekler sunan ve hayatın tüm renklerine yaşama hakkı tanıyan evrensel ve çağdaş bir yönetim biçimidir. Ancak demokrasi geleneği henüz çok yeni olan Türkiye, demokrasiyi daha tam olarak sindiremedi. Dolayısıyla güç sahipleri demokrasiyle gelseler de demokrasiyi bırakın daha ileri götürecek düzenlemeleri yapmayı, kendi gücünü korumak için demokrasiyi daha da geriletebiliyor. Adeta tek adamlığa giden, otoriteyi ve dolayısıyla şiddeti artıran bir yönteme sarılabiliyor.
Türkiye, 1970’li yıllarda bir merkez partilere sahipti, bir de aşırı uçlara. Aşırı solcu partiler ve aşırı sağcı partiler vardı. Milli Selamet Partisi (MSP) aşırı sağcı parti olarak ifadelendiriliyordu ve marjinal bir parti olarak %5 gibi bir oyu ancak alabiliyordu.
Fakat zamanla Türkiye siyaseti özellikle Özal döneminden sonra sarsıcı değişimler yaşadı. Merkez partiler birbirini yerken aradan Erbakan’ın MSP’sinin isim değiştirmiş hali olan Refah Partisi koalisyonla da olsa iktidara geldi. Ondan sonra ise Erbakan’ın partisinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını yapmış olan talebesi Recep Tayyip Erdoğan, partisi AKP ile tek başına iktidara geldi.
Bütün bunları neden anlattım, çünkü şöyle ya da böyle iktidarı Cumhuriyet değerlerimize, demokrasi anlayışımıza ve modern yaşam kültürümüze en uzak olan partiye teslim ettik. Dolayısıyla iktidarla zaten aramızda epey uzak bir düşünce farklılığı yatıyor. Bugüne kadar ekonomik hayatın dinamiklerini hedefe koyduk, Türkiye’nin ekonomik olarak büyümesi, gelişmesi ve hak ettiği yeri almasını öncelik saydık. Hükümetin bu konudaki çalışmaları sanırım halkımızdan destek gördü ki, AKP’yi ikinci kez iktidara getirdik.
Ancak iktidar devletin sadece ekonomik yapısını idare etmiyor. Sosyal hayata, kültürel hayata da müdahale etmek isteyince gerilim arttı.
İnsanlar artık eskisi gibi değil. Bilgisayar başındalar. Dünyayla entegre oluyorlar. Hayatlarına bu denli müdahaleyi sevmiyorlar. Kısıtlanmak istemiyorlar. Kaç çocuk yapacakları, içkiyi nerede ve nasıl içecekleri gibi sosyal yaşamlarına ilişkin kısıtlamaları sevmediler. Sonra Cumhuriyete ilişkin, Cumhuriyeti kuranlara ilişkin temel değerlere karşı duruşları da sevmediler. Bu toplum hala Atatürk’e hayran. Dolayısıyla bu konudaki gizli düşmanlıkları da kabul etmiyorlar. Yani daha pek çok şey var yaşanan. Tabii burada üslup sorunu da oldu. Bütün bunlar birikti, birikti ama bastırıldı. Herkes başka bir şeye kızdı, herkes kendiyle ilişkili başka bir konuya tepkiliydi. Bütün bu birikimler Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesi davasında patladı.
Boşuna dememişler, “doğal dengeyle fazla oynama, tabiat senden güçlüdür ve intikamını alır” diye… Nitekim öyle oldu.

Bir anda Galatasaraylısı, Fenerbahçelisi, Beşiktaşlısı, partilisi partisizi büyük bir kitle konuya kayıtsız kalamadı, orada oldu. Bedenen orada olanlardan daha fazla, kalben orada olanları da katarsanız, ulus olarak uzun zamandır hiçbir seferinde bu kadar büyük bir birleşmeyi milli maçlarda dahi sağlamamıştık. Hep apolitik yaşadığından şikayet ettiğimiz çocuklarımız toplumsal duyarlılık gösterdi, tanımadığı insanlarla dayanışmaya girdi, bir toplum, bir ulus olduğumuzu fark ettiler; hem de iktidara uzlaşma ve üslup konusunda ciddi mesajlar verdiler.
Bundan sonrası her şey çok daha iyi olacak. Ya uzlaşmayı ve saygı duymayı öğreneceğiz, ya da bunu bilenlere yerimizi bırakacağız.
Bu yüzden Gezi Parkı Dayanışması çok iyi oldu. Gerçi çoğumuz biber gazı yedik ama kimin umurunda. Acıya dayanıklı milletiz biz. Hayatımız acı, dram. Hem acılı adana, acılı çiğköfteye bayılan bir toplumuz. Biberden korksak, bahçeye biber ekmezdik. Bu topluma gaz sıkarak ürkütmek isteyenlerin kereviz gazı, bakla gazı, brokoli gazı gibi şeyler denemek lazım. Şaka tabii ki!
Daha güzel bir yaşamı hak ettiğimizi düşünüyor ve daha iyi bir yaşam diliyorum.
Saygılarımla.

Nejat Gümüş
4 Haziran 2013, İstanbul

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.