Ankara’nın Bağları, Büklüm Büklüm Yolları…

Ankara’nın Bağları, Büklüm Büklüm Yolları…

Ankara’ya gidiyorum, bir kez daha… Hani derler ya herkesin yolu Ankara’ya mutlaka düşer diye… Kiminin tayin işi vardır, bakanlıklarda; kiminin bürokratik işlemleri; kiminin sınavı… Çünkü Ankara “devlet”tir, devlet şehri, başkenttir. Şu koskoca ömrün içine farklı zamanlarda farklı gerekçelerle öyle çok Ankara seyahati sığdırmışızdır ki, sayısını ben bile unuttum.
İstanbul’dan kalkıp Ankara’ya gelmek, eğer zamanı hızla değerlendirmek için acele de ediyorsanız, çok hızlı bir değişim ve dönüşümü de yaşayacağınız, bir kültürden bir başka kültüre geçişi hissedeceğiniz ilginç bir deneyim oluyor.
Bu kez de öyle oldu… İstanbul’dan çıktım, arabada radyoyu karıştırıyorum müzik dinlemek için. Yüzlerce frekans, yüzlerce radyo. Her biri başka havadan çalıyor. Çoğunluğu pop. Arada alaturkaya denk geliyorum, biraz duraklayarak… “Biz Heybeli’de Her Gece Mehtaba Çıkardık”, “Fındıklı’dır Bizim Yolumuz”, “Üsküdar’a Giderken Aldı Bir Yağmur”, “Beyoğlu’nda Gezersin, Gözlerini Süzersin” gibi buram buram İstanbul kokan şarkılar da var. Radyolar İstanbul kadar, çeşitli kültürleri barındırıyor, İstanbul kadar kozmopolit. Yani, ne ararsan var dediklerinden!..
Saatler geçiyor böyle… Sonra sözleşmiş gibi bütün müzikler aynı havaya dönüyor. Hepsinde bir kıvraklık, bir oynaklık, bir canlılık. Hepsi neşeli. Ve neredeyse bütün frekanslarda aynı ezgi var: “Ankara’nın Bağları, Büklüm Büklüm Yolları”
Havasından mıdır, suyundan mı bilmem, müzikte “Ankara Havaları” diye bir tarz var neredeyse… İnsanları ayağa kaldıran, oynatan, birkaç dakikalık da olsa hayatın sıkıntılarını unutturan, uzaklaştıran eğlenceli nağmeler bunlar. Ankaralı Turgut, Sincanlı Filiz, Oğuz Yılmaz derken şimdi de Ankaralı Coşkun diye biri çıkmış, tüm Türkiye’yi sallıyor. Hangi tür müziği severse sevsin, hiç kimse bu türküye kayıtsız kalamıyor.
Oysa ilginçtir, Ankara devlet ve bürokrasi şehridir. Ağırdır havası o yüzden. İnsanların yüzüne ve yaşam biçimlerine devletin ağırlığı çökmüştür. Her şey kurallı, zamanlıdır. Memur kenti dedikleri Ankara, bu yüzden dışarıdan gelenlere soğuk gelir. Ama ne gariptir ki, insanları ve yaşam biçimlerinin aksine şarkıları, türküleri müthiş bir enerjiye sahiptir. Kimbilir, iş hayatını bu denli disiplinli yaşayan insanları, ancak bu türkülerle motive ediyorlardır belki de…
İşin özeti dostlar, Ankara’ya güle-oynaya girdik!..
Devletle işiniz varsa, bürokrasiye takılırsınız doğal olarak. Bu da demektir ki, Ankara’ya bir günlüğüne gitmişseniz, iki gün daha uzar işleriniz. Biz de buna hazırlıklıyız artık.
Ankara’yı seversiniz ya da sevmezsiniz o ayrı bir şey, ama saygı duyarsınız. Çünkü Ankara, Atamızın şehridir. O en büyük Türk’ü Ankara’ya yatırdık, Ankaralılara emanet ettik aziz naaşını. Bir kentin doğuşu ve büyüyüşü gerçekleşirken, aynı zamanda bu kentte alınan kararlar, oluşturulan projeler ile bir ulus küllerinden yeniden doğuyor, çağdaş bir cumhuriyet Ankara’da inşa ediliyordu. Bu yüzden Ankara’da gezerken, sanki bir yerlerde Atatürk ile karşılaşacakmışsınız gibi bir his alırsınız.
Yine Ankara’ya gelenler için Gençlik Parkı vazgeçilmezdir. Gençlik yıllarımdan beri, ne zaman Ankara’ya gitsem kendimi Gençlik Parkı’na atardım. Gün içerisinde koşturmaktan ve şehrin telaşından yorgun düşen ben, Ankara’nın göbeğindeki bu parkta dinlenmeye çalışırdım. Nerede bir ağaç gölgesi bulsam oraya atardım kendimi, bekçiler de beni oradan atardı. Artık bir nevi köşe kapmaca oynardık.
Üstad Yahya Kemal, gerçek bir İstanbul aşığıymış. Zaten şarkılara da söz olan o meşhur şiirlerinde İstanbul’u çok anlatmış. “Sana dün bir tepeden baktım ey aziz İstanbul”, “Bir tatlı huzur almaya geldim Kalamış’tan”, “Hayal Şehir” ve daha niceleri… Üstad’a bir gün Ankara’dayken sormuşlar, “Ankara’nın en çok nesini seversiniz?” diye… Yahya Kemal cevap vermiş: “İstanbul’a dönüş yolunu…”
Yok, benim için bu kadar değil. Bildiğim, yaşadığım şehir İstanbul ama her yerin ayrı bir güzelliği var ve bu güzellikleri yaşayabilmek, hissedebilmek önemli… Küçük iş gezilerini, stresi ve yorgunluğuna rağmen bir keyfe, bir zevke dönüştürmek gerek. Bu konuda Ankaralılardan öğreneceğimiz çok şey var. Tıpkı Oğuz Yılmaz’ın “Bas Bas Paraları Leyla’ya” şarkısında olduğu gibi….
Bir daha mı geleceğiz dünyaya?
Ankara’dan sevgiler, selamlar.

Nejat Gümüş
22 Mayıs 2013, Ankara

Laf Ola, Beri Gele!..

Laf Ola, Beri Gele!..

Atasözleri, hayatımıza ışık tutan, yol gösteren çok değerli kılavuzlardır. Çünkü onların arkasında bir değil, onlarca hayat, binlerce deneyim vardır. Büyük tecrübelerden, yaşanmışlıklardan süzülüp gelmiş damıtılmış söz sanatının en değerli incileridir. Kimbilir hangi hayatların hangi pişmanlıklarını, “keşke”lerini, “iyi ki”lerini barındırıyorlardır…
Ne zaman kafamız karışsa, atasözleri devreye girer. Biz hatırlamayız da en yakınımızdakiler hatırlatır hemen. O ana, o duyguya eşlik eden, tam o an için söylenmiş olan bir atasözü mutlaka vardır.
Aslında, işin doğrusunu ben size söyleyeyim mi? Yalnızca her duygu için bir atasözü söylenmemiş, her kişi ve her karakter için de bir atasözümüz var. Bu da şunu getiriyor, her bakış açınızı, her yaptığınızı ve yapacağınızı onaylayan bir atasözü illa ki var.
Az bilirsiniz, “cahile söz anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur” derler; çok bilirsiniz, “çok bilen çok yanılır” derler. Acele edersiniz, “acele işe şeytan karışır” derler; yavaş davranırsınız, “erken kalkan yol alır” sözüyle yaptığınız gene eleştirilir.
Hakkınızda ileri-geri konuşulduğunu duyarsınız, kimileri “meyveli ağacı taşlarlar” diyerek size moral verir, kimileri de “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” diyerek, sizi kuşkuda bırakır.
“Bin bilsen de bir bilene sor” diyenlere inat, “Herkes bildiğini okur” diyerek konuyu kestirip atarlar çoğu zaman…
Bahar gelir, yüreğiniz kabarır, konumunuza, sorumluluklarınıza bakmadan bir yasağa gönül koyarsınız. Kendinizi daha az suçlu hissetmek için de “Bir çiçekle yaz gelmez” sözünün arkasına sığınırsınız. Ama bir başka sözle sizi tam alnınızdan vururlar: “Bini de bir, biri de bir”. Küçük masum bir göz kaçamağında yakayı ele verdiğinizde, hemen savunmaya geçersiniz, “Güzele bakmak sevaptır” diye… Oysa savunmanızı çürüten yine başka bir atasözüdür: “Harama uçkur çözülmez.” Tutku gözünüzü kör etmişse, “Ava giden avlanır” diyerek yanlış yolda olduğunuzu ve başınıza bela geleceğini söylerler, sizin cevabınız da nettir: “Atın ölümü arpadan olsun.”
Bir arkadaş grubunuzda biri hakkında konuşuyorsunuzdur. Daha sözünüz bitmemiştir ki bir de dönüp baktığınızda, sözü edilen kişinin size doğru geldiğini görürsünüz. “Biz de tam şimdi senden konuşuyorduk” yerine geçen bir atasözü aklınıza gelir: “İyi insan lafın üstüne gelir.” Eğer ki hakkında konuştuğunuz kişi çok da sevdiğiniz biri değilse bu söz yerine “İti an, çomağı hazırla” atasözünü tercih edersiniz.
“Söz gümüşse, sükut altındır” sözü susmanın konuşmaktan daha değerli olduğunu ifade eder ve sizi susmaya yönlendirir. Oysa “Sükut ikrardan gelir” sözü, susarak durumu kabullenmiş olduğunuzu anlatır ve susmamanız gerektiğini tavsiye eder. Tıpkı “susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganındaki gibi…
Birileri çıkar, “İçki kötülüklerin anasıdır” der. Öteki de çıkar, “Ana gibi yar olmaz” der…
Kız ve erkek birbirini çok sever. Evlenmeye karar verirler. Oysa bunun için hiçbir şeyleri yoktur. Ne para, ne birikim, ne başlarını sokacakları bir ev… Ama hayatın tüm zorluklarına göğüs gerebilecekleri öyle büyük bir sevgileri, öyle büyük bir moral güçleri ve öyle güzel bir atasözleri vardır ki!.. “İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur” derler. İşte tam bu sırada aile büyükleri, çevre başka bir atasözüyle onları tam kalplerinden vurur: “İki çıplak bir hamama yakışır.” Onlar israrla bu durumun geçici olduğuna inanırlar, “Gün ola harman ola” diyerek hayatın nice sürprizleri olduğuna dem vururlar. Ötekiler yine sustururlar; “Çarşambanın gelişi Perşembeden bellidir.”
Hayat bu, her anı bir olur mu? İnişleri de vardır, çıkışları da. Her şey biz insanlar için. Dara düşersiniz, zorda kalırsınız, böyle durumlarda yanınızda kim vardır, kim size moral verecek, destek olacak, yardım edecektir… “Dost kara günde belli olur” der, beklersiniz. Ama bazen de ne yazık ki, insanlardan umudunuzu yitirir, “Düşenin dostu olmazmış” diyerek teslim olursunuz vefasızlığa… Herkes başka bir şey söyler, kimi “Eski dost düşman olmaz”, kimi “Güvenme dostuna, saman doldurur postuna” der.
Sonra bu acı deneyimler kimilerini katılaştırır, dost elini kimseye uzatmazlar. “Merhametten maraz doğar” derler. Oysa iyiliğe ve iyi insan olmaya yönlendiren öğretiler hep şunu söyler: “İyilik yap denize at. Balık bilmese Halık bilir.”
Yanlış bir işte, yanlış bir ilişkide, yanlış bir insanda ısrar etmenin çok şey kaybettireceğini söyler “Zararın neresinden dönersen kardır” sözü. Ama sizi kararsızlığa götürecek, cesaretinizi kıracak başka bir söz daha devreye girer: “Gelen gideni aratır.”
Eğricisinizdir, “Eğri otur, doğru konuş”diyenler, doğrucu olduğunuzda da “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” diyenlerdir. Bir yandan “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” derler, diğer yandan da “Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma” derler…
“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” diyerek sizi güzel güzel konuşmaya yönlendirenler, başka bir durumda da “Lafla peynir gemisi yürümez” diyerek sözünüzün etkisini kırmaya çalışırlar.
Paranın her şeyi değiştireceğini savunanlar “Ye kürküm, ye” sözünü severler; paranın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini savunanlar ise “Altın semer vursan da eşek, yine eşektir” sözünü severler.

Para kazanmaya başlarsınız, geleceğinizi de düşünmek zorunda olduğunuzu hatırlatır hayat size. Henüz az kazanıyorsunuzdur, ama yine de küçük küçük tasarruflar yapmanız gerektiği söylenir. “Damlaya damlaya göl olur” diyerek size o küçük tasarrufların nasıl büyük birikimler yapacağını bir güzel hayal ettirirler. Tam bu sırada biri çıkar der ki: “Taşıma suyla değirmen dönmez.” Buyrun!.. Kalır mı artık sizde tasarruf hevesi?
İş tasarruflardan, kazandığınız paradan açılmışken… Az kazanırsınız, “Azıcık aşım, ağrısız başım” diyerek kendinize moral verirsiniz; çok kazanırsınız “Fazla mal göz çıkarmaz” diyerek mal-mülk sahibi olma tutkunuzu haklı gösterirsiniz. Bir yangın, bir hırsızlık, bir kaza durumunda malınız-mülkünüz zarara uğramıştır, sizi teselli ederler: “Cana geleceğine mala gelsin” diye… Oysa “Mal, canın yongasıdır” diyenler de aynı kişilerdir…
“Paramı nasıl değerlendirmeliyim?” diye soracak olsanız, insanların çoğu, “Sakla samanı, gelir zamanı” diyecektir size…
Bana soracak olsanız, ben de derim ki: “Bas bas paraları Leyla’ya, bir daha mı geleceğiz dünyaya”…
Şaka bir yana sevgili dostlar, çok da fazla hayatı esirgememek lazım. Doya doya yaşamak lazım. İçinizden geldiği gibi…
“Son gülen iyi güler” sözüne çok fazla bel bağlamayın. Zira, “sona kalan, dona kalır.”

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
21 Mayıs 2013, İstanbul

Anneler Günü, Annesizler Günü!..

Anneler Günü, Annesizler Günü!..

Her şeyi anlatabildiğinizde bir şeyleri anlatmak daha zor gelir. Çünkü bazı şeyler sizin için ötekilerle eşit uzaklıkta değildir.
Bilmediğiniz bir şeyi anlatmaktan daha zoru vardır: çok sevdiğinizi anlatmak! Çünkü kelimelerin en süslülerini, en ironiklerini, en esneklerini, en koyu olanlarını da bulsanız anlatmak istediklerin karşısında kifayetsiz kalırlar.
Hele bir tanesi var ki, isterseniz dokuz dil bilin, edebiyat fakültelerini birincilikle bitirin, bütün söz sanatlarının tozunu attırın, bırakın diğer dilleri, sular seller gibi konuştuğunuz, yazdığınız ana diliniz bile anlatmaya yetmez “ana”yı…
Anlatabildikleriniz ve anlatabileceklerinizin toplamı en fazla sizi anlatır, sizdeki anne sevgisinin… Oysa anne, daha fazlasıdır. Anne, dünyadaki hiçbir varlıkla ve hiçbir duyguyla kıyaslanmayacak, yerine bir başka şey konmayacak yegane varlıktır.
Anne, ne değildir ki!.. Sizi ilk sarandır hayatta ve ömür boyunca bırakmayacak olandır. Cennet kokandır anne, kokusunu ilk aldığınız, üç günlük bebekken ötekilerden ayırt ettiğinizdir. Sizi besleyendir anne, dünyanın en sağlıklı gıdasıyla sizi doyuran, en ilahi besinini yalnız size aktarandır. Sizi dünyaya hazırlayan, tanıdığınız ilk kişidir. Temizleyen, bakan, büyütendir. Uyutup da büyüten… Sizin için beste yapan, ninni söyleyen, size müziği ilk dinletendir. Dünyanın en güzel, en içli, en saf sesidir anne. Bebekken ağladığınızı, daha ağlamadan duyandır. Gece bilmem kaç kere kalkıp üstünüzü örtendir anne, uykuya haram gecelerinde… Gönüllü nöbetçidir, siz uyudukça uykusunu alan…
Çocukluğumuzda yanımızda olandır anne. Düştüğümüzde “anneciğim!” ya da “anam oy!” diye tepki verdiğimizdir.
“Bu yaptığımı babama söyleme” dediğimiz sırdaşımız hatta suç ortağımız, “babama söyle, para versin” dediğimiz aracımızdır anne. Diplomattır, sorunları çözer. Babanın evlada şiddetini göğüsleyendir, göğsünü siper edendir. Durumu kurtarmak için yalan söyleyendir, çocuğu için…
“Bir börek yapar, parmaklarını yersin!” dediğiniz dünyanın en iyi aşçısıdır anne. Çünkü yemeklerine hep sevgisinden bir parça katmıştır. Almadan verendir anne!.. Bire bin veren, büyüyen, çoğalan, kök salan… Toprak gibi, hatta topraktan çok. Öyle olmalı ki, “toprak ana” diyoruz ötekine…
Yokluğa göğüs geren, yoktan var eden evin bereketidir. Aldatılmaya, ihanete, kötü söze, dayağa, kumara, alkole hatta üstüne kuma getirilmesine, bütün duygularını yitirmiş olsa bile, çocuklarını bırakıp gidemediği için katlanandır anne!..
Standarttır anne. İdeal bir kadının nasıl olması gerektiği konusunda size fikir veren, kıyaslama yapabileceğiniz hedeftir.
Şefkattir anne! Ağacı, çiçeği, kuşu, böceği¸kediyi köpeği o yüzden seversiniz. “Yazık” sözcüğünü ilk ondan duymuşsunuzdur, kimseyi incitmemeniz gerektiğini de…
Kısacası hayattır anne, hayatın kendisidir. Dünyanızdır. Kayıtsız şartsız şımarabileceğiniz, çekinmeden yanında ağlayabileceğiniz tek insandır.
Ve sevgisinden emin olduğunuz!..
………………………………………………………..
Çocukluğumun en onurlu günleri olurdu Anneler Günü!.. Çünkü o gün, yılda bir kere anneme, o karşılıksız ve yüce sevgisine, hayatını feda edişine ufak da olsa bir teşekkür fırsatı çıkıyordu. Harçlıklarımdan biriktirdiğim ve çoğunlukla üzerini babamın tamamladığı para ile anneme hediye alırdım. Hediye vermenin hediye almaktan daha güzel bir şey olduğunu da ilk kez o zaman fark etmiştim. O küçücük ellerimle ve küçük küçük harçlıklarımla aldığım küçük hediye nasıl büyük bir mutluluk verirdi bana. İlerde büyüdüğümde, büyük adam olduğumda anneme en büyük hediyeler, yüreğim kadar hediyeler alacağımı hayal ederdim.
Ama hayat tam da böyle değilmiş… Bir şeyler verirken bir şeyler de alıyormuş. Üstelik aldığı şeyleri ne kadar sevdiğine bakmadan, ne zaman alacağına senin karar vermediğin, asla hazır olmadığın zamanlarda alıyormuş.
Erken kaybettim annemi. Doyamadan. Hani o “Hastane Önünde İncir Ağacı”ndaki gibi, bir hastanede. Görüş günü olmadığı için son anlarında yanında olamadan, elini tutamadan…
Şimdi yine bir Anneler Günü heyecanı yaşanıyor. Kızıma bakıyorum da, hem “ne mutlu ki annesi var” diyorum, hem de biraz kıskanıyorum.
Şunu biliyor, şuna inanıyorum ki, annenizi kaybettiğiniz an çocukluğunuz bitiyor. Oysa ki hangi yaşta olursanız olun, dünyanın en güzel ve en ayrıcalıklı şeyi çocukluktur.
Eğer bugün Anneler Günü’nü kutlayacağınız bir anneniz varsa, yaşıyorsa sizden şanslı, sizden mutlu kimse yok demektir.
İşsizliğinizi, soğuk algınlığınızı, ödenmeyen faturalarınızı, tavandan su akıtan banyonuzu, takımınızın şampiyon olamayışını, sizi terk eden sevgilinizi, çocuğunuzun istediği yere girmesine yetmeyen puanını unutturacak kadar büyük bir gücünüz var demektir.
Annenizin kıymetini bilin ve geç kalmadan ona sevdiğinizi söyleyin.
Annenizin ve tüm annelerin Anneler Günü kutlu olsun.

Saygılarımla.
Nejat Gümüş
7 Mayıs 2013, İstanbul

HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI

HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI

“Hastane önünde incir ağacı, annem ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı, annem ilacı
Baştabip geliyor zehirden acı, annem acı
Garip kaldım yüreğime dert oldu, annem dert oldu
Ellerin vatanı bana yurt oldu, annem yurt oldu.”

Yanık bir Yozgat türküsüdür bu… Garipliği, yalnızlığı, çaresizliği öyle derin, öyle etkili anlatır ki…
Türkünün hikayesine göre, genç bir erkek askerde verem olur ve tedavi için İstanbul’a getirilir. Yavuklusunu özler ama veremli diye kızın ailesi görüşmelerine izin vermez. Hastanede yatan genç, pencereden gördüğü incir ağacından ilham alarak bu türküyü söyler. Hikayenin sonu kötüdür, genç delikanlı amansız hastalıktan kurtulamaz. Ailesi cenazesini memleketine götüremez, İstanbul’a gömülür…
Çok eski bir türküdür ama hep günceldir aslında. Çünkü hemen herkes kendinden bir şeyler bulur bu türküde. Çünkü hemen herkesin hastaneyle ilgili anısı vardır, acısı vardır. Kendisi ya da yakınları için…
Bundan 22 yıl önceydi… Annem hastalanmış, Zonguldak SSK Hastanesi’ne yatırmıştık. O zaman ne bizim şartlarımız, ne ülkemizin şartları, ne de ülkemizdeki hastanelerin şartları şimdiki gibi değildi. Belki teknoloji yoktu, modern cihazlar yoktu, yeni ilaçlar, yeni tedavi biçimleri, tıpta yeni çareler yoktu ama asıl yok olan “insanlık”tı… İnsana saygı yoktu, acını, hastanı, çaresiz ve kimsesizliğini sahiplenecek “ilgi” yoktu.
Var olan şeyler de az değildi tabii… “Emir” vardı, “kural” vardı, “yassah hemşerim” vardı…
Oysa ne çok birine ihtiyacınız vardır böyle zamanlarda… Yüzü gülen bir doktora, ilgilenen bir hemşireye, “geç kardeşim” diyecek kapıdaki görevliye, hastanıza hoyrat davranmayan hastabakıcıya… Çünkü o çok sevdiğiniz hastanız avucunuzdan kayıp gitmektedir ve işiniz Allah ile tıbbın imkanlarına kalmıştır. Onu iyileştirecek, size bağışlayacaktır. Bir umut, bir ışık, bir mucize, bir şifa, bir insanlık ararsınız… Çünkü o zamanlarda çok alıngan, çok kırılgan, çok yıkık, çok üzgün, çok perişansınızdır. Umuda ihtiyacınız vardır her şeyden önemlisi…
O zamanlar hasta ziyaret günleri vardı, haftada sadece iki gün, Salı ve Perşembe… Bu günler haricinde adeta hastalanmanız tavsiye edilmiyordu … Hastanız inlese, sizi görmek istese, siz onu görmek isteseniz, meraktan çıldırsanız göremezdiniz. Orada yatan hayattaki en değerli varlığınız anneniz olsa; anneniz ameliyata giriyor, hatta ölüyor olsa göremezdiniz!
Göremedim ben de… Annem hastanede öldü ve ben göremedim. Yanında olamadım. Son bakışını, son sözlerini, elimi tutuşunu göremedim.
Bir insanın hayattaki en değerli varlığı olan anasına doya doya veda edememek ne demektir bilir misiniz? Hele de benim gibi ailenin tek çocuğuysanız, tek umuduysanız, ne demektir bilir misiniz?..
Ve farkına varmadan, düşünmeden, umursamadan sizi ömür boyu bir vicdan azabı, dinmeyen bir sızıyla baş başa bırakmışlardır. Ne kadar evlatlık yaptığınızı sorgularsınız. Annenize yapamadıklarınız, küçük şikayetleriniz, arada terslenmeleriniz gelir aklınıza, boğazınızdaki düğüm, pişmanlıklarınız büyür, nefes alamaz olursunuz. Yanında olmadığınız zamanların “ah”ı, “keşke”leri birbirine karışır. Ne kendinizle barışırsınız, ne devletinizle ve hastanelerinizle. Ömür boyu sürecek olan bir mesafe, bir soğukluk girmiştir aranıza…
Bugün özel hastaneler sayesinde başka türlü ve hak ettiğimiz bir muameleye, bir hizmet kalitesine kavuştuk şükür ki… Tamam para kazanmak için kurulmuş işletmeler, ama rekabette öne geçmek isterken, çağdaş dünyanın “insana hizmet” önceliğiyle işlerini yapıyorlar. Onların bu tavrı dalga dalga yayılarak tüm hastaneleri daha iyi bir seviyeye getiriyor. Bütün bunları yaşamak çok güzel.
Evet, hiçbiri annemi geri getirmeyecek ve bendeki derin yarayı iyileştirmeyecek. Ama en azından benim yaşadıklarımı benim çocuklarım yaşamayacak.
Umut ediyorum ki artık “Hastane Önünde İncir Ağacı” gibi, “Cerrahpaşa’da Bıraktım Canımın Yarısını” gibi insanın içine bıçak gibi işleyen türküler yakılmayacak; kimse sahipsiz olduğunu hissetmeyecek.
Annenizin elini tutabileceksiniz!..

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
30 Nisan 2013, İstanbul

ÇOCUĞUNA “BÜYÜK” OLMAYI ÖĞRET!..

ÇOCUĞUNA “BÜYÜK” OLMAYI ÖĞRET!..

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı milletçe bir kez daha coşkuyla kutladık.
Biz bu bayrama kısaca Çocuk Bayramı diyoruz, Atamızın çocuklara armağanı olan ve tüm dünyada çocuklara adanmış tek bayram olması 23 Nisan’ı özel yapıyor. Oysa bu günün tarihsel önemi, Kurtuluş Savaşı’nı başlatan ve bir ulusun yeniden küllerinden doğmasına vesile olan Büyük Millet Meclisinin toplanmasıdır. İmparatorluktan Cumhuriyete, ümmetten devlete giden yol böyle başlamıştı.
23 Nisan Bayramı geleneğidir, devlet büyükleri çocuklara bir günlüğüne makamlarını devrederler. İlginç bir gelenektir aslında. Belki de amaç, çocuklara gelecekte nerede olabileceklerini hayal ettirmektir…
Çocuklarımızı çok seviyoruz. Hayata çocuğumuz olarak dahil ettiğimiz bu minicik yavrular, büyüdükçe bir birey halini alıyor. Çocukken kimseye emanet etmediğimiz varlıklarımızı, yetişkin olduklarında kendi rızamızla başkalarına, başka bir hayata teslim ediyoruz. Çünkü hayat böyle bir şey. Değişim ve dönüşüm yasaları sorgusuz sualsiz işliyor.
Ama biliyoruz ki, nerede, kimlerle, hangi mevkide ve kaç yaşlarında olurlarsa olsunlar onlar bizim çocuğumuz ve hep küçük çocuğumuz olarak kalacaklar. Çünkü onu “bizim” olarak görüyoruz ve bu yüzden bu kadar karışıyor, kendi haline bırakmıyor, hatta hesap soruyoruz. Belki de büyümelerini engellemeye çalışıyoruz farkına varmadan.
Oysa sosyal bir varlık olan insan, yalnız birine ait olmuyor. Çocuğumuzu yalnızca iyi bir çocuk, hayırlı bir evlat olarak yetiştirmek yeterli midir? İyi bir öğrenci, iyi bir eş, iyi bir arkadaş, iyi bir çalışan, iyi bir asker, kısaca iyi bir insan olarak yetiştirmenin de sorumluluğunu üstlenmeliyiz.
Ama biz de insanız sonuçta, etten kemikten… Biz de iyi bir baba, iyi bir eş, iyi bir eleman, iyi bir yurttaş, iyi bir insan olma noktalarında eksik, hatalı hatta zayıf yetişmiş, yetiştirilmiş olabiliriz. İnsan büyüklerinden öğrendiklerini, doğru bildiklerini ve yaşadıklarını aktarıyor çocuklarına. Hayat bu denli hızlı akarken, teknoloji ve bilgi, yaşam kültürünü hızla değiştirirken değerler de hızla değişiyor. Kuşak çatışmaları dediğimiz şey de tam burada başlıyor. Bizim değerlerimiz çocuklarımızın değerleriyle, alışkanlıklarımız alışkanlıklarıyla, zevklerimiz zevkleriyle uyuşmuyor. Onlarda gördüğümüz ve adını koyamadığımız farklılıklar bizi ürkütüyor ve bu da bizi onlara karşı daha müdahaleci, daha baskıcı yapabiliyor. Aslında biz korkuyoruz değişimden, farklı olandan. Tıpkı insanın bilmediği yollardan, bilmediği adreslerden, bilmediği insanlardan korkması gibi.
Peki her şey bu denli hızla değişirken biz çocuklarımıza bir şeyler öğretemeyecek miyiz? Kaldı ki onların gözünde belli bir yaşa kadar “kahraman” iken ne vereceğiz. Varlığımız onlara güven verirken, bu güvenin boşa olmadığını neyle göstereceğiz? Kayıtsız mı kalacağız, “hayat senin hayatın, her şeyi deneme/yanılma yoluyla kendin öğren” diyecek kadar hem çaresiz, hem umursamaz olacak mıyız?
Elbette ki hayır! Bilim adamları da kendi doğrularını aktarmıyor mu bizlere, kitaplarıyla?.. Sadece biçimi bırakıp öze inebilmeli, hem onları en çok sevenler olarak, hem de onların birey olabilmelerine saygı duyarak temel değerleri vermeye çalışmalıyız.
Bu konuda bakın temel değerler neleri öneriyor:
“Yapabiliyorsan gözyaşlarını tutmamasını öğret çocuğuna, acı çekmeden olgunlaşamayacağını…
Kıskanmamayı öğret ona, arkadaşının başarısından mutlu olmayı, birlikte sevinçleri paylaşmayı, içinden ‘neden ben değil de o?’ demeden…
Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona, çünkü hayat bir adım sonrasında, görünüşte galip olanları gösterecek ona nasılsa…
Her şeyin bir sonu olduğunu öğret. Sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif vermeyebileceğini… Kazanılan ve harcananın bir sonu olduğunu, gidilen yerlerin zamanla bıkkınlık verebileceğini, her şeyi tüketebileceğini, tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu öğret…
Kitaplardan keyif almasını, ders çalışmak istemiyorsa zorlanmamasını, ama okumayı sevmesini öğret ona. Ona kendisi ile kalacağı sakin zamanlar ver, sıkılmayı öğret ona, sıkılıp ta kendini yönlendirmeyi bulmasını…
Doğaya götür onu, hayvanlardan korkmaması gerektiğini öğret. Arıların bizi sokmasından çok, nasıl bal yaptığını anlat. Doğanın kendi içindeki gizemini bulmasına yardımcı ol, yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almasını sağla. Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğret, belki büyüdüğünde bir gece ateş yakar…
Şartlar çok zor olsa da yalan söylememesi gerektiğini öğret ona. Kazandığı elli milyonun piyangodan çıkan beş yüz milyardan çok daha keyifli olduğunu öğret. Alın terine saygıyı öğret ona.
Kendi doğruları üzerinden kimsenin onu yargılamasına izin vermemesi gerektiğini öğret, başkalarını da kendi doğruları üzerinden yargılamamayı… Başkalarını dinlemesi gerektiğini, ama söylenenleri kendi eleğinden geçirmesi gerektiğini öğret. Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlat.
Hayatı sorgulamayı öğret ona… Bilginin en büyük güç olduğunu öğret. Bilgisini en büyük fiyata satmasını, ama kalbini ve ruhunu kendisine saklaması gerektiğini öğret. Haklıyken dik durmasını, günün birinde yaptıkları değil yapmadıkları için pişmanlık duyabileceğini öğret.
Basit yaşaması gerektiğini öğret ona, çay içmekten keyif almayı… ‘İstemiyorum’, ‘hayır’ demeyi öğret ona, istediğinde ise ‘istiyorum’ demeyi, lafı dolandırmadan… Sevdiğinde ise ‘seni seviyorum’ diyebilmeyi öğret ona. Sorgusuz sevmeyi… Aşk acısı çekmenin hiç aşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğret.
Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapması gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşmasını öğret ona.
Müziği sevmesini, sporla barışık yaşamasını, işlerin hiçbir zaman bitmediğini söyle ona, en yoğun zamanda bile kendine vakit ayırması gerektiğini öğret…
Ama en çok da kendini sevmesini öğret… Kendini sevmezse kimsenin onu sevmeyeceğini…”
Sadece ve sadece “insan” olmayı öğret ona.
Büyük olmak budur!..
Saygılarımla.

Nejat Gümüş
24 Nisan 2013, İstanbul

YALNIZLIK ALLAH’A MAHSUSTUR…

YALNIZLIK ALLAH’A MAHSUSTUR…

“Çağımızın en büyük hastalığı obezite” diyor bilim adamları. Ben ise bir adım daha öteye geçiyorum ve diyorum ki: “Çağımızın en büyük hastalığı yalnızlıktır.”
Yalnızlık bir anlamda özgürlük gibi de algılanıyor. Canının istemediği insanlara katlanmamak, canın çektiği gibi ve kendi dünyanda olmak.
Tamam, hepimizin zaman zaman yalnız kalmak istediği, yalnızlığa ihtiyaç duyduğu anlar vardır. Kendi iç dünyamıza çekilmek, olanı/biteni tartmak, hayatı, ilişkiyi, yaptıklarımızı ve yapamadıklarımızı sorgulamak içsel yolculuğumuz için iyi gelir. Bizi derinleştirir. Geçmişle hesaplaşmamızı tamamlar, geleceğe daha güçlü yol alırız.
Ama yalnızlık denen şey de dipsiz bir kuyudur. Siz ondan keyif almaya başladığınız zaman, onu değiştirmek için hiçbir şey yapmamaya başlarsınız. Ve gün gelir yalnızlık bir yaşam biçimi haline gelir. Daha da kötüsü yalnızlık sizin kaderiniz olur.
Yalnızlığı en derin, en güzel anlatan değerli ozan Özdemir Asaf der ki:
“Yalnızlık,
Müziğin bile seni dinlemesidir.
Yalnızlık,
İnsanin kendine mektup yazması
Ve dönüp-dönüp onu okumasıdır.”
Sosyolojik anlamda ataerkil aile düzeni değişip çekirdek aileye geçtiğinde insanın etrafındaki insanların sayısı önce ailede azaldı. Eski ve yoksun aile hayatlarında tek göz evde sekiz kişi yaşarken, şimdi dört odalı evde iki çocuk var ve her birinin kendine ait bir odası var. Ev hayatları da kendi odalarında ve kendi dünyalarında geçiyor. Yemekten yemeğe aile bir araya gelebiliyorsa, “buna da şükür” diyorlar.
Değişen teknoloji hızla yaşam biçimini ve alışkanlıkları da değiştiriyor. Bizim çocukluğumuzda oyunlar sokakta oynanırdı ve bir oyun oynayabilmek için olabildiğince arkadaşa ihtiyaç duyardık. Maç yapabilmek için iki takımı ve 22 kişiyi tamamlamaya çalışırdık. Yakan top, saklambaç, körebe, dalya ve daha ismini unuttuğum pek çok oyunumuz vardı ve bu oyunları oynamak için ya sokağımız, ya mahallemizde boş bir arsamız vardı. Oyun yerimiz belli olduğu için mahallenin bütün çocukları da orada toplaşırdık. Yani demem o ki, bizim çocukluğumuz çok sosyaldi. Sayısız arkadaşımız vardı. Yaşadığımız kendi hayatlarımız, yarattığımız kendi oyunlarımız ve mutluluğumuzu paylaştığımız arkadaşlarımız vardı. Oyunla başlayan arkadaşlığımız orada kalmazdı; acıktığımızda ekmeğimizi/simidimizi paylaşırdık.
Teknoloji önce evlerimize televizyonu getirdi. Televizyon bağımlısı olduk hepimiz. Günde ortalama 6 – 8 saat televizyon karşısındayız toplum olarak. Kendi hayatlarımız kalmadı, başkalarının hayatlarını takip ediyoruz nefesimizi tutarak. Hürrem gene neler yapacak, Fatmagül’e ne olacak, Cemile’nin çektikleri sona erecek mi, gençler kavuşacak mı, yatıp kalkıp bunları merak ediyoruz.
Ya bizim hayatlarımız? Kendi aşkını yaşamadan dizideki aşkların peşine düşen, kendi ailesindeki sorunları çözmeden televizyondaki aile sorunlarına üzülen, apartman komşusunu tanımayan ama Demet Akalın’ın evlendiği/evlenemediği tüm erkeklerin adını ezbere bilenlere “yalnız” denmez mi?
Şimdi televizyonu mumla aratan başka bir şey var: bilgisayar. Ya da internet. Hatta cep telefonu.
Televizyon hiç değilse, evlerin salonunda kurulu olur, tüm aile oturur beraber televizyon izlerdik. Ama şimdi ya herkesin önünde, odasında bir bilgisayar, ya da ellerinde bir telefon, bakışlar ona kilitlenmiş durumda.
Evlere girmenize gerek yok, inanmıyorsanız çıkın dışarıya, otobüslerde, hatta sokakta yürüyen gençleri bir izleyin. Hepsinin dünyası o küçük ekranda. Sanırsınız ki az sonra hayatı boyunca beklediği çok önemli bir haber gelecek, dünyası değişecek. Orada konuşuyor, orada yazıyor, orada okuyor, orada izliyor, orada dinliyor, orada arkadaşlık kuruyor.
Ve bu garip dünya hızla yayılıyor. Önce gençlerimizi, sonra çocuklarımızı, sonra da bizi, yakın dünyamızı etkisi altına alıyor. Yalnızlığa mahkum ediyorlar kendilerini. Paylaşmayı unutarak, bir insan sıcaklığı almadan, birine dokunmadan, birinin gözlerinin içine bakmadan, bir arkadaş grubuyla oynamadan, eğlenmeden geçiyor ömürleri.
Çağın hastalığı obezite deniyor ya… Ve sonra bu biriken kiloları yok etmek için yine internetten bir sürü zayıflama ilaçları, spor aletleri satıyorlar ya… Gazete bayiine gitmeden internetten gazete okursanız, mağaza mağaza dolaşmadan internetten alışveriş yaparsanız, filmleri evde izlerseniz, hatta yemek siparişi verirseniz, bütün bunlar yetmedi, manitanızla buluşmak için yağmur yemeden, randevuya geciktim diye nefes nefese koşmadan cepten görüntülü yazışırsanız, saatlerce konuşursanız; kısacası oturarak yaşarsanız obezite olmayıp da ne olacaktınız ki?
Zaman akıyor dostlarımız, siz duruyorsunuz!
Bırakın kim ne yapmış, Fatmagül’ün suçu var mıymış yok muymuş, bırakın Bihter’in Behlül ile yaşadığı yasak aşkın nasıl sonuçlanacağını. Bırakın, Hürrem’in meşrulaştırdığınız entrikalarını. Survivor’u kaçırmıyorsunuz madem, çıkın siz yapın outdoor sporlarını.
Diyeceğim o ki, hayatınızı başkalarının yönetmesine, yönlendirmesine ve sizi yaşamaktan vazgeçirmesine izin vermeyin. Yaşayın doya doya.
Sonra yaşlandığınızda, keşke diyecek çok zamanının olacak. Yapmak istediğiniz çok şey olabilir, ama bunları yapabilmek için gücünüz kalmayabilir.
Yaşama gücünüz kalmadığı zaman başkalarının ne yaptıklarının peşine düşün. Bugün, gücünüz kuvvetiniz yerindeyken, yaşama sevincinizi kaybetmemişken henüz ve yalnızlığın dibine vurmadan, yaşamaya bakın. Unutmayın, yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur.
Birlikte yaşamanın ve paylaşmanın keyfini hiçbir şey veremez.

Saygılarımla.
Nejat Gümüş
15.04.2013, İstanbul

YARIM ELMA, GÖNÜL ALMA!..

YARIM ELMA, GÖNÜL ALMA!..

Bugünlerde herkes Kiltaş’ın elma figürlü masa üstü promosyonunu konuşuyor. “Yarım Elma, Gönül Alma” niyetiyle dostlarımıza hediye ettiğimiz bu küçük promosyon farklı tasarımıyla dikkat çekti. “Böyle bir proje nerden aklına geldi?” diye soran dostlar da var…
Newton gibi, yorulmuş, bir ağacın gölgesinde uyuyakalmıştım ve ağaçtan başıma düşen kocaman, kıpkırmızı bir elma aklımı başıma getirdi demek isterdim ama öyle değil… Ancak itiraf etmeliyim ki, elma cidden insanın yaratıcılık güdülerini tetikliyor, ilham veriyor.
Belki de bu yüzden, reklam dünyası her yıl en yaratıcı reklamları seçmek ve ödüllendirmek için düzenlediği yarışmaya “Kristal Elma” adını verdi.
Gülgiller familyasından olan elma, dünyanın en çok tüketilen meyvesi olarak dikkat çekiyor. 25 türü ve tam 6 bin çeşidi var. Anayurdu önce Kuzey Anadolu, sonra Asya. Türkiye’de de iklimi uygun her yerde üretiliyor; üstelik kişi başına 20 kg ile dünyanın en çok elma tüketen ülkelerinden biriyiz. Türkçedeki asıl adı “Alma”, kırmızıdan geliyor…
Hiç düşündünüz mü, kutsal metinlerde, mitolojik eserlerde, masallarda elma neyi simgeliyor? Elma ile ne anlatılmak isteniyor? Neden hep elma kullanılmış? Elmanın tercih edilmesinden, elde edilmesinden sonra nasıl bir değişim başlıyor?..
Yaratılış efsanelerinde, insanın cennetten kovulmasının nedeni, yasak ağaçtan yedikleri yasak meyve, yani elmadır.
Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalında, Cadı Kraliçenin ödül olarak sunduğu kırmızı elma, onun hayatını değiştirecek olaylara sebep olmasını sağlar.
Ve masalların sonunda gökten düşen üç elma vardır.
Okullarda öğretilen “çalışan kazanır, elması kızarır”da elma, okumayı sökmek, yazmayı öğrenmektir.
“Elma dersem çık, armut dersem çıkma” sözünde elma, şimdi burada ol ve mücadele et anlamını taşıyor.
İnsan anatomisinde de karşımıza Adem Elması çıkıyor. Adem Elması gırtlak çıkıntısıdır. Genelde erkeklerde görülür. Erkeklerde ergenlik döneminde oluşmaya başlar. Yutma sırasında yukarı çıkar, daha sonra aşağı iner. Sanki Hz. Adem’in o elmayı gerçekten yediğinin bir kanıtı olarak var olmuştur.
Yerçekimi Yasası Isaac Newton’a ait. Bu yasa hep elma ile hatırlanır. Isaac Newton, tüm zihni ve düşünceleriyle bu yasaya konsantre olduğu bir anda kafasına düşen bir elma ile yerçekimi teorisinin canlanması aynı zamana denk gelir.
Her yaşa, her topluma ve her coğrafi konumda bilinen elma meyvesinin kullanılma amacı budur. Simge olarak elmanın kullanılması, insan düşünce yapısında daha kolay şekillenebilmesi ve daha kolay anlaşılabilmesi içindir. Kısacası elma ödüldür, tercih etmek ise insan iradesine ve seçme özgürlüğüne kalmıştır. Her seçimin sonrasında bir değişim meydana gelmesi ve insanın sonuçlarını yaşıyor olması anlatılmıştır.
Yunan mitolojisine göre, tarihte yapılan ilk güzellik yarışmasının ödülü de altın bir elma imiş. Zeus’un karısı Hera, kızları Athena ve Aphrodite arasında gerçekleşen bu yarışmada, en güzel olanı belirlemesi için zavallı bir çoban olan Paris’in yanına gitmişler. Paris, Athena ve Hera’nın gösterişli kıyafetlerinden değil, Aphrodite’in büyülü güzelliğinden etkilenmiş ve altın elmayı ona vermiş.
Tabii bir de “bir elmanın yarısı” sözü var. Birbirinden ayrılamayan, eşit güce sahip iki insan, iki sevgili için söylenir…
Elma, sözün ve kararın ifadesi olduğu gibi yine tohumlarının büyüdüğü her toprakta sevgiyi, güzelliği, şansı, bolluk ve bereketi, bilgeliği, cazibeyi sembolize etti.
Elma tam bir A ve C vitamin deposu… Sağlığa en faydalı besinler arasında kabul edilen elma Alzheimer ve Parkinson gibi zihinsel bozukluklara, nefes yolları hastalıklarına ve diş çürümelerine iyi geliyor. Araştırmalar elmanın prostat ve akciğer kanseri riskini azalttığını gösteriyor. Bundan başka zengin lif içeriği kalın bağırsak faaliyetlerine yardımcı oluyor. Kalp hastalıklarında, kolesterolün kontrolünde çok etkili.
100 gramında 59 kalori bulunan elma bu yönüyle gerçek bir diyet ürünü sayılıyor. Elmanın içinde yağ yok. Spor yapanlar için vazgeçilmez bir yiyecek. Spordan önce tüketilince enerji veriyor, spor esnasında tüketilince mineral eksikliğini gideriyor, spordan sonra tüketildiğinde ise toksinlerin atılmasını kolaylaştırıyor.
İçerisindeki zengin potasyum ve az sodyumdan dolayı elma vücudu dinlendiriyor. Böbreklerin temizlenmesini sağlıyor, kan şekerini kontrol altında tutuyor, baş ağrısına, romatizmaya, gribe, uykusuzluğa iyi geliyor, yüksek tansiyonu düşür.
Elma biçiminde tatlı bir promosyon verelim dedik, söz nereden nereye geldi.
Sözün özü, gökten üç elma düştü: Biri bu yazıyı okuyanlara, biri anlatana, diğeri ise tüm zihinlerde bir ışık olabilmesi dileği ile….
Saygılarımla.

Nejat Gümüş

YAŞAM USTALARINA SAYGILARIMLA…

YAŞAM USTALARINA SAYGILARIMLA…

Picasso, ünlü bir restoranda yemek yerken, restoran sahibi yanına gelip kendisinden hatıra olarak peçeteye bir şeyler çizmesini ister. Picasso peçeteye çabucak bir resim yapar ve adama “Buyrun, borcunuz 80 Frank” der. Adam “Aman Bay Picasso! 2 dakikada çizdiğiniz şey nasıl 80 Frank eder?” “Hayır bayım” der, Picasso. “2 dakika değil. 40 yıl artı 2 dakika.”
İşte bir usta size bir şeyler anlattığında biliniz ki, o ders veya öğütler onun sadece dakikalarını değil, yıllarını aldı.
“Gençler bilebilseydi, yaşlılar yapabilseydi” der bir söz. Derin ve acı da olsa gerçek bu işte…. Gençken, damarlarınızdaki kan daha hızlı ve daha heyecanla akarken, bütün dünyayı değiştirebilirmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Aklınızdan geçen fikirler birbirinden ilginç oluyor. Daha asi, daha agresif ve daha inatçı davranıyorsunuz. Önünüzde hiç bitmeyecekmiş gibi uzanan bir hayat ve size sınırsız gibi gözüken fırsatlar oluyor. Her yeni günün yeni ve hoş sürprizler getireceği düşüncesinin esiri olup eldekileri bol keseden dağıtmak bir çeşit cesaret gösterisi haline geliyor. Ama bu arada sinsi bir düşman, hiç durmadan ve kendisini hissettirmeden ilerliyor. İsmi: zaman. Onu durdurabilecek hiçbir silah yok. Sizin için günün birinde dursa bile, diğer canlılar için işlemeye devam edecek. Dünyada geçirdiğimiz her günün bir diğer anlamı, sona bir adım daha yaklaşmamız. Yaşamak sandığımız soluk alışverişi aslında her gün ölmek. Yaşlanmaksa, kaba bir tabirle, günden güne tazeliğini yitirmek; yani bayatlamak… Düz mantıkla bakıldığında yaşlanmanın özenilecek bir tarafı yok. Ama hayat tam da öyle değil. Bir şeyleri alırken, bir şeyleri veriyor. Azalan şeylerin yerini artan şeyler alıyor. Çünkü yaşlandıkça daha verimli çalışan eşsiz bir organ var: Beyin!
Beyin, akıl denen soyut kavram ve tecrübe adı verilen yardımcı oyuncuyla buluştuğunda, ortaya en güzel gençlik günlerinde ulaşılamayan bir kıvam çıkıyor.
Kaybetme ihtimali kapıya dayanmış ve hayat artık sınırsız gözükmemeye başladığında toparlanıyorsunuz. İtici bir iç hesaplaşmaya girişiyor ve muhasebeye başlıyorsunuz. Bu oyunun en sıkıcı yanı ise “keşke” başlıklı bölümler. Çünkü bir kere başladınız mı sonu gelmiyor ve artık yapacak hiçbir şey yok. İstediğiniz kadar “keşke” diye başlayan cümle kurun, geri sarmak ve o ana dönmek mümkün değil. İşin ironik yanı ise şu. Siz, zamanında bir yol ayrımına gelmişsiniz ve tercihinizi kullanmışsınız. Şimdi aradan yıllar geçtikten sonra yaptığınız seçimin sonuçlarını biliyorsunuz. Belki memnun değilsiniz ve başlıyorsunuz “keşke öyle yapmasaydım” faslına. Ama aslında öbür türlü yapsaydınız ne olacağınızı bilmiyorsunuz. Yani diğer yol hâlâ bilinmezliğini koruyor. Bu anlamda tüm tercihlerinizi, geriye dönüp aksi istikamette kullansanız belki de ortaya daha vahim sonuçlar çıkacak. Düşünce zincirinde bu noktaya ulaşınca bir cankurtaranınız var: Kader! Hiçbirimiz yaratılmadan önce ilahi olarak yazılmış hayat senaryolarımız… Yani aslında ne zaman hangi yol ayrımına geleceğimiz ve seçimimizi nasıl kullanacağımız hep önceden belli. Kaza ve kader konuları, ancak uzmanları tarafından ele alınabilecek derin ve tehlikeli konu başlıkları. Çünkü tam anlaşılmadığında kişiyi sıkıntıya sokabilecek akıl karışıklıklarına yol açabiliyor. İradeyi saf dışı bırakmak çizgisine iteliyor. Ama yine de sonuçta kader var. Zaten kadere iman ettik. Dönüp dolaşıp başladığımız yere vardığımızda görüyoruz ki “keşke” kelimesi aslında sözlüğümüzde bulunmaması gereken bir sözcük. Olası tek faydası, bundan sonraki hayatımızda doğru kararları verebilmemiz için ders teşkil etmesi. Uzun sözün kısası, bütün sağlık problemlerine, bıkkınlıklarına ve yorgunluklarına rağmen yaşlılar müthiş bir hazineye sahip. Gençler ise dolu dizgin yaşamlarında bu hazineye sahip olabilmek için bir şeyden vazgeçmek zorunda: Gençlikten!
Sözün özü, yaşam, yana yana sönen ve her çocuk doğduğunda yeniden parlayan bir alevdir.
Bazen düşünürüm şu anki aklım ve tecrübemle tekrar 20 yaşında olsaydım. Kadere de inanırım, şikayetim de yok ve hayatı keşkelerle yaşamayı sevmem. Ancak geriye dönüp baktığımda bazı şeyleri daha farklı yapar, bazılarını da yapmazdım diyorum. Bu yaşın deneyimleriyle 20 yaşına dönebilseydim belki de pek çok şey o zaman yaşanılandan daha iyi ve güzel olurdu.
Bizler eskiye dönemeyiz. Böyle bir şansımız yok. Ama edindiğimiz yaşam tecrübelerini çocuklarımıza, gençlere anlatarak, onlara yol göstererek, onların hayatını çok daha güzel yaşamalarını sağlayabiliriz.
Bazılarınızın, “Nerde öyle söz dinleyen genç?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Burada hem size, hem onlara iş düşüyor. Bir kere önce siz gerçekten onlara hayat koçluğu yapabilecek bilgiye sahip olacaksınız. Sadece onlardan daha yaşlı olmanız bir şey ifade etmez. Tecrübe dediğin çoğu zaman, boşa geçirilmiş yılların tekrarı demektir. Böyle olmayacak.
Gençlerin de kendilerinden daha tecrübeli olan büyüklerinin sözlerine kulak vermeleri ve uygulamaları gerekiyor. Hayat tecrübesi çok önemli.
Hayatı ıskalamadan yaşamış, dünyanın pek çok yerini gezmiş, çok okumuş, iş hayatında olsun, özel hayatında olsun pek çok tecrübe edinmiş büyüklerinizle bir arada olmaktan ve onların gerçek yaşamlarından alınmış başarı veya başarısızlık hikayelerini dinlemekten zevk alın. Size yol gösterir ve ışık tutar.
Onlar yaşam ustaları. Ustalara saygı gösterin ve onlarla zaman geçirmeye çalışın. İyi bir çırak olun.
Büyük bir fabrikada ana makine arıza yapmış ve tüm üretim durmuş. Bir türlü makineyi çalıştıramamışlar. Fabrika sahibi bu makineden iyi anlayan usta bulunup getirtilmesini istemiş. Ustayı bulup getirmişler. Usta bir müddet makineye bakmış, orasını burasını ellemiş. Sonra eline bir çekiç alıp bir yerine bir kere vurmuş. Ve makine çalışmaya başlamış. Usta, fabrikaya 1000 USD fatura göndermiş. Fabrika sahibi bunu çok bulmuş ve “Alt tarafı bir çekiç darbesi, bu ne biçim fiyat” diye düşünmüş. Ve ustadan fatura detayını istemiş. Gelen cevap şöyleymiş: “Çekiçle bir kere vurma: 1 USD, nereye vurulacağını bilme: 999 USD”
Bana bir şeyler kazandırmış olan tüm yaşam ustalarımın ellerinden öpüyor ve saygılarımı sunuyorum. Umarım ben de sizler gibi, gençlerin yaşamına bir nebze deneyim ve bilgi katabilirim.

Nejat Gümüş
İstanbul, 29 Mart 2013

Önemli olan…………

Önemli olan…………

Hani özellikle biz anne-babaların, çocuklarının geleceğine, geleceğini kuracak olan mesleğine ilişkin kaygıları vardır ya… Bu kaygılar büyüdükçe, davranış biçimimiz onlar adına karar vermek, onların kararlarını yönlendirmek boyutuna varıyor.
Hepimiz çocuğumuzun doktor, mühendis ya da buna benzer bir meslek sahibi olmasını istiyoruz. Oysa ki, herkes doktor, mühendis olsa, diğer işler ne olacak? Bir ülke, hatta bir dünya kaç doktor ve kaç mühendisi barındırabilir? Peki yemekleri kim yapacak, ekmeği kim pişirecek, hesapları kim tutacak, hastaya kim bakacak, giyeceklerimizi kim dikecek, cep telefonlarımızı kim tasarlayacak, traşımızı kim yapacak?..
Tabii burada iş bencilliğe geliyor. “Öteki işleri ötekiler yapsın. Benim oğlum doktor olsun”…
Neden doktor? Neden mühendis? Parası daha çok diye mi? Bu ülkede kaç mühendis var, işsiz biliyor musunuz? Doktorlardan daha iyi para kazanan pazarlamacılar var mı, yok mu peki? Ya da ortaokul terk futbolcunun bir transferde aldığı 3 milyon dolara ne demeli?..
Para değilse mesele, ne? Prestij mi? Etiket mi?.. Ya itibar? Ya güven? Ya dürüstlük? Bunlar daha mı az prestij katar insan hayatına?..
Önemli bir yerde, önemli bir işte görev alması mı önemli olan? Önemli biri gibi hissedilmesi mi peki?..
Önemli olan nedir peki sizin için?.. Ya da önemli kişi kimdir?..
Hani bazen deriz ya, “sen benim için çok önemlisin” diye… Bu önem, hangi zamana ilişkin, hangi ihtiyaca dönük bir itiraftır, bir değerlendirmedir?..
Mesela, bu ülkenin en önemli kişisi kimdir? Cumhurbaşkanı mı, Başbakan mı? Ülke yönetimine ilişkin her şey iki dudağı arasından çıkacak bir çift söze bakıyorsa, evet. Hepimizin hayatını değiştirecek bir kararı açıklıyor, bir kanun, hatta yeni bir anayasa çıkıyorsa, daha önemlisi ne olabilir ki?
Benim için eğer gecenin üçünde bir seyahatten dönüyorsam, açlıktan midem kazınıyorsa, açık bir yer yoksa ve yiyecek bir lokmaya muhtaçsam, işte o anda sabaha hazırlanan bir fırından yayılan miss gibi sıcacık ekmek kokusu bana dünyanın en değerli hazinesi; ve o ekmeği pişiren fırıncı dünyanın en önemli insanı gelir.
Böbrek taşı düşürdüğüm o günde, sancıdan yerleri tırmaladığım, kendimi sokağa attığım, acilen bir hastaneye yetişmeye çalıştığım saatlerde, dakikalar sonra sokağımdan geçen ve kendimi içine atıp, “en yakın hastaneye” diyebildiğim taksici benim için dünyanın en önemli insanıdır.
Annem hastanede yatarken, bir yandan özenle tedavisini gerçekleştiren, bir yandan da moral veren, iyileşeceğini söyleyen doktor ve hemşire kuşkusuz o günlerde benim için dünyanın en önemli insanıydı…
Bilmediğim bir ülkede, bilmediğim bir dille bilmediğim bir yolu bulmaya çalışırken kaybolmuşken, bana yardımcı olan, tanıyormuş gibi sorunumu çözen afacan çocuk dünyanın en önemli insanıdır.
Tertemiz giyecekler, tertemiz bir banyo, tertemiz bir odada huzur içinde uyumamı sağlayan temizlikçim benim için dünyanın en önemli insanıdır.
Yüklü siparişleri zamanında teslim etmek için gece-gündüz vardiyalı çalışan üretim işçilerim benim için dünyanın en önemli insanıdır. İdeal ısıyı, ideal suyu, ideal malzemeyi tutturabilen, kusursuz bir iş çıkaran elemandan daha önemli kim olabilir ki?..
Bankaların kapanmasına dakikalar kala, malum İstanbul trafiğinin kilitlenmesine rağmen, alternatif yolları deneyerek tam zamanında oraya ulaşan, ödemeyi son gününde ve son anda da olsa gerçekleştirmeyi başaran şoförüm benim için dünyanın en önemli insanıdır.
Şirket olarak bütün rakamları ona emanet ettiğim, gelirleri ve giderleri onun enerjisine bıraktığım, belki bir yanlış rakamla sonumuzu getirebilecekken, “bu ayı da temiz atlattık” diyebilen finans sorumlum, benim için dünyanın en önemli insanıdır.
“Anlaşmayı imzalattık” diyerek haftanın en güzel haberini veren, belki de günlerce süren kahırlı bir yolculukta ve Anadolu yollarında, ekmeği aslanın midesinden alan dinamik satış ekibim benim için dünyanın en önemli insanıdır.
35 yılın birikimini, yatırımını, dünümü ve yarınımı, onlarca ailenin rızık kapısını emanet ettiğim güvenlik görevlim, gece bekçim işini özenli yapmasa, fabrikanın güvenliğini sağlamasa, ne fabrika kalır, ne benim fabrikatörlüğüm… O yüzden benim için dünyanın en önemli insanı odur.
Sekreterim, ofis boyum, genel müdürüm, koordinatörüm, muhasebecim, mali danışmanım, avukatım, kimyagerim, mühendisim, çaycım, aşçım, kısacası tüm çalışanlarım, bir an geliyor dünyanın en önemli işini onlar hallediyor; dünyanın en önemli insanı o an için onlar oluyor.
Hayatın zor koşullarıyla mücadele ederken kendime sakladığım, biriktirdiğim, ertelediğim; zaman zaman da içinden çıkamadığım sorunları düşündüğüm ve “hayat ne kadar da anlamsız” diye iç geçirdiğim bir anda, en azından bir telefonla sesini duyduğum, beni dinleyen, anlayan, iyi hissettiren bir dost sesi ile moral depolarken, o dost benim için dünyanın en önemli insanı oluyor.
Bazen deli-dolu, bazen dolu-dolu, bazen de plastik bir çiçek gibi, boş bir havuz gibi anlamsızca yaşarken; hayatla, geçmişle, yaşananlar ile hesaplaşırken ve hala içimde saklı tuttuğum cümlelerin ağırlığını taşırken, “sen de benim hatalarımdan birisin” diyen iç çekişli ve hüzünlü sesi ile duygularıma tercüman olan şarkıcı, benim için dünyanın en önemli insanı olabiliyor.
Hayat böyle bir şey işte sevgili dostlar!.. İster “kainatın yaratıcısı hiçbir şeyi nedensiz yere yaratmaz” deyin, ister “doğanın kusursuz dengesi” deyin, herkesin diğerlerinden daha önemli olduğu zamanlar vardır. Hepimiz mükemmel işleyen bir çarkın dişlileriyiz ve bu çarkın dönmesi için hepimize ihtiyaç var. En küçük çark dahi devreden çıksa, sistem durur.
O yüzden önemli olan, şu ya da bu olmak değil.
Önemli olan iyi insan olmak ve işini iyi yapmaktır.

Saygılarımla.
Nejat Gümüş
7 Mart 2013, İstanbul

Beşiktaş’ım sen çok yaşa!..

Beşiktaş’ım sen çok yaşa!..

Her erkek çocuğunun yürümeye başladığı ve koştuğu zamanlardan başlayarak hayatına mutlaka bir futbol topu girer… Kız çocuklar için bebek ne anlama geliyorsa, erkek çocuklar için de futbol o kadar anlam bulur…
Futbol oynayan/oynamayan herkesin de tuttuğu bir takım vardır. İster sempatizanı olsun, ister fanatik bir taraftarı, mutlaka bir takımı vardır. İnsanlar başarıyı sevdiği için başarılının yanında olur. Bu da doğal olarak sizi üç takımdan birinin taraftarı yapacaktır… Ya Galatasaraylısınızdır, ya Fenerbahçeli, ya da Beşiktaşlı… Tabii ki bunların dışında herkes doğduğu ya da yaşadığı şehrin takımını da tutar.
Benim takımım Beşiktaş.
İnsanlar hangi takımı neden tutarlar, o takımın taraftarı olmalarında nelerin etkisi vardır, kuşkusuz herkesin başka türlü bir hikayesi vardır. Aile etkisi (özellikle baba), takımın o döneme denk gelen başarısı, taraftarlığa zemin oluşturan bir yıldız oyuncu etkisi gibi… Mesela, Metin Oktay, Hagi, Alex, Can Bartu, Sergen, Feyyaz gibi yıldız futbolcuların etkilediği ve taraftar yaptığı çok kişi var…
Ben 8 yaşlarındaydım Beşiktaşlı olduğumda… Beşiktaş o yıl “Şenol-Birol-Gol” tezahüratlarını yaratan ve bir efsane olan Şenol ve Birol’un golleriyle şampiyon olmuştu ama ben bütün bunları bilmeden taraftarı olmuştum Siyah-Beyazlıların… Çok sevdiğim bir dayım vardı ve dayım fanatik derecede Beşiktaşlıydı. Beni de Beşiktaşlı yapmak istiyordu. Kısa süre sonra dayım amansız bir hastalığa yenik düşmüş ve aramızdan ayrılmıştı. Ben de sağlığında onun sözünü dinleyememiş olmanın verdiği suçluluk ve üzüntü ile ve dayıma olan büyük sevgim ile Beşiktaşlı olmuştum.
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki Türkiye’de en fazla taraftarı olan takım Galatasaray. Ve onu hemen Fenerbahçe takip ediyor. Üçüncü sırada da Beşiktaş… Zaten biliyorsunuz bu üç takıma “Üç Büyükler” denir.
Neden taraftarlar bu takımları tutuyor derseniz, herkes kazanmak istiyor. Başarılının yanında olmak, o başarıdan kendine pay çıkarmak, takımlarının başarıları ile kendi hayatlarındaki başarısızlıkları kısmen de olsa unutmaya çalışmak gibi psikolojik ve sosyolojik sebepler olabilir. Galatasaray ve Fenerbahçe’nin çok sayıdaki şampiyonlukları, Galatasaray’ın UEFA ve Süper Kupa şampiyonlukları gibi somut örnekler bu taraftar sayısını izah edebilir…
Beşiktaş, şampiyonlukları ve aldığı kupalar gibi başarı ölçüsüne göre üçüncü sırada olduğu için üçüncü büyük taraftar sayısına sahip. Ama ben size başka bir şey söyleyim: İddia ediyorum ki Türkiye’nin en sevilen takımı Beşiktaş’tır. Çünkü diğer tüm takımların taraftarlarının kendi takımları dışında en sevdikleri takım Beşiktaş’tır.
Beşiktaş taraftarı farklıdır. Çünkü onlar takımlarını, diğer takım taraftarları gibi sevmez. Ölçüsüz, hesapsız ve beklentisizce sever. Gönülden ve ölümüne bağlıdır takımına… İnanmıyorsanız üç takımın da maçlarına gidin, tribün ambiyanslarını, heyecan ve tutkuları yerinde izleyin, hak vereceksiniz bana…
Galatasaraylı aristokrattır. Biraz okullu, biraz Avrupalı, biraz eğitimlidir. Bu yüzden heyecanı daha azdır.
Fenerbahçeli, takımı başarılı olduğu müddetçe taraftardır. Üç maç üst üste kötü sonuç alınırsa, kim olsa barınamaz orada. Gerekirse futbolcularını döver, kulübü basarlar.
Ama Beşiktaşlı öyle değildir. Onlar futbolu sadece şampiyonluk olarak görmezler. Bir yaşam kültürü, bir eğlence, bir tutku, bir sahiplenme, bir “takım olma” haliyle yaşarlar. Beşiktaşlıların taraftarlığı pazara kadar değildir. Hepsi bir yana, dünyada Çarşı Grubu gibi bir taraftar topluluğu var mıdır?..
Beşiktaş’ım renkleriyle de ayrıdır diğerlerinden… Beşiktaş en asil iki rengi, üstelik birbirine zıt iki rengi aynı formada buluşturmuş; üstelik son derece uyum içerisinde sunmuştur. Hatta bir rivayete göre başlangıçta kırmızı-beyaz olan takımın kırmızı rengi, kaybedilen Balkan Savaşı üzerine, ölenlerin yasını tutmak için, siyaha dönüştürülmüştür.
Siyah ile beyaz, dengedir aynı zamanda… Zıtlıkları barındırmaktır. Bana kalırsa siyah-beyaz filmlerde kalan masum aşkların, masum insanların, masum ilişkilerin, tertemiz hayatların hafızalarımızdaki değeri gibi temizdir Beşiktaş sevgisi. Onun içindir ki, Galatasaray kadar lobisi olmadığı, Fenerbahçe kadar çığırtkan olmadığı için en çok canı yanan, en çok hakem hatasına maruz kalan, en az hakkı korunan takım olmasına rağmen Beşiktaş, hep mağrur, hep gururludur. Onun içindir ki bu takımın her şampiyonluğu tertemizdir, içerisinde tek bir şaibe olmadan…
Mağrurdur Beşiktaş’ım, çünkü Kartallar mağrurdur. Ömer Hayyam’ın dediği gibi, “Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar / Güneş yalnız da olsa etrafa ışık saçar / Üzülme doğruların kaderidir yalnızlık / Kargalar sürüyle, kartallar yalnız uçar.”
Öyle ya, öteki adımız: “Kara Kartallar”… 1942 yılında şampiyonluğa emin adımlarla koşan Beşiktaş, 19 Ocak günü Süleymaniye takımı ile maça çıkar. Öyle bitmek bilmeyen hızlı akınlarla saldırmaktadır ve üst üste goller atmaktadır. O sırada tribünlerden gelen bir ses herkesin dikkatini çekmiştir: “Haydi Kara Kartallar. Hücum edin Kara Kartallar”… Şeref Stadı’nı dolduran binlerce taraftar ve maçı takip eden gazeteciler, çınlayan sesle donup kalmıştır. Son derece isabetli bir benzetmedir o anda yapılan. O sezon rakiplerini ezip geçen Beşiktaşlı futbolcuları “Kara Kartal”dan, oynadıkları futbolu “Kara Kartal gibi hücum etmek”ten başka bir şekilde tarif etmek mümkün değildir. Tribünlerden gelen sesin sahibi ise Mehmet Galin isimli bir balıkçıdır. Ve tabii maç 6-0 Kara Kartalların üstünlüğü ile sona ermiştir.
Baba Hakkı, Şükrü Gülesin, Süleyman Seba, Necmi, Sabri Dino, Erkan, Fehmi, Sami, Süreyya, Kaya, Vedat Okyar, Yusuf, Suat, Sanlı, Faruk Güven, Rasim Kara, Ziya Doğan, Fikret, Tuğrul, Necdet, Ali Kemal, Bora, Haluk, Şaban, Metin, Ali, Feyyaz, Şifo Mehmet, Rıza, Samet, Ertuğrul Sağlam, Gökhan, Recep, Kadir, Ulvi, Mehmet Ekşi, Sinan, İlhan Mansız, Tümer, Sergen, Ahmet Dursun, Oktay Derelioğlu, Nihat Kahveci, Ferdinand, Carew, Bako, Pancu, Amokachi, Giunti, Zago, Pascal Nouma, Cordoba, Ricardinho, Delgado, Ronaldo, Bobo ve daha nice Kartal… Futbol zevkimizi güzelleştiren, takım olma gururumuzu yaşatan futbolcularımız…
Beşiktaşlı olmak ayrıcalıktır; hesapsızca sevmektir, aşktır. Beşiktaşlı olmak, “iyiler mutlaka kazanır” diyerek, umudu hiç kaybetmemektir. Beşiktaşlı olmak, kaybederken de çok şey kazanmaktır. Beşiktaşlı olmak, haksız bir kazanç sağlamak yerine, “gönüllerin şampiyonu” olmayı tercih etmektir.
Tüm takımlarımızı seviyorum ama ölene kadar da Beşiktaşlıyım.

Saygılarımla.
Nejat Gümüş

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.