Yiğit.Yürekli.Yılmaz.

Yine iş seyahatindeyim. Bu kez Adana, Yumurtalık…. Bir Adana yazısı yazmalı. Adana’ya dair.

Sahi Adana’nın neyi meşhurdu? Kebap, şalgam, şırdan, aşlama, bıcı bıcı. İlk akla gelenler bunlarmış. Yok yok, bunları memleketin en iyi yemek yazarları yazıyor zaten. Bilmeyen kalmadı.

Başka? Yılmaz Güney’i.

Tamam. Sinemacı Yılmaz Güney’i sinema yazarlarına bırakıyorum, ben size çocukluğumun kahramanı Yılmaz Güney’i yazayım en iyisi.

Sinema çocuklarıydık biz… Yazlık ve kışlık sinemaların, gazoz ve çekirdek eşliğinde herkesin kendi hayatlarından uzaklaşıp hayallerine daldığı, dünyayı masalsı ve iyilik dolu görmeye başladığı yıllardı. O zamanlar bir star sistemi vardı ve filmlere değil, filmin başrol oyuncularına bakarak sinemaya gidilirdi. Belgin Doruk, Neriman Köksal, Türkan Şoray, Filiz Akın, Ayhan Işık, Muhterem Nur, Sadri Alışık ve hatta Öztürk Serengil ve diğerleriydi sinema gişesindeki uzun kuyrukların sebepleri…

Herkesin bir starı vardı, şimdiki tabirle “idol”ü. Herkes birine daha fazla hayrandı, onun gibi olmak isterdi. Kızlar Türkan Şoray gibi göz kırpar, Hülya Koçyiğit gibi koşar, Fatma Girik gibi öfkesini gösterir, Filiz Akın gibi neşe saçardı. Sadri Alışık gibi içli, Muhterem Nur gibi dertli, Öztürk Serengil gibi muzipti.

Benim starım da Yılmaz Güney’di.

Oysa Yılmaz Güney, ne Ediz Hun kadar romantik, ne Cüneyt Arkın kadar havalı, ne Ayhan Işık kadar yakışıklıydı. Ama daha samimi gelirdi bana. Ötekilerin güzellikle elde etmeye çalıştığını Yılmaz Güney iyilikle ve savaşarak elde ediyordu.

Aslında Yılmaz Güney’i yalnız benim gözümde değil, herkesin gönlünde zirveye taşıyan da sanırım buydu. Sahiciydi. Ve üstelik sıradan bir insanın kazanması, tercih edilmesi herkese iyi geliyordu.

Türk Sinemasının parladığı yıllar, Türkiye’nin kabuk değiştirmeye başladığı yıllardır… Bir taraftan masal tadında melodramları, salon filmleriyle ihtişamlı hayatları, zengin kız – fakir oğlan aşkının hayal de olsa güzel sonlu konuları film yapıyorlardı; ama öte yandan yaşanmış gerçek hikayeleri de “toplumsal gerçekçilik” sınıfında filme aktarıyorlardı. Köy filmleri furyası ağalığın, fakirliğin Türkiye profilini çıkarıyordu.

Sonra 1960’lı yıllarda patlayan gecekondulaşma, büyük şehirlere tutunmaya çalışan yoksul insanlar, kenar mahalle hayatları, acılı sonları başlamıştı.

Yılmaz Güney, “beyaz zenciler” denilen ezilmiş insanların temsilcisiydi. Çoğunlukla işçiydi, köylüydü, fakirdi, kimsesizdi. Ama ezilmeye karşı direniyor, sömürülmeye karşı başkaldırıyor, kötülüğe karşı yüreğiyle, bileğiyle iyiliği temsil ediyordu.

Yılmaz Güney, Adana’da büyür, üniversite okumak için İstanbul’a gelir. Atıf Yılmaz ile tanışması sinemaya girmesine sebep olur. Bir yandan da hikayeler, senaryolar yazar. Sinemaya geçtikten kısa bir süre sonra ezilen, hor görülen Anadolu çocuğunun otoriteye başkaldıran sembolü olur. Kendisine “Çirkin Kral” lakabı verilir. O dönem ilk kez abartısız ve yalın oyunculuk performansıyla dikkat çeker. Hudutların Kanunu, Seyyid Han, Kızılırmak Karakoyun, Umut, Boynu Bükük Öldüler gibi filmler ile ününe ün katar.

Yazdıkları ve fikirleri için birçok kere başı otoriteyle belaya girer, hapis yatar. Ama her defasında sinemaya daha büyük bir başarıyla döner. Bu kez Arkadaş, Acı, Ağıt, Umutsuzlar gibi filmleri hem yazar, hem oynar.

1974 yılında Endişe filmini çekerken Yumurtalık ilçesi hakimini öldürmek suçundan tutuklanır ve mahkum olur. Olaya tanık olanlar Savcı’nın fazla alkollü olduğunu, Yılmaz Güney’e önyargılı davrandığını ve eşine küfür ettiğini söylerler. Yani olayda ağır tahrik bulunduğuna dair tanıklık ederler. Ama bu ifadeler, zaten düşüncelerinden dolayı sistemin gıcık olduğu Yılmaz Güney’i kurtarmaya yetmez.

Sanatçı, hapishanedeyken de yazmaya ve sinemayla ilgilenmeye devam eder. Bu dönemde yazdığı Sürü filmi bir sinema başyapıtı kabul edilir. Ardından gelen Yol filmi, Cannes Film Festivalinde Türkiye’ye büyük ödülü getirir.

Yılmaz Güney, 19 yıl verilen mahkumiyetinin beş yılını yattıktan sonra firar eder ve yurt dışına kaçırılır. Fransa’da yaşayan ve en son Duvar filmini çeken sanatçı, mide kanseri nedeniyle 9 Eylül 1984 yılında hayata veda eder. Paris’e gömülür.

Türk Sinemasının dünyadaki en dikkat çeken ve saygın sinemacısı olarak adını sinema tarihine altın harflerle yazdıran Yılmaz Güney’in aptığı filmler kadar söyledikleri de akıllarda kaldı:

“Ben en azından katilimi tanıyorum. Fakat sen bir gün sevilmediğin bir yürekte, kimvurduya gideceksin.”

“Gülümsüyorum! Çünkü biliyorum ki; gülümsemek dostlarıma karşı sunduğum en iyi ikram, düşmanlarıma karşı en asil darbedir.”

“Babam dünyanın en güçlü adamıydı. Bir ekmeği hepimize bölebiliyordu. “

“Bir köpeğin dostluğu, bir dostun köpekliğinden iyidir.”

“Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı. Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk.”

“Ben kimsenin canını yakmadım; onlar benim ateş olduğumu bile bile geldiler.”

“En zor, en imkansız zamanda dahi başarıya gitmenin tek yolu çalışmaktır.”

“Bazen bir yumrukta yıkacak kadar güçlü, bazen bir serçe kadar güçsüzsem, bir nedeni vardır.”

“Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım. “

“Biz önceden küçük şeylerle mutlu olan insanlardık. Sonra aklımıza sevda diye bir şey soktular, toparlanamadık.”

“İnsanı yaşatan içimizdeki hayat böceğidir. O ölürse hayatımızın da tadı biter.”

“Her şeye rağmen düşmana inat yaşayacağız. Yarın bizim çünkü… Biz öleceğiz ama çocuklarımız bırakacağımız mirası taşıyacaklar yüreklerinde… Ve onların yürekleri bizim altında ezildiğimiz korkuları taşımayacak.“

“Bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş / Bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş…”

“Biz de bilirdik sevgiliye karanfil almasını, lâkin aç idik, yedik karanfil parasını.”

“Unutmak zaman ister demiştim, yanılmışım… Zaman değil yürek istiyormuş… O da sende kaldı.”

“Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması.”

…………………………………………………..

Şimdi, aradan bunca zaman geçmişken, aklıma Yılmaz Güney nerden takıldı bilmiyorum… Adanalı oluşu muydu, şu an caddesinde dolaştığım Yumurtalık ilçesinde kaderinin yazılması mıydı bilmiyorum…

Bildiğim bir şey var ki, galiba çocukluğumuz tanışıyordu…

Bu benim çocukluk anım:

“Asgari ücretle bir iş bulmuştu babam ve bizim için yeni ve sıkıntılı bir hayat başlıyordu İstanbul’da. Gültepe’de zemin altı, tek odalı evimizde rutubete karşı da direnmeye çalışıyorduk. Gültepe’den Şişli’ye kadar yokuş yukarı o upuzun yolu, altı delik ayakkabıyla her seferinde yürüyerek geçiyordum. Otobüse binmem ancak yıllar sonra mümkün olabilmişti.”

Bu da Yılmaz Güney’in çocukluğuna ilişkin anlattığı:

“Benim oturduğum mahallenin yolları çamurluydu, boyalı ayakkabı giysem bile, o yollardan geçtikten sonra çamurlanmamaları mümkün değildi. Hayatım da böyle..”

İnsan şu hayatta en çok kendine benzeyeni arar ve kendini bulduğuna güvenirmiş…

Hepsi bu.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

Adana, 2 Aralık 2014

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.