Kiltaş olarak katıldığımız uluslararası bir fuar için Almanya’dayım…
Almanya artık bizim için yabancı bir ülke değil. Ülkede üç milyona yakın Türk var. Düşünsenize, neredeyse bir İzmir büyüklüğü!..
Avrupa’nın batısı burası. Hatta kuzey-batısı da denebilir. Yani, ülkemize göre daha soğuk tabii. Sonbahar iyiden iyiye hissettirmiş kendini.
Türkiye’den çıkarken insanlar yeni yeni yaz tatillerini bitirmiş, yeni çalışma sezonuna da henüz adapte olamamışlardı. Üstlerinde bir rehavet, bir isteksizlik vardı. İşte bu rehavet, bu isteksizlik Almanya’da görülmüyor. Yalnız bu ayda değil, yılın hiçbir zamanında da göremezsiniz. Çünkü Almanlar garip bir biçimde sanki çalışmak için programlanmışlar. Zaten o yüzdendir ki, dünyanın en büyük üç ekonomisinden biri durumunda. Üstelik bütün bunları İkinci Dünya Savaşından ağır kayıplarla çıkmış bir ulus gerçekleştirmiş. Takdir etmekten başka ne söylenir ki!..
Almanya… Sonbahar… Ekim ayı… Ve Almanya’da bir Türk iş adamı. Ben.
İlginç bir tesadüf, Türkler’in Almanya’ya gelmesi de ilk kez 31 Ekim 1961 yılındaki “Türk İşgücü Anlaşması” sonucunda başladı. Sirkeci’den trenlerle başlayan iş göçü, yeni bir hayatı, gurbet kapısında ekmek parası için onur mücadelesi verenlerin tarihini yazıyordu.
Bugün artık üçüncü kuşak Türkler var ve çoğu okumuş, kariyerli ve iyi yerlerdeler. Alman ekonomisinde ağırlıkları var. Milletvekili, bankacı, ekonomist, mühendis, tasarımcı, dünyaca ünlü futbolcu, şarkıcı, oyuncu, yönetmen olan gurur kaynağımız onlar.
Ne var ki, bu başarı bu kadar kolay gelmedi. Ve hiçbir şey düşündüğünüz kadar rahat değildi. Düşünün, bundan elli yıl öncesini… Kim gitmek ister dilini bilmediği, dini, yaşam tarzı, gelenekleri, iklimi başka bir ülkeye? Kim bırakmak ister ardında sevgilisini, eşini, çocuğunu, anasını babasını, vatanını?.. Kolay mıdır çekip gitmek, kolay mıdır bambaşka bir ülkede ekmek kavgası vermek? Ama çaresizlik işte. İşsizlik, geçim sıkıntısı, yoksulluk…
Hem kim kimi elinde güllerle karşılar? En güzel işi, en rahat ortamı yabancılara kim teslim eder?
Hangimiz biliyoruz, yerleşik tabiriyle Alamancıların hangi işlerde ve nasıl çalıştığını? Hangi şartlarda yaşadığını? İşten sonra ne yaptıklarını? Kendi kabuklarına çekilip, dış dünyadan tecrit edilerek, sessizlik, suskunluk ve yalnızlığa gömülerek çile çektiklerini, sabrettiklerini ne kadar anlayabiliriz?
Çocuklarının ikinci sınıf vatandaş muamelesi görülmesi, uyum sorunu, okul başarısızlıkları, suça itilmeler, psikolojik baskılar, kültür çelişkileri, aile ile çatışmalar da işin başka bir tarafı.
Biz bunları bilmeyiz.
Bizim bildiğimiz yaz tatillerinde bavullar dolusu hediye ile gelmeleri, Alman plakalı arabaları. Hele ilk yıllarda karikatürize edildiği gibi fötr şapka, şapkada kuş tüyü, omuza takılı teyp, Alman yapımı oyuncaklar, bebekler… Bir anda zengin oldu sandığımız insanlarımız. Onlar da tabii gurur meselesi yaptıkları için, “kan kusup kızılcık şerbeti içtim” diyenlerden oldukları için, kendilerini olduklarından fazla göstermenin zevkini yaşadılar. Orada nasıl güzel bir hayat olduğunu, nasıl modern, nasıl teknolojik yaşadıklarını, nasıl güzel para kazandıklarını anlatıp durdular.
Bunları hatırlarız hep.
Bir de… Bir de “Almanyalı Yarim”i!
Türk işçisi Almanya’ya gider. Tek başına… Zaman geçecek, para kazanacak, oturma iznini alacak, ev tutacak, ondan sonra da eşini, çocuklarını yanına aldıracaktır.
Başlangıçta iki taraf da özlem ile, gurbet ile sabrederler. Mektuplar gelir, gider. Erkek çalıştığı için, çoğunlukla meşgul olduğu için daha çok bekleyen elbette kadın olur. Aklı Almanya’dadır. Eşinin gönderdiği parayla evini geçindiriyor, çocuklarına bakıyordur. Ama yalnızlık zordur. Dayanılacak gibi değildir. Ama kadındır, Türk kadınıdır, bekler. Bırakın hayatına almayı, aklına da kimseyi almadan eşini bekler.
Erkek için daha da zordur. Başka bir ülkede yalnızlık daha zordur. İki satır laf etmek, bir insan sıcaklığı, bir yakınlık… Bir süre direnir, sorumlulukları vardır hem. Eşi gelir gözünün önüne, çocukları… Vatanı, komşuları, ailesi… Ama sonra?… Serde gençlik vardır. Koca koca makinelere söz geçiren, Almanya’ya “Türk kuvveti”ni gösteren gencecik adam zaaflıdır kadına hem de. Zamanla bir sebep olur, bir yakınlaşma olur Alman kızlarıyla. Üstelik onlar bizimkilerden farklıdır. Esmer Türk kızlarına göre sapsarı saçları, renkli gözleriyle değişik, hatta çekici bile gelmektedir. Daha girişken, daha rahattırlar üstelik. Deyim yerindeyse onlar ayartmıştır hatta bizim erkeklerimizi.
Sonra olan olur…
Ne olduğu karşı taraftan, yani eşini bekleyen kadın tarafından başlangıçta pek anlaşılmaz. Sadece korkular büyür. Mektupların arası açılmış, daha seyrek geliyordur. Satırlarda daha az özlem, daha az sevgi hissediyordur. Kadındır çünkü, hisseder. Geleceği zaman hep bir engel çıkıyordur. Başlar içli bir türkü söylemeye:
“Hasretinle yandı gönlüm, yandı yandı söndü gönlüm
Evvel yükseklerden uçtu, düze indi şimdi gönlüm
Gözlerimde kanlı yaşlar, hasretin bağrımda kışlar
Başa geldi olmaz işler, yokluğunda öldü gönlüm.”
Bir gün biri bir şey söyler, “kocan bir Alman kızıyla evlenmiş” der. “Hatta çocuğu bile varmış” diye de ekler.
İşte o zaman başlar asıl yalnızlık, asıl gurbet, asıl hasret!.. İnsan her şeye direnir de, umutsuzluğa direnemez. Ondan sonrası anlatılmaz, yaşamak lazım…
Resmi rakamlar 25 bin diyor, yabancı evlilikler için. Yani bir kasaba dolusu yabancı gelinimiz var. Çoğu Alman, sonra da Rus ve Azeri…
2014, Sonbahar. Almanya’yı geziyorum… Almanya modern, Almanya kalkınmış. Almanya işsizliği, parasızlığı çözmüş. Almanya tertemiz. İnsanlar çalışkan, sorumluluk sahibi. “Keşke diyorum, benim ülkemde de bu bilinç olsa!..”
Ama gene de benim dilimde aynı şarkı var:
“Havasına suyuna, taşına toprağına
Bin can feda benim yurduma.
Her köşesi cennetim, ezilir yanar içim
Bir başkadır benim memleketim.”
Sağlıcakla kalın.
Saygılarımla.
Nejat Gümüş
11 Ekim 2014, Almanya