Bir iş gezisi için İskenderun’dayım ve biraz dolaşmak için küçük bir fırsat, küçük bir zaman yakaladım… “Soğukoluk’a gidin, cennet gibi bir yer” dediler…
Soğukoluk?.. Hafızamda böyle bir isim var. Ama orayı ben cehennem diye hatırlıyorum.
Yeni kuşak bilmez elbette. Ama yaşı 30-35’i geçenler için Soğukoluk sözü geçince bir rezillik merkezi gelir akıllara. O günlerin jargonuyla “Beyaz Kadın Ticareti”nin, seks köleliği, uyuşturucu, dayak ve işkencenin yani fuhuş batağının odaklaştığı bir merkezdi orası.
Oysa Soğukoluk, zümrüt yeşili bir tepede, çam ormanları arasında, mis kokulu havası, buz gibi sularıyla ünlü bir sayfiye yöresiymiş. Çok yıllar öncesi Jozef Ayvazyan adlı bir Ermeni yurttaşımız Antakya Belen ilçesi yakınlarındaki bu yaylayı çok beğenmiş; oraya koca bir otel yaptırmış. Avanos Dağları’nın kucağındaki bu yaylanın yolları o kadar bozukmuş ki araç giremediği için katırlarla taşınmış inşaat malzemeleri. Sonra oraya Müzeyyen Senar dahil pek çok ünlü şarkıcı, türkücü, sahne insanı gelip, sanat icra emiş. Böylece popülaritesi artan bölgeye birkaç zengin yatırımcı daha gelmiş; hemen yanı başına yine büyük, görkemli, lüks oteller yaptırmış. Sonrasında ise Hatay’ın en zengin en seçkin kişilerinin eğlenmeye geldiği bu bölgenin rantı bazı gayrı meşru tiplerin de iştahını kabartmaya başlamış…
Bir süre sonra pıtrak gibi çoğalan niteliksiz, derme çatma gazinolar, otel müsveddeleri kondurulmuş oralara. O köhne binaların altlarına da muhtemel bir baskın sırasında fuhuşa zorlanan kızları saklamak için mahzenler, labirent dehlizler ile fuhuş odaları da yaptırılmış. Böylece seks köleliğine adım attırılan genç kızların ilk durağı olmuş Soğukoluk… Nice ocaklar sönmüş, nice ölümler, intiharlar yaşanmış… Fuhuş bataklıklarının hemen yanı başındaki köyde yaşayanlar uzun yıllar çaresiz ve sessizce izlemiş bu rezil tabloyu. Artık Soğukoluk, sadece Türkiye’de değil dünyada tanınan bir fuhuş üssü olmuş.
Soğukoluk batakhanelerinde bambaşka bir gerçek varmış. Soğukoluk baronları, altlarına son model Amerikan arabalarını verdikleri şık giyimli, bol para harcayan yakışıklı “jokey”leri İstanbul varoşlarında dolaştırıyor, bunların varoş kızlarıyla gönül bağı kurmalarından sonra, meşrubatlarına uyku ilacı koydurarak, Solukoluk’a kaçırtıyorlarmış. Ve artık öyle güçlü bir inanış varmış ki, buraya düşen bir daha kurtulamazmış… Başkaldıran kızlar falakaya, işkenceye çekiliyormuş.
Baronlar, küçük kızların yaşlarını büyük gösterebilmek için Nüfus İdaresi’ni, Emniyet’i, Jandarma’yı parayla bağlamışlar. Diyelim ki “jokey”ler bir kız getirdiler. Hemen söz konusu kurumlardaki adamları devreye giriyor, resmi işlemler hızla yapılarak kurbanın yaşı büyütülüyormuş. Bununla da yetinilmiyor, sanki yıllardır şarkıcı – konsomatris olarak çalışıyormuş gibi, sahte belgeler de düzenleniyormuş… Hatta Soğukoluk’tan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne kadar uzayan bir menfafat ağı kurulmuş.. Müdavim müşteriler arasında Ortadoğu’nun petrol zenginleri başı çekiyormuş. İddia ediliyor ki, bugün burada kazı yapılsa toplu mezarlar çıkarmış…
Ne zaman bir ihbar olsa da jandarma operasyona gitse, elleri boş dönüyorlarmış… Çünkü İskenderun’da şalterler ayarlanmış, iki defa indirip kaldırıyorlar, böylece Soğukoluk’a “toparlanın, geliyorlar” mesajı veriliyormuş… Sinyal alınınca kızlar o gizli yerlere saklanıyormuş.
Soğukoluk gerçeği ve orada yıllarca işlenen insanlık suçları, Türkiye’nin hafızasına mıh gibi yerleşti. 12 Eylül İhtilalinden sonra yapılan operasyonlarla orada dalgalanan kanunsuzluk bayrağı bir daha hiç çekilmemek üzere indirildi. Fuhuş yuvası olarak kullanılan batakhaneler, sosyal amaçlı tesisler haline getirilmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmiş. Bakanlık da bunları öğretmenler için tatil ve dinlenme tesislerine dönüştürmüş.
Geçmişin kara izlerini silen Soğukoluk, şimdi ise ‘elit’ ailelerin kümelendiği, villalar, malikaneler diktiği harikulade bir dinlence yaylası.
Çok okuyan mı, çok gezen mi?… Gezmenin şöyle bir artısı var ki, insan kendi gözleriyle, kendi duyularıyla şahit oluyor. Hissediyor, adeta o dönemi yaşıyor. O labirent gibi dehlizleri, saklanma odalarını görünce kanım çekildi. Ne hayatlar umudu ve ne yaşayacağı günlerin planları olan o gencecik yavruların yaşadıklarını anlamak için kadın olmak gerekmiyor. Kız çocuğunuzun olması, annenizin, kızkardeşinizin, eşinizin olması da gerekmiyor. İnsansanız eğer, hayata, iyiliğe dair değerler taşıyorsanız… Ve vicdanınız varsa eğer, insanlığınızdan utanıyorsunuz. O minnacık kadınlarımızın yaşadıklarını düşününce aklıma Nazım geldi:
“Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız…”
Soğukoluk burası… Cenneti ve cehennemi koyun koyuna yaşamış, yaşatmış. Pek çok yer, pek çok insan gibi… Bilirsiniz işte, bir iyilik vardır; bir de kötülük. Bir cennet vardır, bir de cehennem. Kardeştir bunlar aslında. Habil ile Kabil gibi… Hangisi mi kazanır?
Bir Kızılderili hikayesinde anlatıldığı üzere; adamın iki köpeği varmış. Birisi kara (kötülük), birisi beyaz (iyilik)… Torunu sormuş “Dedeciğim, ikisini kavga ettirsek hangisi kazanır?” Bilge Kızılderili şöyle cevap vermiş: “Hangisini daha iyi beslersek, o kazanır.”
Daima iyiliklerin ve iyilerin kazanacağı bir dünya diliyorum.
Saygılarımla.
Nejat Gümüş
1 Aralık 2014, İskenderun