Çocuk, asgari ücretin altında bile olsa, para kazanmaya başladığı anda babasına ihtiyacı olmadığını düşünürmüş. Ama değil koca bir adam, süperman de olsa ayağı tökezleyip düştüğü anda “anne!” diye çağırırmış.
Adam, dünyayı yenebileceğini düşünecek kadar güçlü de olsa, annesinin bir tek dileğine, bir tek duasına ihtiyaç duyarmış.
Evlat, dünyanın en pahalı ve ünlü restoranında da yemek yese, o yemeği en iyi annesinin yaptığına inanırmış.
Dünyanın en güzel ve ulaşılmaz kadını dahi ona, “seni seviyorum, sana çılgınlar gibi aşığım” dese, kendisini en çok sevenin annesi olduğunu bilirmiş.
Biz babaların asla anlayamayacağı özel bir ilişki var anne ile çocuğu arasında. Dünyanın en varlıklı ve en cömert babaları da olsak, bu özel ilişkinin önüne geçemeyeceğimizi hepimiz çok iyi biliyoruz aynı zamanda. Bu yüzden ben çocuğuma “annen mi, ben mi?” diye bir soru sorsam, eşim kazanan, ben kaybeden oluyorum. Bu soruyu eşim bana sorsa “annen mi, ben mi?” diye, kaybeden o oluyor. Yani özetle, kazanan her zaman anne. Yani en çok sevilen!..
Bu neden böyledir bilinmez. Yani olay sadece 9 aylık bir zamanda mı meydana geliyor? Bebeğin doğar doğmaz ilk ayırt ettiği şey neden yalnızca annesinin kokusu oluyor? Bu nasıl ilahi bir duygudur? Ve bizlere göre dünyanın en anlaşılmaz, en çekilmez, en dırdırcı, en kavgacı varlığı dediğimiz kadınlar anne olunca nasıl bir değişim gösteriyorlar? İki imparatorluğun birbirlerine savaş açmasının sebebi olan kadınlar nasıl bu kadar merhametli hale gelebiliyorlar? Kendisine aşık erkeği köle yapabilecek kadar gaddar olabilen, “hayır” demeyi müthiş bir haz duygusuyla yaşayan kadın, nasıl oluyor da çocuğunun kölesi olmayı gönülden kabul edebiliyor?
Eşlerine her istediğini yaptırmaktan zevk alan ve istekleri bir türlü bitmeyen kadınlar, bu sefer nasıl oluyor da çocuklarının her isteklerini yerine getirmek için saatlerini onlara göre ayarlayabiliyorlar?
Sabahın köründe bebeğin uyandığını başka hangi varlık uykusunda hissedebilir? Kim bir başkası için günde kaç sefer uykusunu bölebilir? Hangimiz çocuğu doyunca doymuş olur? Kim, çocuğun yüzüne baktığı anda bir şeyler olmuş olduğunu fark edebilir?
Annelik mutlaka ilahi bir duygu, Tanrı’nın kadınları en yüce makam ile taçlandırması bir bakıma… Dünyanın her yerinde de böyledir. Ama ben bir adım daha öteye gidip iddia ediyorum ki, annelik en çok bu topraklarda değerli. En yüce anneliği Türk kadınları yaşıyor bana kalırsa. Neden mi?..
İnsanın birini ne kadar sevdiği ona yalnızca nasıl davrandığı, nasıl baktığı ile açıklanmaz. Bazen de onun için neler yaptığı, nelerden vazgeçtiği, neleri göze aldığı ile değerlendirilir.
Erkek egemen Türk toplumunda toplumsal kuralların, baskı unsurlarının, ahlak ve töre anlayışlarının da etkisiyle kadın üzerinde çok büyük bir baskı var. Eğitimine izin verilmeyen, hayatına karışılan, taciz ve tecavüz korkusuyla büyütülen ve önemli kararlarında kendine sorulmayan bir kadın toplumunun uzantısıyız. Çok yerde de durum ne yazık ki hala bu anlayışla sürüyor. Bu anlayışın sonucu olarak kadınlar kendi istedikleri gibi bir evlilik kuramıyorlar. Sevmek, sevilmek, anlaşarak evlenmek çoğu kadın için mümkün olmuyor. Ve yanlış başlayan bir evlilik yanlışları çoğaltarak sürüyor. Sürüyor diyorum, çünkü bitmiyor, bitemiyor. Çünkü kadının bu evliliği bitirecek gücü yok. İki sebepten yok. Küçük sebep: ekonomik bağımsızlığının olmayışı. Ama büyük sebep daha önemli: Çocukları.
Hiçbir kadın, mutsuz olduğu, yolunda gitmediği evliliğini çocukları yüzünden bitiremiyor. Çünkü çocukları babasız büyüsün istemiyor. Üzülsün istemiyor. Onları üzmek yerine kendi hayatından vazgeçmeyi tercih ediyor. İşte annelik aynı zamanda böyle bir şey…
Hemen her evde karı-koca kavgaları oluyordur kuşkusuz. Ben çocukluğumda böyle kavgalarda hep annemden yana olurdum. Annemi üzgün gördüğümde onu üzen her kimse, babam da olsa çok kızardım. Bu tercihimin sebebi annemi çok seviyor olmam gibi görünse de, aslında hepimizin mağdurdan, baskı görenden, ezilmişten yana olmak gibi bir tavrı vardır bilirsiniz.
Anneler Günü’nde konunun buraya gelmesinin nedeni şu ki, insan hazır olmadığı bir zamanda annesini kaybedebiliyor. Aslında annenin ölümüne kimse hiçbir zaman hazır değildir ya… Ama işte o an aniden gelince “ah”lar, “vah”lar fayda etmiyor. Aklınız bir pişmanlıkla doluyor. “Şunu şöyle yapmasaydım”, “bunu dediği gibi yapsaydım”, “sözünü dinleseydim”, “yanında biraz daha kalsaydım” gibi keşke’ler içinizi kuşatıyor.
Büyük usta Nazım Hikmet’in dediği gibi:
“Analardır adam eden adamı
Aydınlıklardır önümüzde gider
Sizi de bir ana doğurmadı mı
Analara kıymayın efendiler.”
“Kıymayın”dan kastım: üzmeyin, incitmeyin, kırmayın, gözüne gölge düşürmeyin, yüzünün rengini soldurmayın. Sevginizi, ilginizi, zamanınızı verin. Doya doya yanında kalın, doya doya sevin. Kokusunu unutmayacak kadar öpüp koklayın.
Ve şunu unutmayın: “Hayat annede başlıyor, annede bitiyor.”
Bu sabah uyandığınızda annenizin sesini duymuşsanız, uzaklarda bir yerlerde de olsa annenizin yaşıyor olduğunu biliyorsanız, emin olun ki sizden mutlusu, sizden zengini, sizden iyisi yoktur.
Bu anın kıymetini yaşayın. Anneler Günü’nüz kutlu olsun.
Saygılarımla.
Nejat Gümüş
9 Mayıs 2014, İstanbul