“Kapıları çalan benim
Kapıları birer birer,
Gözünüze görünemem
Göze görünmez ölüler.
Saçlarım tutuştu önce
Gözlerim yandı kavruldu,
Bir avuç kül oluverdim
Külüm havaya savruldu.”
Livaneli’nin bu enfes şarkısı öyle derinden etkiler ki beni… Bir insan olarak bile yüreğinizi burkabilen bu şarkı, hele de bir babaysanız daha sarsıcı olabiliyor.
Nazım’ın 1945 yılında Hiroşima’ya atılan atom bombasının tahribatına ilişkin yazdığı bu şiirini tüm dünya biliyor aslında. Bir kız çocuğunun gözünden savaşın acımasızlığı anlatılıyor.
Savaş başka bir zamanın konusu da, aslında kız çocuklarına ilişkin duygularımı paylaşmak istedim. Çünkü son zamanlarda küçük kız çocuklarına ilişkin kötü haberler geliyor. Malum benim de bir kızım var. Her anne baba gibi çocuklarımız, özellikle de kız çocuklarımız hakkında kaygılanmamak imkansız.
Öyle şeyler yaşanıyor, öyle şeyler duyuyoruz ki, güvensizlik korkuya dönüştü.
Oysa yirmi birinci yüzyıldayız. Bilgi çağında. Bir saniyede dünyanın başka bir köşesinde olanı biteni öğrenecek bir dönemde hala bırakın insanları, çocukları bile kız/erkek diye ayırıyor olmak, toplumsal bir utanç meselemiz oluyor. Tacize ve tecavüze, sonrasında da öldürülmelerine giden olayları duyunca kanım çekiliyor.
Nasıl bu hale geldik? Ya da hep böyle miydik?
Oysa daha dün gibiydi, sokaklarda kızlı-erkekli oyunlar oynadığımız. Bilgisayarlarımız yoktu, atarilerimiz yoktu. Oyunları sokakta oynar, arada parklara giderdik. Hava kararıncaya kadar dışarıdaydık. Acıkınca eve girer, çıkar, sonra oyunumuza devam ederdik. Hepimiz kardeştik, kardeş gibiydik. Herkes amcamız, teyzemizdi.
Ne oldu böyle?
Kentleşmenin, büyük kente göçün yarattığı kargaşa, yabancılık ve nemelazımcılık mı başlattı bütün bunları? Neden “biz” ve “başkaları” olduk? Neden başkaları denince aklımıza iyi şeyler gelmiyor? Yalnızca “hepimiz insanız” diye bir temel değere sarılamıyoruz? İnsan olmak yetmiyor mu bize? Bizi yalnızlıktan alıp evrensel bir kalabalığa, bir sahiplenmeye, bir kollanmaya götürmüyor mu?
Afrika’daki açlara, Filipinler’deki sel feleketi yaşayanlara üzülmüyor mu, yardım etmiyor muyuz? Marmara Depreminde tüm dünyanın iyilik elleri üzerimizde değil miydi? Bütün bunlardan çok daha fazla ortak değer varken, aynı dili, aynı dini paylaşıyorken, aynı topraklar üzerinde aynı bayrağın gölgesinde nefes alıyorken bütün bu yaşananlar neyin nesi?
İnsanları böylesine canavarlaştıran nedir ki? Aileler sevgi, saygıyı mı öğretemiyor? Devlet onları çaresizlikten ve suça meyletmekten kurtaracak çözümler mi üretemiyor? İş, okul, sosyal statü mü veremiyor? Din alimleri dini mi iyi anlatamıyor? Yoksa bu kadar insanın içine bu canavarlar, bu cani ruhlar nasıl girdi?
Para mı bu kadar yalnızlaştırdı, bencilleştirdi ve gözünü kararttı insanın acaba? Her şey para için mi? Öyleyse bile bunun çocuklarla ne ilgisi var? Bu başka bir şey olmalı.
Bu toplumun kız çocuğuna, kadına bakışındaki büyük arızaları işaret ediyor. Bu erkek egemenliğindeki az gelişmişliğin, eğitimsizliğin, yanlış bilgilerin, gelenek ve törenin kadını ezen ve suçlayan alışkanlıklarından geliyor.
Kız çocukların okutulmaması ve kadınların çalıştırılmamasını da kapsayan bir dizi engeller var hala. Yani hala erkekler kadınların çocukluktan itibaren bekçiliğini yapıyor ve onları koruma ve kollama görevinin kendilerinin birinci vazifeleri olduğunu düşünüyor. Oysa insanı kadın erkek ayırmadan bir birey olarak gördüğünüzde ve her bireye güvenmeyi öğrendiğinizde hayat sizin yükünüzü de alıyor. Herkes kendi başının çaresine bakabiliyor. Türkiye’de ve dünyada pek çok örneğini görebildiğiniz gibi her konuda ve her alanda kız çocukları birincilikler kazanıyor, başarılı oluyor; kadın sanatçılar, kadın sporcular, kadın bilim adamları ve hatta kadın politikacılar dünyayı değiştirebilecek güce sahip olabiliyor.
Türkiye’de bu konuda muhteşem bir kadın zenginliğine sahip. Nene Hatunların, Halide Ediplerin, Sabiha Gökçenlerin ulusuyuz biz. Yoktan var eden kadınların çocuklarıyız. Boşuna bu endişe, boşuna bu güvensizlik.
Biz kadınlarımızın, kız çocuklarımızın yerine ne kadar çok karar verir, ne kadar az onlara fırsat verirsek, o kadar çok onların gelişimini engellemiş oluruz. İşte asıl o zaman onlara en büyük kötülüğü yapmış oluruz. İnsani değerleri, sevgiyi ve saygıyı öğrettiğimizde aslında dünyayı öğretmiş oluyoruz.
Şunu biliyor ve inanıyorum ki, Türkiye’de erkekleri eğitirsek, kadınları eğitmiş olacağız. Çünkü kadının cahilliği, erkeğin cahilliğinin sonucudur.
Erkeğin kadın ve kızlar üzerindeki ilgisini kendine çekip, kendini geliştirmesi, yetiştirmesi ve en önemlisi de ehlileştirmesi, sorunun çözümü olacaktır.
Nefsinin ehlileştirilmesi, dürtü ve heyecanlarının dizginlenebilmesi toplumsal tehditleri de ortadan kaldıracaktır. Kadını poşete koyup saklamak, gizlemek yerine erkeğin her kadını cinsel obje gibi görmekten vazgeçmesi sorunun gerçek çözümü olacaktır.
Ve en önemlisi erkeğin içindeki birikmiş enerjinin doğru kanallara, doğru ilgi alanlarına; kendine ve topluma yarayacak bir üretim hayatına yansıtılması, hepimizi daha iyi bir geleceğe taşıyacaktır.
Bırakın kadınların namus bekçiliğini yapmayı! Herkes bir başka erkek ya da erkeği için namuslu yaşamıyor, kendi için namuslu olmayı seçiyor. Üstelik namus ve namuslu olmak yalnızca kadınların sorumlu olduğu bir değer değildir. Ve namus yalnızca cinsellikle açıklanabilir bir şey olamaz. Hırsızlık, yolsuzluk, sahtekarlık, yalancılık ve daha pek çok şey var.
Lütfen, sizi dünyaya getiren o muhteşem kadını, annenizi düşünün. Varsa kız kardeşinizi. Varsa kızınızı. Varsa eşinizi, yeğeninizi, kuzeninizi…
Allah’ı düşünün! Peygamber’i, Kur’an’ı!.. Hiç birinde bir başkasına kötülük, hele de korumasızlara, güçsüzlere, çocuklara, kızlara, kadınlara bir kötülük yapılmasını onaylayan tek bir söz bulamazsınız.
Ve onurunuzu, adınızı, ailenizi, geleceğinizi düşünün. Pişman olacak bir hareket yapmayın, insanların hayatlarını karartmayın.
Kız çocuklardan elinizi çekin.
Şeker de yiyebilsinler!..
“Çalıyorum kapınızı
Teyze, amca bir imza ver
Çocuklar öldürülmesin,
Şeker de yiyebilsinler.”
Saygılarımla.
Nejat Gümüş
10 Temmuz 2014, İstanbul