1978 yılında Kiltaş’ı kurduğumdan bu güne tam 37 yıl geçmiş… O yıl doğanlar bugün olgun birer insan. Deneyimli birer çalışan, muhtemelen evli ve ergenlik çağına gelen çocukları var. Yani artık bilgi ve birikimleri de arttı, kendilerine olan güvenleri de… Bu demektir ki artık hayatlarında büyük kararlar alabilecek cesaretleri var. İş değiştirmek gibi, büyük açılımlar, büyük yatırımlar yapmak gibi… Ama öte yanda büyüyen sorumlulukları var. Tek başlarına olsalar sorun değil, “iki lokma bir hırka, nerde olsa bulurum” diyebilirler. Kolay değil risk almak. İnsanın bağları çok olduğunda korkuları da çok oluyor. Yani tam bir kafa karışıklığı. Gitmek mi kalmak mı? Değişmek mi, var olanı korumak mı? Büyümek mi, küçülmemek mi?
Çünkü alacağınız kararlar yalnız sizi değil, tüm sorumlu olduğunuz insanları da bağlıyor.
Kiltaş, bir kurum. Sanayi kuruluşu. Ama aslında yaşayan bir organizma. Hatta tıpkı bir insan gibi… İhtiyaçları var. İlgi istiyor, sevgi, emek istiyor. Masrafları var, moral istiyor, yenilenmek istiyor, güzel görünmek istiyor. Rekabet duygusu var, yarışıyor. Değişen dünyadan, Türkiye’nin sıkıntılarından en çok o etkileniyor. Kriz zamanları ürküyor, tedirgin oluyor; kara kara düşünüyor geleceği. İşler iyi gittiği zaman havaya giriyor, hep böyle gidecek sanıyor.
Çünkü Kiltaş, tek bir kişi kurmuş olsa da, onlarca kişinin çalıştığı, yüzlerce kişinin geçimini sağlayan bir çark… Orada birbirini tanımayan farklı dünyalardan, farklı kültürlerden gelmiş insanlar buluşuyor, bir amaç için çalışıyor. Sonra kocaman bir aile oluyorlar. Yani sözün kısası, sadece eşinizin, çocuğunuzun sorumluluğu değil; büyük ailenin sorumluluğunu da her an hissediyorsunuz. O güzel filmdeki gibi, “insanın yeryüzünde kendisine en uzak olduğu nokta, kendi sırtıdır aslında…”
Hani bir çocuk büyür, büyür de ayakkabıları dar gelir ya; ayağı küçültemeyeceğinize göre yeni bir ayakkabı almak gerekir ya!.. Kiltaş’ın durumu da aynen öyle oldu. Biz de bunun üzerine uzun uzun düşündük, hesap yaptık, durumu tarttık, tartıştık ve nihayet yeni ve daha büyük bir yere taşınmaya karar verdik. Ünlü yazar Aldoux Huxley’i dinledik: “Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlayamayabilirsin. Şimdi başla, şu anda bulunduğun yerden, elindekilerle başla” sözünü… Pir Sultan’ı dinledik, “dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan” deyişini… Lao-Tzu’ya kulak verdik, “binlerce km’lik bir yolculuk bile tek bir adımla başlar” diyen hayata bakışını… “Dağ ne kadar yüce olsa da, yol üzerinden geçer” atasözünden ilham aldık… Augustine’in dediği gibiydi dünya: “Dünya bir kitaptır ve seyahat etmeyenler, onun sadece bir sayfasını okurlar.” Paul Coelho’nun romanında anlattığı gibiydi hayat: “Doğduğumuz andan ölene kadar hayatımız sürekli bir yolculuktur. Manzara değişir, insanlar değişir, ihtiyaçlar değişir ama tren hep ileri gider. Hayat bir trendir, tren istasyonu değil…” Halil Cibran güç verdi bize; “Biz gezginler, en tenha yolu seçeriz. Günü bitirdiğimiz yerde, diğer bir güne başlamayız…”
Geceli gündüzlü çalışmalarla, tutkuyla ve inançla işi bitirdik ve geçtiğimiz haftalarda Silivri’de tamamladığımız yeni tesislerimize gittik.
Bu gidiş düşündüğümüz kadar kolay olmadı. Dile kolay, 37 yılın emeği, anıları vardı bıraktığımız yerde. O yüzden giderken karmakarışık duygular yaşadık.
Gitmek zordur bilirsiniz. Çok zor…
Şairlerin şairi Cemal Süreyya’nın dediği gibi, “Gitmekle gitmiş olamazsın. Gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır.”
Gitmek, kalamamaktır. Ne kadar da bencilce görünüyor! Bazen kaldığında da gitmiş olmak mümkündür oysa… Gitmek kartlardan büyüğünü çekip “hoşça kal” demektir.
Gitmek, kalma sayısından 1 fazlası. Ya da 1 eksiği…
Gitmek, yanında götürmediklerine cevaplanmamış sorular, ödenmemiş hesap bırakmaktır.
Zamanı var mı bu gitmelerin, yoksa rastgele de gidilebiliyor mu? Ya da gidenin sebebinin anlamlı olması, gidişini hafifletici sebep yapar mı?
Gitmek istemeyip de gitmek zorunda bırakılmak da var. Hepimiz en az bir kez yaşadık değil mi?
Yolun, yordamını bilmeden gitmeye başlama isteği… Başlarken kilometre hesabı yapacak bir haritası da olmadan hem… Ama yol üstünde olabilecekler var elimizde. İhtimaller sepetimizde… Gittikçe, varılacak yerin aslında olmadığını anlatan bir yola çıkarken…
Seneca, “Rüzgarın yönünü tayin edemeyiz ama geminin yönünü değiştirebiliriz” diyordu ve bu bizim hayatın akışını değiştirebileceğimize olan inancımızı güçlendiriyordu. Einstein gibi bir dâhinin sözünü dinlemeyecek miydik? “Mantık, sizi A noktasından B noktasına götürür. Hayal gücüyse, her yere.” Ve büyük usta Nazım, “bazen önemli olmamalı gidecek olan ya da gelmeyen… Çünkü bazen, başlaman gerekir her şeye yeniden” diyerek başlamamız gerektiğini hatırlatıyordu sanki…
Andre Gide’in, “kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe insan, yeni okyanuslar keşfedemez” sözü yalan mıydı? Can Yücel, “en uzak mesafe, birbirini anlamayan iki kafa arasındaki mesafedir” diyordu ya, demek ki birbirini anlayanlardan kurulu Kiltaş için mesafeler sorun olmamalıydı.
Hem Nobel’li şair Gabriel Garcia Marquez ne diyordu: “Gitme zamanı gelmişse ‘dur’ demenin, zaman geçmişse ‘dön’ demenin ve aşk bitmişse ‘yeniden’ demenin hiçbir anlamı yoktur.”
Elbette ki Edebali’yi de unutmadan!… “Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.”
Unutmayacağız asla, bir kürek ve bir yürekle başladığımız yolculuğu… Kaybederken de kazandığımız büyük deneyimleri… “İşimiz onurumuzdur, hayatta olma nedenimizdir” duygusunu…
Seni hiç unutmayacağız Ayazağa.
Merhaba Silivri!..
Saygılarımla.
Nejat Gümüş
4 Mayıs 2015, İstanbul