Zonguldak… Çocukluğumun geçtiği yer.
Gökyüzünün ağır bir kömür kokusuyla erkenden karardığı Kara Elmas şehrim, çileli ağır işçisinin kaderini kabullenişi gibi suskundu. Yerin metrelerce altındaki güneş görmeyen karanlık yerlerde, dişiyle tırnağıyla kazarak simsiyah bir madenden bembeyaz bir gelecek yaratma çabasının tezatlığı gibiydi hayat… İş bulmaktan ve işi kaybetmekten daha büyük korkular yaşıyordu hemşehrilerim: iş kazası ve ölümler. O sağlıksız şartlar, ciğerlerin katrana bulanışı, göçükler ve üç otuz kuruşa harcanan ağır emeklerin bedeli olan hayatlara da korkular siniyordu.
Büyüklerimizin korkuları, biz hiçbir şeyden habersiz çocuklara bile bulaşıyordu. Bize ayıracak zamanları pek olmayan anne-babalarımızın, bizi hizaya sokmaya çalışan büyüklerimizin ve bilgisiz toplum olmanın da etkisiyle boyumuzdan büyük korkularımız vardı.
Size garip gelecektir biliyorum ama ben en çok Aliye Rona’dan korkardım. Sinemayı gerçek gibi yaşadığımız yıllardı. Ve hayatı sinemadan öğrenmeye çalıştığımız zamanlar… İyisiyle kötüsüyle, cesuru korkağıyla, güzeli çirkiniyle onlarca karakteri barındıran filmlerde Aliye Rona, öyle büyük oynuyor, öyle güçlü kadın karakterleri yaratıyordu ki, etkisinden kurtulmak imkansızdı. Hele kötü bir kadını, bir analığı, bir kayınvalideyi oynayışı vardı ki, kötünün en kötüsü olabiliyordu. Gelinine bir bakış fırlatıyor, ağır bir söz söylüyordu ki, kızcağız yürümesini şaşırıyordu. Bazen koca koca erkekleri evire çevire dövüyordu. Filmler siyah-beyazdı ve o filmin en siyahı Aliye Rona’nın oynadığı karakter oluyordu. Çocukluk işte, öyle etkisinde kalmışım ki, bütün kötülüklerin Aliye Rona’dan geleceğine inanıyordum. Sokağın tenhalığında bir bakkala giderken, hele de hava kararmışsa karşıma aniden Aliye Rona çıkacak diye ödüm kopuyordu. Bu neredeyse yıllar boyu sürdü gitti…
İnsan korkuları hayattan ve en çok da büyüklerinden öğrenirmiş… Çocuk aklı bir şeye yetmez diye, bizi tehlikeden uzak tutmak için bazı nesnelerden korkuturdu anne babalarımız. “Düşersin”, “yanarsın”, “kirletirsin”, “kaybedersin”, “düşürürsün”, “boğulursun”, “ölürsün”, “dayak yersin”, “ağzına biber sürerim”, “sokağa bırakmam”, “eve kapatılırsın” gibi sayısız kötü sonuçlar hemen ortaya konurdu. “Sobaya yaklaşma”, “kibritle oynama”, “prizden uzak dur”, “suyla oyun olmaz”, “yükseklere çıkma”, “büyüklere karşı gelme”, “yüksek sesle konuşma”, “küfür etme”, “izin vermeden konuşma” ve daha neler neler… Yapmamamızı istedikleri ne kadar yanlış varsa ve yapmamızı istedikleri ne kadar doğru varsa hepsinin ucuna bir korku, bir korkutucu ceza koyarak sundular. İlk adımlarımızı korkarak attık, düşeceğiz diye. Koşarken ayağımız takılacak diye ürktük.
Biz büyüdük, adımlarımız büyüdü ama korkularımız hiç küçülmedi. Aksine çoğaldı. Çünkü sahip olduklarımız arttı, onları kaybetme korkumuz da arttı. Öyle zaman oluyor ki, itibarımı kaybetmek hayatımı kaybetmekten daha önemli geliyor, bu yüzden işimde kaybetmekten korkuyorum. Bazen de sevdiklerimden bir tanesini bile kaybetmek yerine tüm maddi varlığımdan gözümü kırpmadan vazgeçmeyi göze alabiliyorum.
Korkularımızın en büyüğü kaybetme korkusudur… Sahip olduğumuz maddi ve manevi değerleri kaybetmek hepimizin duyduğu en büyük üzüntüdür. Cüzdanımızı çaldırmak, paramızı kaybetmek, evimizin yanması, eşyamızın zarar görmesi, arabamızın kaza yapması, işlerimizin kötü gitmesi, işimizi kaybetmeniz gibi korkular maddi varlıklarımızı kaybetmeyle ilgili durumlardır. Sahip olduğumuz sağlığı, dinçliği ve güzelliği kaybetmek de korkutur bizi, ama elbette ki en büyük korkumuz ölüm korkusudur. Hastalıktan, kazadan da bu yüzden korkarız. Onların bizi ölüme götüreceğini düşünürüz. Silahtan, kesici aletlerden, prizden, denizden, yüksekten, psikopattan, caniden, katilden korkmak hep ölüm korkusuyla açıklanabilir.
Karanlıktan korkmak, gelecekten korkmak, bilinmezden korkmak da aynı sonuçla bağlantılıdır. Çünkü karanlıkta aniden karşımıza biri çıkabilir, bir yankesici canımıza ya da malımıza kastedebilir, bir çukura düşebiliriz veya bir katille, bir şehir magandasıyla karşılaşabiliriz. Nedense garip bir biçimde bilinmeyen dünyada hep kötülükler olduğu gibi bir fikre sahibiz. Tanımadığımız birine güvenmemek, onun varlığından kuşku duymak, bir anlamda onun varlığından korkmamıza yol açabilmektedir. Gelecekten korktuğumuz için tasarruf yaparız, risk almayız, tedbirli hareket ederiz. Çünkü gelecek bilinmezdir ve neler olacağına dair en ufak bir fikrimiz yoktur. Çünkü gelecekte hastalık olacaktır, yaşlılık başlayacaktır, çocuklarımız bize bakmayacaktır, eşimiz terk edecektir, sokaklara düşeceğizdir. Böyle düşünürüz, böyle düşünmemiz sağlanmıştır. Sigorta meselesi de bu gerekçeyle oluşturulmuştur. Sağlık sigortası, yaşam sigortası, trafik sigortası, kasko, yangın sigortası ve daha neler neler… Hepsi korkularımıza dayanıyor gördüğünüz gibi!..
Korkuyla baş etmek için iki yol seçeriz. Ya bizi korkutan şeyden hızla uzaklaşırız, ya da korkularımızı yenmek için üzerine üzerine gideriz. Mesela, kadınlar örümcekten korkuyorsa, fareden, yılandan korkuyorsa, bunların olmadığı yaşam alanları seçerler. Ölüm korkumuz varsa ölümü düşünmemeyi tercih ederiz. O da bir nevi kaçıştır. Yükseklik korkusu olanlar alt katlarda otururlar. İlginç korkuları, yani fobileri olanlar da vardır aramızda. Bazılarının kalabalık fobisi vardır, bazılarının kapalı mekan fobisi, asansör fobisi… On kat merdivenleri inip çıkmayı tercih eder böyleleri…
Oysa insan aklıyla yaşayan özel bir canlıdır ve kurduğu bütün bu uygarlıkları, başardığı buluşları aklına borçludur. Aklı, bilgi besler ve geliştirir. Yani korkuları yenmenin bir de akıl yolu vardır. Örneğin suda boğulma korkusunu yenmenin yolu yüzme öğrenmektir. Elektrik çarpması korkusu ancak elektrikle ilgili bilgi sahibi olmakla yenilir. Aliye Rona korkusu da, Aliye Rona’nın kendine yazılan rolü başarıyla oynayan bir sanatçıdır, yaptığı şeyler de rol icabı olanlardır mantığını geliştirmekle halledilir.
İşi kaybetme korkusunu yenmenin tek yolu ise, işinde iyi olmak; hatta en iyi olmaktır. Bizim için de, sizin için de bu böyledir. Rakiplerimizden daha kaliteli ya da daha ekonomik üretim yapıyorsak, daha iyi hizmet sunuyorsak satışlarımız daha iyi olacaktır kuşkusuz. Çalıştığınız firmada ya da sektörünüzde işinizi sizden iyi yapan yoksa, hiçbir müdür ya da patron sizin gibi değerli bir elemanını asla kaybetmek istemeyecektir.
Ölüm korkusuna gelince!..
Ünlü filozof Epiktetos’un dediği gibi:
“Ben varken ölüm yok. Ölüm geldiğinde ise ben olmayacağım.”
Hepsi bu kadar!
Korkmadan yaşayacağınız mutlu ve uzun bir hayat diliyorum.
Saygılarımla.
Nejat Gümüş
9 Ocak 2014, İstanbul