“İşim gücüm budur benim
Gökyüzünü boyarım her sabah
Hepiniz uykudayken
Uyanır bakarsınız ki mavi
Deniz yırtılır kimi zaman
Bilmezsiniz kim diker
Ben dikerim!”
Şiirlerinde hayatı en masum, en çocuk doğallığıyla aktaran büyük usta Orhan Veli böyle söylüyor Dalgacı isimli şiirinde.
Herkesin işi/gücü ayrı. Ve inanıyorum ki yalnız insanların değil, tüm canlıların, hatta tüm cisimlerin, varlıkların bir varoluş gayesi var. Her şey bir işe yarıyor. Bir boşluğu dolduruyor. Belki de bu yüzden doğanın muhteşem dengesi. Bu taşlar yerinden oynadı mı doğal denge de bozuluyor, tabiat da öfkeleniyor. Afetlerle, facialarla denge oturuncaya kadar tabiat öfkesini gösteriyor.
İnsanın uygarlık serüveni çalışmayla başladı. Çalışmayla da devam ediyor. Kimileri için sadece ve sadece rızık için katlanılması gereken vazife gibi görünse de çalışma, kimileri için yaşamın gayesi olabiliyor. Belki de bu yüzden kimse kimseyi anlayamıyor. Ve kimse kimseyle uyum içerisinde olamıyor.
Mesela, bir işletmeniz var; bir fabrikanız… Farklı departmanları için farklı işgüçlerine ihtiyacınız var. Bu departmanların her biri ayrı ayrı ve birbiriyle uyum içerisinde çalışırsa işletme başarısı olarak iyi sonuçlar alacaksınız. Yüksek kazançlar sağlayacaksınız, çalışanlara ihtiyaçları oranında zam yapacaksınız, işleri büyüteceksiniz, hedefleri büyüteceksiniz, yeni çalışanlar alacaksınız, daha çok insana, daha çok aileye geçim kapısı olacaksınız. Devlete daha çok vergi vereceksiniz, ülke ekonomisi büyüyecek, dünya üzerinde daha fazla söz hakkımız olacak, insanlarımız daha yüksek bir refah seviyesine kavuşacak.
Ama birlikte çalıştığınız insanlar böyle bir bakış açısına sahip değilse, yüksek hedefleri, iş sorumluluğu ve disiplini yoksa, işi idare eder gibi yapıyorsa, bir fark yaratmıyorsa, vazgeçilmeyecek biri gibi davranmıyorsa, bir süre katlandıktan sonra tam bir hayal kırıklığı ile yollarınızı ayırıyorsunuz. Görünürde birinin ekmeğiyle oynuyor pozisyonundasınız. Oysa o pozisyonu daha fazla hak edecek birine fırsat veriyorsunuzdur. O kişiyi de uyarıyorsunuz, bundan sonraki iş hayatı için unutulmaz bir deneyim yaşatıyorsunuzdur; “bu anlayışla başarılı olamazsın” diyorsunuzdur.
Dünyaya bakın bir, heveslendiğiniz hayatlara, yerinde olmak istediğiniz insanlara bir bakın; o noktaya nasıl gelmişler, bir daha düşünün… Mesela, Alman Mucizesi diye bir şey var! 1945’de savaştan yenik çıkmış, ülke harabe halinde, pek çok insan gücünü kaybetmiş, inanılmaz boyutlarda savaş hasarları, tazminatları; ama aradan sadece ve sadece 20 yıl geçmeden dünyanın en büyük ekonomilerinden biri haline gelmiş. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, bunu yaratan müthiş Alman disiplini ve çalışkanlığı.
Benzer bir örneği de Japonya üzerinden verebiliriz. Almanlar gibi onlar da İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmışlar, ama bugün tüm dünyanın saygınlığını kazanan bir sanayi ve ekonomileri var. Pek çok teknolojinin mucitleri…
Biz galiba biraz tembel bir toplumuz. Şimdi bu yargıma bir çoğunuz, “iş var da çalışmıyor muyuz?” diyebilirsiniz. Ben işi olup da çalışmayan, çalıştığı işin hakkını vermeyenlerden söz ediyorum. Bunu şöyle genelleyebiliriz de…
Hani çoğumuz piyango, loto, toto, at yarışı gibi tutkulara sahiptir ya… Hayal kurarlar, büyük ikramiyenin kendilerine çıkması üzerine… Çoğumuz biliriz ki o hayallerin hemen hepsinde, o büyük ikramiye ile bir iş kurmak ya da işi büyütmek fikri yoktur. O parayı herkes nasıl yiyeceğini, hayatının geri kalan kısmında çalışmadan nasıl gezeceğinin hayalini kurar. Yani itiraz etseniz de etmeseniz de, çalışmak bir zorunluluk çoğumuz için!
Ben işini zorunluluk gibi görenlerden olmadım hiçbir zaman. Hangi işi yaptıysam, ki her yaptığım iş, aslında hayalini kurduğum iş değildi, o işe dört elle sarıldım. İşim hayatım oldu. Oysa kaç yıldır çalıştığımı bilseniz, bıkmış olmam gerektiğini düşünürsünüz. Yorulduğumu, yıprandığımı, artık çoktan emeklilik çağımın geldiğini, bir köşede oturup, hobi sahibi olmam gerektiğini söyleyebilirsiniz.
“Boyayalım abiler, parlatmazsam para yok!” diyerek boyumdan büyük boya sandığını sırtıma vurup caddeleri arşınladığımda da tutkuyla yapıyordum işimi. Gerçekten o boya fırçasını savurduğum ayakkabıları yeniymiş gibi parlatmadan bırakmıyordum.
“Çirkin Kral Yılmaz Güney’in son filmi Yedi Dağın Aslanı bu akşamdan itibaren sinemamızda” diyen çocuk sesimle sinemada yer göstericiliği yaptığım zamanda da böyleydim.
Bugün Kiltaş’ı yeni tesislere kavuşturduğumuz şu günlerde de durum değişmedi. İnşaat başladığından beri her hafta sonu geldiğim Silivri’de, son üç ay evimden, çocuğumdan uzak, burada yatıyor, burada kalıyorum. Ben işimi böyle yapıyorum.
Bunun hırsla, para kazanma tutkusuyla bir ilgisi yok. Bir şey yapmak, bir şeyi başarmak beni zinde tutuyor, en önemlisi mutlu ediyor. Hayatla bağlarımı koparmıyor.
Herkes başka türlü yaşıyor, başka hobileri vardır ya hani… Kimisi avcılıkla eğlenir, kimi futbol, kimi gezme meraklısıdır. Kimi yemek/içmekten keyif alır, kimi plak koleksiyonu yapar. Benim gibi kimileri de çalışır, hep çalışır. Çalışmaktan zevk alır, en yüksek mutluluklara o an vardığını hisseder. Yorulsa da bu yorgunluğu yine çalışarak atar.
Hayat böyle bir şey. Farklı insanlar, farklı yorum biçimleri, farklı hayatlar… Kimsenin kimseyi anlaması da zor, yargılaması da haksızca…
Zaten bunun için “Dünyada iki insan yok ki yaşadıkları duyusal dünyalar aynı olsun” diyor ünlü bilim adamı Paul Breslin. ABD’nin Philadelphia eyaletinde bulunan Monell Kimyasal Duyular Merkezi’nde görev yapan Breslin, “Gördüğünüz dünya, tattığınız yiyecekler, kokladığınız kokuların hepsi size özgün bir şekilde algılanıyor” diye açıklıyor.
Sözün sonunu söz ve yaşama ustası Nazım’ın dizelerine bırakalım:
“Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.”
Bakın, lafa takıldım. Şimdi müsaadenizle, işimin başına dönüyorum.
Sağlıcakla kalın!
Nejat Gümüş
14 Mayıs 2015, İstanbul