Kızım Seni Ali`ye Vereyim Mi?

Derler ki, bir kız çocuğunun hayatını üç erkek yönetir: Çocukluğunda babası, evlendiğinde kocası, çocuğu olduktan sonra oğlu… Hatta bunlara erkek kardeşini de ekleyebilirsiniz. Onlar belirler kızın yolunu, onlar yön verir kızın hayatına, onlar kötülüklerden, tuzaklardan engeller. Onlar koyar yasakları. Kız adına tüm kararları onlar verir. Bütün görevleri yerine getirirken de kıza her tür muamele serbesttir. Hak ediyordur çünkü!
Böyle düşünülür………….
Kızların fikrinin sorulmadan 11 yaşındaki Ali’ye, 75 yaşındaki Veli Ağa’ya verildiği; böyle muamele gördüğü bir gelenekten geliyoruz. Ve ne yazık ki hala bu geleneği geleceğe taşıyanların sayısı hiç de az değil.
Aslında burada konumuz tam olarak bu değil. Yani sadece kızların daraltılmış hayatları, sıkıştırılmış dünyaları değil. Çünkü hep söylüyorum, kızları geri kalmış toplumların aslında en çok erkekleri geri kalmıştır. Yani eğitim de, cehalet de topyekün bir sorundur, birlikte ele alınması gerekir.
Ve bence bu işin başlayacağı yer yine ailedir!..
Sevgi arsızdır, bencildir aslında. Hani “sevgi karşılıksız bir duygudur” derler ya, pek de doğru değil… Biz anne-babalar çocuklarımızı çok severiz, öyle değil mi?.. Hatta hayatımızın merkezine koyarız. Gözümüzden, herkesten, tüm kötülüklerden sakınırız, koruruz. Kendi hayatlarını kurana kadar değil, ömür boyu ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırız, bunun için didiniriz.
Doğumla başlar her şey… Anne için doğumdan önce başlıyormuş da, biz babalar çocuğu kucağımıza ilk aldığımızda olan bitenin farkına varıyoruz. Sonra çocuğa/çocuklara göre planlanmaya başlıyor hayatımız. Misafir ağırlamalarımız, tatil planlarımız, aile bütçemiz, hatta vazgeçişlerimiz… Dün anne-babalarımızın bize verdiklerini bugün biz evlatlarımıza vermeye başlıyoruz, yarın da onlar kendi evlatlarına verecekler.
Ayakta durmalarından kaşık tutuşlarına kadar yaşamlarını sürdürebilmeleri için öğrenmeleri gereken ne varsa öğretmeye çalışıyoruz. Sonra bununla yetinmiyor, terbiye veriyoruz kendi doğrularımıza-yanlışlarımıza göre. “Sobaya elini dokunma, yanarsın” ile başlayan yasaklar kendi özgürlüğümüze göre ya da çocuğumuzu uzak tutmak istediğimiz şeylere göre çoğaldıkça çoğalıyor. Bu durumun anlaşılabilir bir yanı olabilir kuşkusuz, ailesi olarak eğitimlerinden biz sorumluyuz.
Ancak iş bununla bitmiyor. Müdahale hakkı bir başladı mı, dur/durak bilmiyor. Biz de duracağımız yeri bilmiyoruz. Kendi sebeplerimize göre koyduğumuz adından başlayarak çocuğumuzu kendi eserimiz gibi görüyoruz bir anlamda. Yaşadığımız/yaşayamadığımız, yaptığımız/yapamadığımız ne varsa, tüm hayal kırıklıklarımız, içimizde kalanlar hepsini onda görmek, onda uygulamak istiyoruz. Belki de “çocuğum” diye diye onları hep “çocuk” görüyoruz. Bir türlü büyüdüğünü, bir türlü bir birey olduğunu kabul edemiyoruz.
İşte sorun tam da burada başlıyor!..
Bir türlü kendi kararlarını vermelerine fırsat tanımıyoruz. Yanlışlarla da olsa doğruyu bulacaklarına güvenmiyoruz. İnsan deneyerek, yaşayarak büyür, hayatı tanır görüşünü söz konusu çocuklarımız olunca mantığımıza koymuyoruz. Uygulamıyoruz. Sanki, “9 ay karnımda büyüttüm”, “yemedim, yedirdim; giymedim, giydirdim” der gibi, kendi eserimiz gibi davranıyoruz.
Evet, onların en yakınları biziz de, onlardan daha iyi düşündüğümüzü de sanabiliriz de, en iyi düşünenin biz olduğunu nerden biliyoruz? Mükemmel miyiz, kusursuz muyuz, her şeyin en iyisi biz mi biliyoruz?
Okullarına karışıyoruz, hangi bölümü seçeceklerine karışıyoruz, nerede çalışacaklarına karışıyoruz. Hatta çalışıp çalışmamaları gerektiğine de karışıyoruz. Bazı şeyleri onlara uygun bulmuyoruz, layık görmüyoruz.
Memlekette işsizliğin çığ gibi büyüdüğü, her ilde üniversitelerin kurulduğu bir 2013 Türkiye’sinde, bulduğu işe dudak büküyoruz. Hatta, “çalışma, çalışmaya ihtiyacın mı var” diyebiliyoruz. Kariyer fırsatını, kendi ayaklarının üstünde durma şansını başlamadan yok ediyoruz.
Oysa hayat da, iş de üç evredir: Çıraklık, kalfalık, ustalık. Bu evrelerin birini yaşamadan ötekinin üstesinden gelinmiyor. Ustalaşmadan önce epey bir dirsek çürütmek, epey bir azar işitmek, epey bir koşturmak gerekiyor belki de… Tıpkı çocuklarımızın yürümeye başlarken sık sık düşmeleri gibi. Tıpkı yemeği üstlerine dökmeleri gibi… Tıpkı arkadaşlıkta da, aşkta da hayal kırıklıkları yaşamaları gibi…
Onlara hep bir şeyler öğretiyoruz ya hani… Bizim de öğrenmemiz gereken çok şey var aslında.
Çünkü öğrenmek hayat boyu devam eden bir süreç ve hepimizin pek çok eksiği var. En başta çocuklarımıza güvenmeyi öğrenmeliyiz. Sonra bize ne kadar benzeseler de, soyadlarımızı taşısalar da ayrı, farklı, bağımsız bir birey olduklarını kabul etmeliyiz. Farklı oldukları için farklı hayat tercihleri olabileceğini, kendi hayatlarını yaşama hakları olduğunu sindirmeliyiz. Bu hayatın üstesinden gelecek akıl ve bilgiyle donattığımıza, bu yüzden de korkulacak, endişe edilecek bir durum olmadığına inandırmalıyız kendimizi. Dışarıda hep kötülük yok; iyilik ve kötülük her yerde var, bizim içimizde de var; iyilik ve kötülüğü seçme yetilerinin olduğunu bilmeliyiz.
Ve saygı duymayı öğrenmeliyiz çocuklarımıza!.. Eksiklerine, yanlışlarına bakarak sürekli eleştirmek yerine doğrularına, yapabildiklerine, düşüncelerine, duygularına, kişisel gelişimlerine bakarak ve saygıyı çoktan hak ettiklerini düşünerek, öyle davranmalıyız.
Ve her şeyden önemlisi… “Ayşe/Fatma, Ahmet/Mehmet, Oğlum/Kızım” olmanın çok ilerisinde “İnsan” olduklarını, herkes kadar az, herkes kadar çok olabileceklerini kendimize anlatabilmeliyiz.
Bir gün, er geç bir gün onları bu hayatta tek başlarına bırakıp gideceğimizi de unutmadan ve bizden sonra hayatlarının devam etmesi gerektiğini de göz ardı etmeden telaşsız, korkusuz, güvenle bakabilmeyiz hayata; onların hayatına, çocuklarımıza…
Bir de…. Çocuklarımız bizim gözlerimize bakıyor hep. Bu hayatta en çok onaylanmak istedikleri kişiler bizleriz. Gözlerimizde telaşı, korkuyu, hele de güvensizliği gördükleri anda kendilerine güvenleri kalmıyor. Onlar başlıyor bu sefer korkmaya, telaş etmeye. Asıl yanlışları o zaman başlıyor.
Silin gözlerinizden korkuyu. Atın kafanızdan kötü düşünceleri.
Güvenin çocuklarınıza. Saygı duyun!
Saygılarımla.

Nejat Gümüş
25 Kasım 2013, İstanbul

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.