Rivayet olunur ki, bebekler doğmadan bir gün önce Allah ile konuşurlarmış. Yine dünyaya gelmeden önce huzura alınan bir bebek sormuş:
-Allah’ım, dünyaya gidiyorum ama orada ne yapacağımı bilemiyorum.
-Korkma, senin için yarattığım melek sana ne yapman gerektiğini öğretecek.
-Ama ben dünyada konuşulan dili de bilmiyorum, nasıl anlaşacağım onlarla?
-Senin için yarattığım melek öğretecek sana nasıl konuşman gerektiğini. O ihtiyaçlarını sen söylemesen de bilecek ve karşılayacak.
-Çok tehlikeli bir yermiş dediler dünya için. İnsanlar birbirlerini öldürüyorlarmış. Kötülük yapıyorlarmış. Çok korkuyorum ben.
-Hiç korkma, senin için yarattığım melek seni dünyanın bütün kötülüklerinden koruyacak. Gerekirse senin için canını verecek.
-Peki Allah’ım, bu meleğin ismi nedir, nasıl tanıyacağım ben onu?
-İsminin hiçbir önemi yok, sen ona “Anne” diyeceksin.
…………….
Aslında O’nunla olan ilişki daha dünyaya gelmeden önce başlar. 9 ay boyunca yalnızca iki kişinin bildiği, iki kişinin hissettiği bir yakınlık. Can veren, kan veren, büyüten, koruyan, kollayan bu duygu, dünyaya geldiğimizden sonra da ömür boyu yürek bağıyla süren bir büyük mucizeye dönüşüyor.
Bu nasıl bir duygudur ki, kayıtsız-şartsız bir teslimiyet, sonsuz bir bağlılık, kusursuz bir uyum ve anlatılmaz bir sabrı barındırır?
Başka kim vardır, bir başkası için gece kaç kez uykusunu bölüp uyanan? Nasıl bir şeydir üstümüzün açıldığını hissetmek?
Başka kim bilebilir, dilsiz bir bebeğin hangi ağlamasının acıkma, hangi ağlamasının gaz olduğunu? Bilinmeyenleri bilmek, söylenemeyenleri anlamak mıdır “Ana Dili”?..
Peki ya, “anayasa”, “ana yol”, “ana bilim dalı”, “anavatan” ve hatta “Anadolu” ne anlama geliyor?.. Bütün bu kavramların içini dolduran, yalnızca çocuğunun hayatının değil, tüm hayatın “anafikri” değil midir?..
Derler ki, bir çocuk öldüğünde tanıdıkları akıllarıyla, arkadaşları yürekleriyle üzülür. Annesi ise iliklerinin derinliklerine kadar acı çekermiş…
Peki ya annesi ölen çocuk ne yapar?..
Penceresizdir. Üşür. Korkar. Kırılır. Boşluğa düşer. Yalnız kalır. İncinir. Ocaksızdır. Kucaksızdır. Acısı uçsuz-bucaksızdır.
Şımaracağı kimse yoktur. Kaldırımda yürümesini, terli terli su içmemesini öğütleyecek kimse kalmamıştır. Aslında kimsesi kalmamıştır. Kimsesizdir. Yetimdir.
Yetişkin de olsa yetimdir.
Annesi ölen çocuk, korkularla ve kuşkularla büyür. Yüreği ısınamaz bir türlü. Eksilerek büyür. İncinerek büyür. Bir yanını susturarak büyür. Ama her aldatılışta, her bırakılışta, her yanılgıda, her kaybettiğinde ve her düşüşünde, tıpkı çocukken düştüğünde ve dizi kanadığında “Anne!” diye haykırdığı gibi, yine annesine döner yüzü. Yarası ömürlüktür çünkü… İyileşmez, sadece kabuk bağlar. Ve çocuk kabukları büyüte büyüte büyür. Güçlenerek, güçlendiğini sanarak büyür.
Taa ki, bir gün bir yerlerde, diyelim Toroslar’ın yücelerinde, üç annesiz koca adam, radyoda bir şarkı duyana kadar…
“Geceler çok soğuk, sessiz ve karanlık
Üşüdüm üstümü örtsene annem”
diyen Zeki Müren’in sesi, üç koca adamı üç küçük çocuğa dönüştürür birden. Üç yürek dağlanır, gözlerin tutamadığı lavlar üç yanağı yakar geçer. Artık onlar üç işadamı, üç baba, üç eş değil; sadece üç küçük yetimdirler…
2012 yılının Anneler Günü’nü kutlayacağınız şu günlerde bilin ki, hayatınız boyunca aldığınız ve alacağınız en büyük hediye, duyacağınız en güzel haber annenizin yaşıyor olmasıdır. Çünkü, onlar bize Allah tarafından verilen, bu dünyanın ve cennetin en büyük ödülüdür. Bu ödülü zamanın ve zeminin unutturmasına izin vermeyin!
Anneler Gününüzü kutlar, yaşayan tüm annelere sağlıklı ve uzun bir ömür; anneme ve hayatta olmayan tüm annelere rahmet dilerim.
Saygılarımla.
Nejat Gümüş