13-14 yaşındaydım henüz… Olanı biteni anlamak, hayatı çözmek için küçüktüm daha… Bildiğim tek şey alelacele toplanan eşyalar, kırık tahta bavullar ile başlayan sürgün hayatımızdı… Zonguldak’ı terk ediyorduk. Aslında gitmek ile kaçmak arasındaki farkı o an anlamıştım. Biz bir yere gitmiyorduk, biz bir yeri terk ediyorduk; bulunduğumuz yerden kaçıyorduk.
“Biz kimden kaçıyoruz anne?” diye sordum anneme yolculukta… Duymadı. Ya da cevabı yoktu. Ya da o da bilmiyordu. Uzaklara bakıyordu uzun uzun… Çok uzaklara. Bu uzaklar İstanbul’dan çok daha uzak bir yerlerdi, belki de hiçbir yerdi, umursamazlıktı, umarsızlıktı… Çok derin iç çeker mi sizin de anneleriniz? O iç çekişlerde bir çocuk kadar korumasız ve zayıf olduğunu hisseder misiniz siz de?..
Aslında çocuklar hayatı anne ve babalarının gözlerinden okurmuş. Çünkü hep onlara bakar ve o bakışlarının ne anlama geldiğini iyi bilirlermiş. İşte benim bilmezliğim buydu. Ne annemin içinde bin bir soru barındıran bakışlarını ve suskunluğunu anlayabiliyordum; ne babamın sanki bir şeylerden kaçma hızı kadar, bir şeyleri yakalama hızını ayarlayamayan telaş ve korkusunun nedenini bilebiliyordum. Aklında yüzlerce soru olan bir çocuk ve tek bir cevabı olmayan iki kişi, yolculuk yapıyorduk İstanbul’a…
Bir süredir işleri iyi gitmeyen babam sıfırı tüketmişti. Başka bir şehirde yeni bir hayatı denemek hem çaresizliğiydi, hem tek umuduydu. Böyle zamanlarda elbette ki akla “taşı toprağı altın” denilen İstanbul geliyordu. Annem ise bu bilinmez yolculuktan anladığı hiçbir şey olmamasına rağmen, Anadolu kadınının ölümüne eşinin ve ailesinin yanında olması, dayanması, katlanması, göğüs germesi gerektiği terbiyeyle babama güç vermeye çalışıyordu. Benim hissettiğim şey ise, bilmeden gittiğim yeri düşünmek yerine, geride bıraktığım şehrimi, mahallemi, arkadaşlarımı, oyunlarımı, alışkanlıklarımı terk ediyor olmanın hüznüydü…
Ayrılık denen şeyin, sevdiklerini ani ve nedensiz yere terk etmek denilen şeyin ne olduğu ile ilk kez o zaman karşılaşmıştım ve belki de bu öğrendiğim şey, alışmak, bağlanmak gibi duygularla aramda bir mesafe bıraktıracak kadar bende derin izler bırakacaktı. Belki kimsenin gitmeyeceğine inanmayacaktım, belki bir daha bir yere asla ait olamayacaktım. Böylece sürgün hayatımız başlıyordu…
İstanbul!.. Hayallerin şehri. Güzeller güzeli İstanbul. Ama teslim alması zor, barınması zor, yaşaması zor şehrim. Çaresiz gelenler içinse gerçek bir kabustur İstanbul. Bıçak sırtında yaşatır sizi. Dışına bir tafra gibi atması an meselesidir. Tutunmalısınızdır ona sımsıkı, hem de öyle dört elle, tüm ruhunuzla.
Asgari ücretle bir iş bulmuştu babam ve bizim için yeni ve sıkıntılı bir hayat başlıyordu İstanbul’da. Gültepe’de zemin altı, tek odalı evimizde rutubete karşı da direnmeye çalışıyorduk. Gültepe’den Şişli’ye kadar yokuş yukarı o upuzun yolu, altı delik ayakkabıyla her seferinde yürüyerek geçiyordum. Otobüse binmem ancak yıllar sonra mümkün olabilmişti. Allah “yürü ya Kulum!” demişti, ben de yürüyordum.
Aslında zaman geçtikçe bütün o yaşadıklarımın bir anlamı olduğunu, hayatı biriktirdiğimi, beni güçlendirdiğini de fark ettim. Tıpkı o meşhur sözdeki gibi: “Sizi öldürmeyen şey, güçlendirir.”
Ama bu güçlenmenin bedeli ağır oluyor. Tıpkı bahçedeki meyve ağacının güçlenmesi için dallarının budanması gibi, insan da bir yandan kaybediyor, bir yandan kazanıyor. Ayakkabı boyacısı Nejat, iş adamı Nejat’a dönüşürken ne yazık ki ortada ne “baba, artık çalışman gerekmeyecek; size ben bakacağım” diyeceği babası, ne de “anne, bak bu ev senin, üstelik ruhubet kokmuyor” diyerek gururlanacağı annesi kalıyor.
Bu şehir böyle milyonlarca hikayeyi barındırıyor tarihinde. Nice insanlar geldiler, vatanlarını terk ederek. Ekmek parası için. Kimileri daha iyi bir hayatı hayal ederek geldi, kimileri kaybedecek başka bir şeyleri olmadığı için. İhtişam ile sefalet koyun koyuna yaşıyor bu şehirde. Ama işte bilirsiniz, umut öyle güzel bir rüyadır ki, hayat öyle büyük bir tutkudur ki, önünüze bakarsınız hep, hedefe varmak umudu ve tutkusuyla. Çünkü bu karmaşık ve kalabalık şehirde, tıpkı yoğun kent trafiğinde araba kullanmak gibidir yaşamak. Bir an önünüze bakmayı ihmal ederseniz, kaza yapmanız, yoldan çıkmanız an meselesidir. Zaman geçer, bir şeyler bir şeylere fırsat olur, şansınız döner, Allah yardım eder, siz de çalışmalarınızın ve aklınızı devreye sokmanın karşılığını alırsınız. Kendinizce bir başarı hikayesi yazarsınız. Bu çark öyle hızla dönüyor ki, zaman sizi öyle atak ve telaşlı yapıyor ki, üzerinizdeki sorumluluk ve bu şehrin bedeli öyle ağır ki, deli gibi çalışmanız gerekiyor. Önünüzde biriken bir yığın fatura vardır ve bunları ödemeniz için de önünüzde sadece otuz gün vardır. Zaman alım ve satım ile geçer. Kazanma ve harcama ile tüketirsiniz ayları. Bunları başarıyor olmak bile sizi mutlu edebilir.
Taa ki, o eski ağrı ansınız geri teptiğinde, eskiye ait özlem, bir hatırlayış ince ince yüreğinizi sızlattığında; üstüne üstlük hayatınız zaman zaman size monoton geldiğinde, bu kadar çalışmanın, bu kontrollü iş ilişkilerinin yıpratıcılığından sıkıldığınızı hissettiğiniz anda, sığınacak bir anne dizi, öğüt alacak bir baba sözü yoksa, yapayalnız ve kimsesiz olduğunuzu fark ettiğiniz anda, o en masum, en korunmasız ve en bilgisiz çocukluğunuza dönersiniz ve o soruyu tekrar sorarsınız:
“Anne, biz kimden kaçıyorduk?”
Saygılarımla.
Nejat Gümüş
16 Temmuz 2013, İstanbul