Sözlükte söz, “düşünceyi eksiksiz anlatan kelime dizisi, lakırtı, kelam laf, kavil” diye geçiyor. Ama aynı söz, bazen de “kesinlik kazanmayan haber, söylenti” yerine de kullanılıyor. “Etrafta dolaşan söze göre…” diye söz edilen şey yani… Ya da o ince sızılı türküdeki gibi: “Beyaz giyme toz olur, eller duyar söz olur”…
Türkü deyince, bütün müzik parçalarının yazılı metnine ya da bizdeki ifadesiyle güftesine de “söz” diyoruz. Çılgın dahi Aysel Gürel’den söz ederken, “ünlü şarkı sözü yazarı” dediğimiz gibi… Ki sözün hasını onlar söylemiştir, bizim duygumuza tercüman olur, yüreğimizi yaralar, unutmaya çalıştıklarımızı inceden inceye hatırlatırken… Yaşanılan en büyük aşklardan, özlemlerin en büyüğüne kadar; ertelenmiş hayatlardan, erken biten hayallere kadar ne varsa orada dile gelmiştir. “Nereden sevdim o zalim kadını, bana zehretti hayatın tadını” derken, “Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim, her şeyimi uğruna ben boş yere mi verdim” derken, “Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile, avunmak istemeyiz böyle bir teselli ile” derken bütün diğer sözler susar, bütün duygular saygı ile ayağa kalkar.
Nüktedan söz ustaları vardır bir de… En büyüğü de Nasreddin Hoca’mız. Küçük bir sözünde ne koca hayatları, ne koca adamları yerle bir eder. Öfkelenmeden, inceden inceye, ama tam da taşı gediğine koyarak söylediği sözler, yalnız bizim değil dünyanın hayranlıkla dinlediği fıkralar olmuştur. Bertolt Brecht, Montaigne, Bacon, Bukowski, Dostoyevski, Bernard Shaw, Shakespeare gibi kaleminden kan damlayan yazar ve düşünürler de milyonlarca insana, milyonlarca yola ışık tutmuştur.
Hayatımızın “sözcü”lerinden söz ederken, sıra Mevlana’ya gelince en az bir dakika susmalıyız, öyle değil mi?.. Ya da onun bir cümlesinin cümle alemi yeniden yarattığı Mesnevi’sini okurken/dinlerken gözlerimizi kapatıp bir semazen teslimiyetiyle onun eşsiz “aura”sında yok olana kadar dönmeliyiz.
Söz bu, bazen bir söz, binlerce cümleye dönüşür, kalın bir roman olur. Bazen birbirleri ile düello eden, şah-mat tartışmalarına çıkmış üç-beş sözcükle olağanüstü bir şiire dönüşür. Aragon’lar, Eluard’lar, Edgar Alan Poe’lar, Eliot’lar, Nazım’lar, Orhan Veli’ler, Necip Fazıl’lar, Özdemir Asaf’lar ve daha niceleri ile söz sanatı tavan yapmıştır.
Söz bu, bazen de hayatı derin ve yoğun yaşayanların deneyimleri ile başka hayatlara yol gösteren en büyük hoca, en değerli kılavuz olur. Tıpkı atasözlerimiz gibi…
Sözün hayatımıza girişi, bizim hayata girişimizden hemen sonra başlar bir bakıma… İlk ağlama sesiyle dünyaya bir “merhaba” demişizdir. Aylar geçip de merakla bekledikleri “an-ne”, “ba-ba” sözlerinin ağzımızdan çıkışından sonra bir daha da çenemiz kolay kolay kapanmayacaktır. Hele de kadınların bu konuda bizden çok daha ileride olduğu tüm dünyanın kabul ettiği bir görüştür. O yüzden midir nedir, evliliklerde ailenin sözcüsü olarak hep kadınları seçeriz.
Çoğumuzun çocukluğu hayli yaramazdır. Hani deyim yerindeyse dur-durak bilmeyen, “söz anlamayan” afancanlardan olmuşuzdur. Oysa anne-babalarımız az mı uğraşmıştır “sözden anlayan” biri olmamız için!..
Söylememiz gerekenleri “söz açıldığında” bahsedeceğizdir. Bir toplulukta ya da bir toplantıda “söz alır”, görüşlerimizi, eleştiri ve önerilerimizi söyleriz. “Söz altında kalmamak” için en uygun zamanı, konuyu asla unutmadan, kollamaya başlarız. “Söz aramızda”, hayatta en çok tahammül edemediklerimiz ise “söz anlamayan” kişilerdir. Hani, “nato mermer, nato kafa” dediklerimizden… 🙂 Söze, sözü geçenler değil de, sözünü bilmeyenler karışmaya başladığında durum hayli karışır, tabiri caizse “söz ayağa düşer”…
Büyürüz, evlenmeye karar veririz. İşin ilk aşaması “sözlenmek”tir. Kalplerden gelen duygularla söz veririz birbirimize, “iyi günde-kötü günde, bir yastıkta yaşlanmaya”… Baktık olmuyor, “sözü atar”, nişanı bozarız. Ama bu gibi durumlar da özellikle bizim toplumumuzda kız tarafı için söz olur.
Önemli bir şey söyleyeceğizdir, heyecanımız, karşı taraftakinin psikolojisi boğar bizi, “söze nereden başlayacağımızı” bilemeyiz. “Söz taşıyan”ı sevmeyiz, sık sık “söz kesen”i, bir de “sözünü bilmeyen”i… Bazen hemen söyleyeceğimiz bir söz vardır, araya girerken nezaketi elden bırakmadan “sözünü balla kesiyorum” deriz. Bazen anlatacağımız kötü örnek, oradakileri bağlamasın diye hemen ekleriz: “Sözüm meclisten dışarı.”
Her söze karışana gıcık oluruz. “Sözünü esirgemeyen”lere imreniriz. “Açık sözlü” olana da… “Kötü söz sahibine aittir” diyerek bazen hoş görsek de bazen de karşımızdakine “sözünü yedirmek” için hırs yaparız. Çünkü ailemizden aldığımız terbiye gereği her sözü kaldıramayız!..
Söz vardır, can alır. Acı söz, ağır söz, iğneli söz, eğri söz, boş söz, kuru söz gibi…
Söz vardır, can verir. Tatlı söz, namus sözü, şeref sözü gibi… İşte o yüzden “söz bir, Allah bir” deriz. Toplumun sözü geçenlerine bakın, hep sözünü tartan, sözünün eri, sözüne sadık kalmış değerlerdir.
İşte o yüzden en güzel atasözlerimizden birisi der ki: “Söz gümüşse, sükut altındır.” Tabii konuşmanız, susmanızdan daha değerli değilse…
Hayatın değerlerini, toplumun incelikleri, insanın özellikleri ve aile terbiyesi ile harmanladığımda şunu öğrendim ki, bu hayata zamanı gelip de son sözümü söylediğimde, ardımdan söylenecek tek bir söz olsun istedim: “O, sözünde duran bir adamdır.”
Sözün değeri, sözün ağırlığı özellikle iş hayatında çok daha önemli hale geliyor. Çünkü tanımadığınız insanlarla iş yapıyorsunuz ve ekonomik çıkara dayalı bir hayatta en büyük sorun, güven sorunu… Güven vermek, söz vermekle ve verdiğiniz sözü tutmakla oluyor. Tıpkı büyüklerin dediği gibi: “Söz var, iş bitirir. Söz var, baş yitirir.”
Onun içindir ki bizde söz Gümüş’tür!..
Saygılarımla.
Nejat Gümüş