“Çağımızın en büyük hastalığı obezite” diyor bilim adamları. Ben ise bir adım daha öteye geçiyorum ve diyorum ki: “Çağımızın en büyük hastalığı yalnızlıktır.”
Yalnızlık bir anlamda özgürlük gibi de algılanıyor. Canının istemediği insanlara katlanmamak, canın çektiği gibi ve kendi dünyanda olmak.
Tamam, hepimizin zaman zaman yalnız kalmak istediği, yalnızlığa ihtiyaç duyduğu anlar vardır. Kendi iç dünyamıza çekilmek, olanı/biteni tartmak, hayatı, ilişkiyi, yaptıklarımızı ve yapamadıklarımızı sorgulamak içsel yolculuğumuz için iyi gelir. Bizi derinleştirir. Geçmişle hesaplaşmamızı tamamlar, geleceğe daha güçlü yol alırız.
Ama yalnızlık denen şey de dipsiz bir kuyudur. Siz ondan keyif almaya başladığınız zaman, onu değiştirmek için hiçbir şey yapmamaya başlarsınız. Ve gün gelir yalnızlık bir yaşam biçimi haline gelir. Daha da kötüsü yalnızlık sizin kaderiniz olur.
Yalnızlığı en derin, en güzel anlatan değerli ozan Özdemir Asaf der ki:
“Yalnızlık,
Müziğin bile seni dinlemesidir.
Yalnızlık,
İnsanin kendine mektup yazması
Ve dönüp-dönüp onu okumasıdır.”
Sosyolojik anlamda ataerkil aile düzeni değişip çekirdek aileye geçtiğinde insanın etrafındaki insanların sayısı önce ailede azaldı. Eski ve yoksun aile hayatlarında tek göz evde sekiz kişi yaşarken, şimdi dört odalı evde iki çocuk var ve her birinin kendine ait bir odası var. Ev hayatları da kendi odalarında ve kendi dünyalarında geçiyor. Yemekten yemeğe aile bir araya gelebiliyorsa, “buna da şükür” diyorlar.
Değişen teknoloji hızla yaşam biçimini ve alışkanlıkları da değiştiriyor. Bizim çocukluğumuzda oyunlar sokakta oynanırdı ve bir oyun oynayabilmek için olabildiğince arkadaşa ihtiyaç duyardık. Maç yapabilmek için iki takımı ve 22 kişiyi tamamlamaya çalışırdık. Yakan top, saklambaç, körebe, dalya ve daha ismini unuttuğum pek çok oyunumuz vardı ve bu oyunları oynamak için ya sokağımız, ya mahallemizde boş bir arsamız vardı. Oyun yerimiz belli olduğu için mahallenin bütün çocukları da orada toplaşırdık. Yani demem o ki, bizim çocukluğumuz çok sosyaldi. Sayısız arkadaşımız vardı. Yaşadığımız kendi hayatlarımız, yarattığımız kendi oyunlarımız ve mutluluğumuzu paylaştığımız arkadaşlarımız vardı. Oyunla başlayan arkadaşlığımız orada kalmazdı; acıktığımızda ekmeğimizi/simidimizi paylaşırdık.
Teknoloji önce evlerimize televizyonu getirdi. Televizyon bağımlısı olduk hepimiz. Günde ortalama 6 – 8 saat televizyon karşısındayız toplum olarak. Kendi hayatlarımız kalmadı, başkalarının hayatlarını takip ediyoruz nefesimizi tutarak. Hürrem gene neler yapacak, Fatmagül’e ne olacak, Cemile’nin çektikleri sona erecek mi, gençler kavuşacak mı, yatıp kalkıp bunları merak ediyoruz.
Ya bizim hayatlarımız? Kendi aşkını yaşamadan dizideki aşkların peşine düşen, kendi ailesindeki sorunları çözmeden televizyondaki aile sorunlarına üzülen, apartman komşusunu tanımayan ama Demet Akalın’ın evlendiği/evlenemediği tüm erkeklerin adını ezbere bilenlere “yalnız” denmez mi?
Şimdi televizyonu mumla aratan başka bir şey var: bilgisayar. Ya da internet. Hatta cep telefonu.
Televizyon hiç değilse, evlerin salonunda kurulu olur, tüm aile oturur beraber televizyon izlerdik. Ama şimdi ya herkesin önünde, odasında bir bilgisayar, ya da ellerinde bir telefon, bakışlar ona kilitlenmiş durumda.
Evlere girmenize gerek yok, inanmıyorsanız çıkın dışarıya, otobüslerde, hatta sokakta yürüyen gençleri bir izleyin. Hepsinin dünyası o küçük ekranda. Sanırsınız ki az sonra hayatı boyunca beklediği çok önemli bir haber gelecek, dünyası değişecek. Orada konuşuyor, orada yazıyor, orada okuyor, orada izliyor, orada dinliyor, orada arkadaşlık kuruyor.
Ve bu garip dünya hızla yayılıyor. Önce gençlerimizi, sonra çocuklarımızı, sonra da bizi, yakın dünyamızı etkisi altına alıyor. Yalnızlığa mahkum ediyorlar kendilerini. Paylaşmayı unutarak, bir insan sıcaklığı almadan, birine dokunmadan, birinin gözlerinin içine bakmadan, bir arkadaş grubuyla oynamadan, eğlenmeden geçiyor ömürleri.
Çağın hastalığı obezite deniyor ya… Ve sonra bu biriken kiloları yok etmek için yine internetten bir sürü zayıflama ilaçları, spor aletleri satıyorlar ya… Gazete bayiine gitmeden internetten gazete okursanız, mağaza mağaza dolaşmadan internetten alışveriş yaparsanız, filmleri evde izlerseniz, hatta yemek siparişi verirseniz, bütün bunlar yetmedi, manitanızla buluşmak için yağmur yemeden, randevuya geciktim diye nefes nefese koşmadan cepten görüntülü yazışırsanız, saatlerce konuşursanız; kısacası oturarak yaşarsanız obezite olmayıp da ne olacaktınız ki?
Zaman akıyor dostlarımız, siz duruyorsunuz!
Bırakın kim ne yapmış, Fatmagül’ün suçu var mıymış yok muymuş, bırakın Bihter’in Behlül ile yaşadığı yasak aşkın nasıl sonuçlanacağını. Bırakın, Hürrem’in meşrulaştırdığınız entrikalarını. Survivor’u kaçırmıyorsunuz madem, çıkın siz yapın outdoor sporlarını.
Diyeceğim o ki, hayatınızı başkalarının yönetmesine, yönlendirmesine ve sizi yaşamaktan vazgeçirmesine izin vermeyin. Yaşayın doya doya.
Sonra yaşlandığınızda, keşke diyecek çok zamanının olacak. Yapmak istediğiniz çok şey olabilir, ama bunları yapabilmek için gücünüz kalmayabilir.
Yaşama gücünüz kalmadığı zaman başkalarının ne yaptıklarının peşine düşün. Bugün, gücünüz kuvvetiniz yerindeyken, yaşama sevincinizi kaybetmemişken henüz ve yalnızlığın dibine vurmadan, yaşamaya bakın. Unutmayın, yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur.
Birlikte yaşamanın ve paylaşmanın keyfini hiçbir şey veremez.
Saygılarımla.
Nejat Gümüş
15.04.2013, İstanbul