Yazar: Kiltaş

Yazı Mı Tura Mı?

Yazı Mı Tura Mı?

Fabrika’daki işler geç bitmişti. Saat en erken dokuz olmalıydı. Akşam… Çıktım, eve gitmek için arabama bindim. Topkapı taraflarında tam kırmızı ışıkta durdum ki, bir el arabamın kapısını açtı, enseme bir silah doğrulttu. Ve aynı anda iki kişi daha geldi, arama bindiler. .. Araba kapılarının otomatik kilit sistemlerine sahip olmadığı zamanlardı o yıllar… Yıl 1978.
Ve Topkapı eski Topkapı’ydı. Hani eski otogar’ın bulunduğu, kalabalık ve mezbelelik yer… Arabama zorla girip beni etkisiz hale getiren bu üç kişi arabayı bilmediğim yerlere sürdürüyorlardı. Bu sırada sürekli de dayak atıyorlardı. Muhtemelen yüzüm-gözüm şişmişti. Muhtemelen diyorum çünkü ne olduğundan çok ne olacağı daha önemliydi. Adamlar belli ki gözü dönmüş eşkiyaydı ve hiç şakaları yoktu. İzbe bir yere sürdürdüler aracı. Arabadan sürükleyerek indirdiler. Silah hala kafamdaydı. “Hadi gidelim artık” dedi biri, “işimizi bitirip gidelim..” Öteki “sıkalım kafasına” dedi. İçlerinde şef gibi davranan adam bana bakıyordu. Birden elini cebine attı, madeni bir para çıkardı. Avucunda sakladı, silahı başıma doğrulttu ve sordu: “Yazı mı tura mı lan?”.. “Yüzde elli şansın var. Yazı mı tura mı?”..
Siz olsaydınız hangi cevabı verirdiniz?.. Evet, şansınız yarı yarıya görünüyor, yüzde elli az değil. Ama kaybedeceğiniz şey canınız olunca öteki yüzde elli daha büyük görünüyor. Düşünün ki milyonda bir ihtimalle kazanma şansınız da olsa milli piyango alıyorsunuz, çünkü kazanamasanız da kaybettiğiniz şey küçük bir para. Oysa burada kaybetmek demek, ölmek demek…
“Yazı” dedim, son sözünü söyler gibi. Hoş, yazı ya da turanın farkı var mıydı o anda, emin değilim. Yazı demek daha mantıklı mı geldi, hayır. Ama “yazı” belki de yazgının kendisiydi.
Avucundaki paraya baktı adam, küfürler savurarak “Kazandın lan! Kazandın eşşoğlusu…” dedi. Kafama bir tekme savurdu, arabamı aldılar ve hızla uzaklaştılar.
Evet, kazanmıştım. Böyle bir zamanda, bu saatleri yaşayan biri olarak cidden kazanmıştım. Arabam gitmişti, param gitmişti ama bunlar kayıp olabilir miydi!.. Suratımın dağılması, gözümün şişmesi, yürümeye gücümün kalmaması önemli miydi!.. Kazanmıştım, çünkü yaşama hakkım geri verilmişti. Hayatımı geri kazanmıştım. Milli Piyango’nun, Sayısal Loto’nun büyük ikramiyesi varsın sizin olsundu!
O karanlık, o ilk defa gittiğim yerde umutsuzca yürüdüm ve bir yol buldum. Can havliyle yoldan geçen bir aracın yan dikiz aynasına asıldım. Araç sürücüsü bu fazlasıyla hırpalanmış adamı çekinmesine rağmen aracına aldı. En yakın karakola gittim, durumu anlattım. Daha sonra da bindiğim bir taksiyle evime döndüm.
Olayın takibi ve arabamı kaçırıp beni darp edenleri teşhis edebilmem için defalarca karakola gittim. Sonra polisten öğrendiğime göre benim arabamı alanlar ertesi gün o arabayla ünlü bir şarkıcıyı kaçırmışlar ama sonra bırakmışlar. Bu arada dönemin ünlü gazetesi Günaydın’da fotoğraflı haberim çıktı ve başlık aynen şöyleydi: “Yazı dedi, hayatı kurtuldu!”
Sanırım 40-45 gün sonraydı, arabam bir yerde terk edilmiş vaziyette bulundu…
Duyduğuma göre bu yazı-tura oyunu taa Romalılar döneminden kalmaymış. O zamanlar evlilik, alım-satım gibi önemli konularda karar verilmesi gerekiyorsa ve ortada imparator Julius Sezar yoksa, Romalılar ona olan saygılarının karşılığı olarak parayla yazı-tura atarlarmış. İmparatorun resminin olduğu yüz öne çıkarsa, yani tura gelirse konu onaylanırmış. Şimdilerde nerde kullanılıyor bilmiyorum ama futbol karşılaşmalarında maç başlarken hakem yazı-tura ile takımlara kale ve top seçimi yaptırıyor.
Bazen sizin kendi seçiminizdir, bazen hayatın size sunduğu… O adamlarla karşılaşmayı ben istememiştim. Böyle adamlarla hayatımın kesişeceğini de hiç hesap etmemiştim. Ama oluyor işte. Duymuşsunuzdur, bir düğüne gitmiştir birisi, orada havaya ateş açan birinin kurşunu sekmiş, bu şanssız kişiyi bulmuştur. Bir yerde bir bomba patlar, bazıları oradan bir dakika önce geçmiştir, şanslıdır; bazıları o anda orada olmanın şanssızlığını yaşar. Yıllar önce gazete haberinde okumuştum, şaka gibi… Sanırım olay Şişli-Pangaltı tarafında geçiyordu. Halaskargazi Caddesi üzerinde bir apartmanın dördüncü katında bir psikiyatri muayenehanesi… Ve bir hasta, kontrole gelmiş. Zaman zaman depresyonlar yaşıyormuş. Bu kez depresyon orada gerçekleşmiş ve hasta kadın birdenbire kendini pencereden aşağı atmış. Buraya kadar her şey normal görünüyor. Hasta kadın intihar etmek istemiş, dördüncü katın penceresinden kendini bırakmış. Muhtemelen ölmüştür ya da ağır yaralanmıştır, öyle değil mi?.. Ama işte öyle olmamış. Bu sırada aşağıdan geçmekte olan bir adamın üstüne düşmüş. Tek suçu o anda oradan geçmekte olan adam ölmüş, hasta kadın yaralanmış. Buna talihsizliğin daniskası denmez de ne denir!..
Hepimizin hayatında nice yazı-turalar var aslında. Hepimiz kararlarımızın sonuçlarını yaşıyoruz. Bu seçim bazen yazı-turadır, bazen evet-hayır. Bazen gitmek-kalmak, bazen ise susmak-konuşmak. Sevmek-vazgeçmek, işe onu almak-ötekini almak, soldaki yola sapmak-sağdakine girmek… Kabul etmek-reddetmek, yetişmek-yetişememek…
Hep böyle iki seçenek sunar hayat size ve siz birini seçmek zorundasınızdır. Sonrası mı?
Ya kazanırsınız, ya kaybedersiniz.
Bazen bu ülkede bunca trafik kazasına, bunca ihmallere, bunca maganda kurşununa, bunca şehir eşkiyasına rağmen yaşamak da bir şanstır.
Şansınız bol olsun.
Saygılarımla.

Nejat Gümüş
6 Kasım 2013, İstanbul

O Kadar Da Önemli Değildir Bırakıp Gitmeler

O Kadar Da Önemli Değildir Bırakıp Gitmeler

(arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer…)

Kurban Bayramı… Küçük bir tatil… Datça… Can Yücel’in mezarı…
Nereden nereye!.. Deniz, güneş, Allah’ın cömertliğini sonuna kadar kullandığı doğal güzellikler varken, adım başı mutlu insan yüzleriyle karşılaşırken insan Datça gibi muhteşem bir yerde yüzünü ne diye bir mezara dönsün ki!..
Oysa bayramlar hüzün değil, mutluluk verir. Normal şartlarda özlemlerinizi giderir, stresinizi atar, dinlenir, mutlu olursunuz. Ama işte beyin bu, bazen farklı çalışıyor. Varlar arasında yokları anıyor, gelenlere sevinirken gidenlere üzülüyor.
Derler ki, “her giden, anlamı kadar bir boşluk bırakır”… Can Baba da öyle bir değerdi ki, çok boşluk bıraktı. Türk Şiiri öksüz kaldı. Duygular sustu, düşünceler susturuldu.
“Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç
Sevdiklerin kadar iyisin,
Nefret ettiklerin kadar kötü.

Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin
Yaşadıklarını kar sayma
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün”
diyebilen birisi ustadır artık, hayatı çözmüştür, öyle değil mi?..
Can Yücel, 1926 yılında doğmuş… Herkes kadar aynı, herkes kadar farklı olan hayatında beni çok etkileyen şöyle bir bölüm var:
İki liseli arkadaş liseyi bitirdiklerinde, yıllardır çok şeyden fedakarlık ederek biriktirdikleri harçlıkları ile yurt dışında eğitimlerine devam etmek üzere Milli Eğitim Bakanlığına başvurmuşlar. Bakan, gençlerden birini dışarı çıkartmış ve içerdekine, “sadece seni gönderebilirim. Arkadaşını gönderirsem dedikodu olur, oğlunu gönderdi derler” demiş. Bunun üzerine gidemeyecek olan çocuk, arkadaşına dönmüş, “madem öyle, benim biriktirdiğim parayı da sen al. Hiç olmazsa biriktirme amacımı kısmen gerçekleştireyim” diyerek tüm parasını arkadaşına vermiş.

Oğlunu göndermeyen Milli Eğitim Bakanı’nın adı Hasan Ali Yücel’dir. Bakan’ın göndermediği oğlu ise Can Yücel… Yurt dışına giden arkadaşı ise, sonradan dünya çapında başarı kazanan Prof. Dr. Gazi Yaşargil…
Can Yücel, önce rehberlik yapar, sonra çevirmenlik… Che Guevera’nın bir kitabını çeviren ozanımız, dünya edebiyatının ünlü isimleri Lorca, Shakespeare, Brecht’in oyunlarını da Türkçeye kazandırır.
“Ben;
Benden olgun insan isterim karşımda
Benden dürüst
En ufak dalgada
Arkasını dönmeyecek kadar olgun
Arkamı döndüğümde
Sırtımdan vurmayacak kadar güvenilir
Bir o kadar cesaretli olmalı
Yağmurdan ıslanıp, fırtınadan kaçmamalı
Ayağı taşa takılınca kayadan korkmamalı
İşine gelince sevip,
Zoru görünce bırakmamalı!”
Kendine özgü akıcı ve yalın bir kullanan Can Yücel, halk dilinden de olabildiğince yararlanmıştır. Hicizlerinde müstehcen ve argo sözcüklere de yer vermesi Can Baba’yı gözüpek, korkusuz ve biraz da aykırı bir yere koymuştur.
“Kan yasası bu insanın:
Üzümden şarap yapacaksın
Çakmak taşından ateş
Ve öpücüklerden insan!

Can yasası bu insanın:
Savaşlara yoksulluklara
Ve bin bir belaya karşın
İlle de yaşayacaksın!”
Başka türlü bakmıştır hayata Can Yücel. Zeki, hınzır ve biraz da çocuk masumiyetiyle…
“Çingene benleri, ne dersiniz, pembe olmalıydı değil mi?
Ama dünyada her şey olması gerektiği gibi olmuyor ki…”
Yalnız Türk Şiiri’nin değil, Türkiye’nin en gözüpek, en yiğit insanlarından biri olmuştur. Kavga da etmiştir onurluca, hapis de yatmıştır yazdıklarından dolayı; ama o hep bildiğini söylemiştir.
“Senin için yasak dediler
Yasaklar çiğnenmek içindir dedim…
Senin için imkansız dediler
Önemli olan imkansızı başarmak dedim…”
Bakan çocuğu da olsa, Cambridge Üniversitesinde eğitim de görse, Londra’da spikerlik de yapsa Can Yücel, hayatı boyunca hep halktan biriydi, halkın yanındaydı.
“Her Don Kişot’un bir yel değirmeni vardır
Benimki Heybeli’de
Yarı yarıya yıkık
Üstünde
Kırmızı üstüne beyaz beyaz harflerle kocaman
Türkiye Halk Bankası yazılı
Vallahi billahi de
Beş kuruş almadım o reklam için”
Oldukça geniş evrensel kültürünü ve kendine özgü mizah yeteneğini şiirine katan Can Yücel, bir çok şiirinde bizi şaşırtmıştır.

“Sözüm ona insandım
Hamsiydim buğulandım
Koynumdaki hatunu
Havva anamız sandım.

Beyazıt Kulesiydim
Hem Kumkapı’daki yangın
Arap itfaiyeciynen
Kendi derdime yandım.”
Sevdalıdır Can Baba. Sevginin önünde eğilir. Üstelik sevgisini gurur yapmadan, kibre yenik düşmeden reddedilmeyi de olgunlukla karşılar.
“Seninle olmanın en güzel yanı ne biliyor musun?
Elin elime değmeden avuçlarımı terleten sıcaklığını taa içimde hissetmek.
Seninle olmanın en kötü yanı ne biliyor musun?
”Seni seviyorum” sözcüğü dilimin ucunu ısırırken her konuşmamızda boş yere saatlerce havadan sudan söz etmek.
Ama sen hiç benimle olmadın ki…
Ya aklın başka yerdeydi, ya yüreğin.”
Çiçeğe çocuğa, kuşa böceğe, Deniz’e balığa şiir yazan Can Yücel, “O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler, arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer” derken, bir gün kendisinin de dolması mümkün olmayan bir boşluk bırakacağını düşünmüş müdür!..

1999 yılında kaybettiğimiz Can Yücel, Datça’ya defnedildi…
Bazı insanlar ne kadar yaşarsa yaşasın, yaşları olmaz; yaşlanmazlar. Bilgelikleri, üretkenlikleri ve hayata kattıkları ile yüz yaşına da gelseler, onlar için ölüm daha erkendir.
“Kovalamayın beni yatağa
Hiç uykum yok
Daha lafınıza karışacağım
Ortalığı dağıtacağım
Televizyonu kapatacağım
Ayçiçeği resmi yapacağım daha
Başparmağıma şiir okuyacağım
Islık çalacağım
Daha çok işim var
Gecenizi karartacağım
Kütahya vazonuzu kıracağım
Vakitsiz yatırmayın beni
Daha çok erken”
Cidden, daha çok erkendi be Can Baba!
Gitmeseydin keşke…

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
23 Ekim 2013, İstanbul

Yine Hazan Mevsimi Geldi…

Yine Hazan Mevsimi Geldi…

Ekim ayı… İşten eve dönüyorum. Ağaçların yorgun yapraklarını terk etmeye hazırlandığını fark ediyorum. Arabada eski bir alaturka şarkı… Şekip Ayhan Özışık’ın unutulmaz bestesi ruhuma dokunuyor:
“Yine hazan mevsimi geldi / Yine yapraklar rüzgarların peşi sıra gidecek / Yine deli gönlüm, yine bu mevsimde / Hicranını yalnız başına çekecek.

Geleceksin belki de / O zaman ne o yapraklar, ne o rüzgar / Ve ne ben olacağım / Yine deli gönlüm, yine bu mevsimde / Hüsranını yalnız çekecek.”

Havada sonbahar kokusu var. Ve ortalıkta biraz hüzün…
Sonbahar hüzünleri yaşanır böyle her yıl… Yazın o kanlandıran, canlandıran coşkusu gider. Havaların yavaş yavaş soğumasıyla birlikte önce doğada bir değişim olur, sonra insanlarda…. Doğanın renklerini yitirmesine paralel, insanlar da renklerini yitirirler. O yaza özgü rengarenk giysiler gardroba girer, yerine soğuk ve soluk renkler geçer.
İnsan sanki doğayı taklit eder. Ruhu da matlaşır. Hüzün basar biraz, içine çekilir.
Neden böyle olur, bilinmez. Hüzün duyacak ne vardır anlamam… Öğrenciler için yaz tatili biter, okula dönüş başlar. Çalışanlar için deniz, güneş ve kumsal bir yıl sonraya ertelenir. Hepsi bu kadar!..
Sonbahara Farsça bir kelime olan “hazan” da deriz. Hazan Mevsimi… “Hazan” ve “hüzün” ne kadar çok benziyor birbirlerine!.. Sanki ikiz kardeş gibiler… Neden sonbaharda hüzün duyulur? Neden bir veda gibi, bir bitiş gibi algı yaratır insan ruhunda?
Oysa her zamanın, her mevsimin ayrı bir güzelliği vardır. Üstelik birinin varlığı ötekinin değerini artırır. Birini yaşarken ötekini özlediğimizi fark ederiz. Yaz sıcağından bunaldığımızda en soğuk suları başımızdan aşağı dökerken, klimayı en soğuk derecesine getirip önüne geçerken nasıl da özleriz soğuğu öyle değil mi?.. Ya da kış ortasında bırakın denizi, güneşi, kumsalı; bir dilim karpuzu bile nasıl canımız çeker!..
Hayatı iyi kavramak lazım. Bunun için doğaya iyi bakmalı… Çünkü hayatın sırları orada gizli. Doğa bütün mevsimleri doya doya yaşar. Sakin ve telaşsız. Umudunu asla yitirmeden. Sadece gerçeğe teslim olur, hepsi bu… İlkbahar gelecek, yeşile boyanacaktır. Çiçeklerini açacaktır ağaçlar ilkin. Sonra yapraklanacaktır. Yaz geldiğinde en güzel meyvelerini vereceklerdir. Sonbahar yılın bilançosunu çıkarmaya benzer. Görev tamamlanmıştır. Yeni çiçekler, yeni meyveler için enerji toplama zamanıdır. Bu sefer doğa yıllık iznine çıkmıştır. Uzayan tırnakların, eskiyen elbiselerin atılması gibi eskimiş yapraklarını dökecektir. Sonra uzun bir kış uykusu başlayacaktır. Ardından yine bahar!.. Tıpkı yeni sezon kreasyonları gibi. Taptaze çiçekler, en kokulusundan. En göz alıcı renkleriyle. Yeşilin bin bir tonuyla yapraklar… En iyi ressamın bile yakalayamadığı parlaklığıyla…
Sonbahar insana aslında hayatın ne denli ciddi olduğunu da hatırlatmaz mı?.. Ağustos Böceği ile Karınca’nın hikayesini hatırlayın. Koca bir hayatın lay lay lom ile geçmeyeceğini bilmiyor muyuz?.. İyi bir tatili hak etmek için çok çalışmamız gerektiğini hayat bize hep söylemiyor mu?.. Biz çalışanlar, yani tüm iş dünyası bilir ki, sonbahar yeni bir sezonun başlangıcıdır. Hemen hemen tüm sektörlerinde bu böyledir. Düşünün, en çok izlenen televizyon dizileri, en iddialı programlar sonbaharda başlar. Sinemalar ve tiyatrolar yeni gösterimleriyle perdelerini açarlar. Müzik sektörü canlanır. Yeni albümler, yeni şarkılar duyarız. Okullar sonbaharda açılır. Giyim kuşama, modaya ilişkin yeni koleksiyonlar sonbahar ile görücüye çıkar. Yazın düşen çalışma tempomuz sonbaharda yükselir. Depoladığımız enerji ile en güzel işlere, en yeni anlaşmalara, yeni pazarlara, yeni fırsatlara doğru yol alırız. Kendimizi ve işimizi büyütmek için en doğru zamandır. Çalışırız, hep çalışırız ki ekonomi büyüsün, yaşam kalitemiz yükselsin…
Sadece çalışmayız. Düşünürüz de… Hoş, o da çalışmaktır aslında. Hatta en büyük çalışmak, düşünmektir… Neyi düşünürüz?.. Hayatı, kendimizi, sorumluluklarımızı, yaşadıklarımızı… Gençler yaz aşklarını düşünürler, aileler çocuklarının okul ihtiyaçlarını, masraflarını, kış hazırlıklarını…
Aslında her şey güneşle başlar, güneşle biter. Güneş varsa doğa uyanır, güneş yoksa uykuya dalar. Tıpkı ruhumuz gibi. Yaşam enerjimiz de bizim güneşimizdir. İçimizi ısıtacak bir şeyler bulmamız gerekir. Bu aşktır, tutkudur, sevgidir. İşe, sevgiliye, çocuklara, hayata, hobilere ilişkin… Yeter ki içinizi ısıtacak bir sıcaklığı eksik etmeyin ruhunuzdan.
İnanın bana, yaşam enerjinizi hiç kaybetmediğiniz zaman göreceksiniz ki, sizin dünyanızın dört mevsimi de bahardır, yazdır. Hazana ve hüzne asla teslim olmayacaksınızdır.
Sonbahar bitiş değildir. Hem, her bitiş yeni bir başlangıçtır. Noktadan sonra yeni bir cümle başlar. Belki bir öncekinden daha güzel bir cümle. Belki gelen, gidene “iyi ki gitti” dedirtecek kadar güzel gelecektir. Tıpkı o güzel sözdeki gibi: “Bazen öyle biri gelir ki, tüm gidenleri unutturur.”
Derler ki, sonbahar ölümü düşündürür. Bu yüzden kasvetlidir.
Ölüm mü, o da ne?.. Ünlü bir düşünürün dediği gibi: “Ben yaşarken ölüm yoktur. Ölüm geldiğinde de zaten ben gitmiş olacağım.”
Yani sorun yok!
Hem insan onun da çaresini bulmuş. Ölümden sonra daha güzel bir dünyanın bizi beklediğine hemen hemen hepimiz inanmıyor muyuz?
Ne diyordu Aşık Daimi: “Ne de olsa kışın sonu bahardır. Bu da gelir, bu da geçer. Ağlama.”
Ruhunuzun güneşi hiç sönmesin, ısıtsın sizi ve dünyanızı!

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
9 Ekim 2013, İstanbul

Pişman Olur Da Bir Gün…

Pişman Olur Da Bir Gün…

Gençliğimin unutulmaz şarkısı binbir anıyla kulaklarıma çarpıyor; bizim dönemimizin plak kraliçesi Neşe Karaböcek, çığlık çığlığa,“Pişman olur da bir gün, dönersen bana geri / Gönül kapım açıktır, çalmadan gir içeri” diyor, benim de aklıma bin bir pişmanlıklarım geliyor…
Dünyanın gelmiş-geçmiş en popüler mesleği pişmanlıkmış!
İnsan bir günde kaç kez karar verir?.. İnsan ömrü boyunca kaç önemli karar verir? İnsan kaç kararından pişmanlık duyar?..
Filozofun biri, “hayatımızı cehenneme çevirenler pişmanlıklar ile düşmanlıklardır” diyor…
Düşmanlıkları geçtik de, o ayrı bir konu; pişmanlıklar neden bu kadar çok yer eder hayatımızda? Hep en doğruyu yapmanın, pişman olmamanın imkanı var mı? Nerede hata yapıyoruz?
Aslında masumane bir bahanemiz var: “Hepimiz insanız.” Devamını da şöyle getiriyoruz: “Hatasız kul olmaz.”
Hayat bebeklikle başlıyor, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık diye devam ediyor. Ve insan sürekli gelişen, değişen bir canlı. Dünkü aklımızı bugün beğenmiyoruz. Bu yüzden aldığımız kararlar değişebiliyor.
İkincisi de, çoğu kez duygularımızla yaşıyoruz. Hızlı kararlar verebiliyoruz, o anki psikolojimizle bir hamle yapabiliyoruz. Bu da sonradan pişman olacağımız sonuçlar doğuruveriyor.
Büyük Türk şairi Necip Fazıl Kısakürek der ki, “Sonunda ‘eyvah’ diyeceğin şeylere, başında ‘eyvallah’ deme!”… Dünyaca ünlü Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi romanların yazarı Tolstoy ise tersini söylüyor: “Hayatta unutamayacağınız en büyük pişmanlık, pişman olurum diye yapmadıklarınızdır.”.. Buyrun, karar verin şimdi?.. İnsan pişman olacağı şeyi yapmamalı mı, yapmak istediğini yapıp pişmanlığı göze mi almalı?..
İşte bu ikilem doğu-batı kültürleri arasındaki farkı gösteriyor bir bakıma… Doğu felsefeleri “ayıp, günah, yanlış, elalem ne der” gibi kavramları esas alır. Bu yüzden ya yapılan şey gizlidir, ya da yapan kişinin yaptığını sorgulaması yerine, toplumun sorgulaması üzerine kurgulanır. Daha açık bir ifadeyle yaptığınız şey yanlış olabilir, yeter ki başkaları duymasın, görmesin.
Batı felsefesi ise daha özgürlükçü, daha bireycidir. Kişi yaptığı davranışların hesabını yalnız kendine verir; doğruluğunu ve yanlışlığını da kendi içinde tartar. Bu yüzden Batı’lı hayatlar daha eylemli, daha cesaretlidir. Nitekim yine ünlü düşünür Oscar Wilde, “Kimse geçmişini geri satın alabilecek kadar zengin değildir” sözünde, hayat sizin hayatınız, doya doya yaşayın, bir daha bu fırsat ele geçmez, demek istiyor.
İnsan yaptıklarıyla, yapamadıklarıyla sürekli kendini sorgulayan biri… Verdiği bir kararın sonuçları bugün için iyi görünebilir, yarın büyük sorunlar doğurabilir. Ya da tam tersi olabilir. İşte bu yüzden bizde bir söz vardır ya hani, “her şeyin hayırlısı” deriz; “hayırlıysa olsun” diye aralık bir kapı bırakırız…
Hepimizin yaşadığı hayat aslında verdiği doğru ve yanlış kararların toplamından ibarettir ve hepimiz seçimlerimizin sonuçlarını yaşarız. Eğer çocukken okulu kırmasaydık, eğer öğretmenlerimizin sözünü dinleseydik, eğer başarılı bir çocuk olsaydık bugün hayatımız farklı olabilirdi. Ya da, eğer “okuyacağım” diye ticarete sırt çevirmeseydik, eğer çocukluğumuzda hava kararıncaya kadar yağmur-çamur demeden peşinden koştuğumuz futbol sevgimizi devam ettirseydik, bugün belki de Beşiktaş’ın yıldızları arasına girerdik… O kızı bırakmasaydık, o erkeğe hayır demeseydik, o iş teklifini kabul etseydik, o evin kaporasını erken verseydik, o sözü söylemeseydik…. Herkesin başka türlü pişmanlığı var. Birinin pişmanlığı çok can yakıcı… “Seni kırıdığım için değil; ne olursa olsun gitmene izin verdiğim için kendimi affedemiyorum” diyor… Birisinin pişmanlığı ise geçmişi.. “Annemin ‘kirli neyin var?’ sorusuna üzülerek ‘geçmişim’ diyemiyorum” demiş… Bir başkası da “En büyük pişmanlık, sevdiğin birine son kez ‘seni seviyorum’ diyememiş olmaktır”… Çünkü sevgiliyi çabuk kaybediyoruz, pişmanlığı çok uzun sürüyor.
İnsanı verdiğine/vereceğine, sevdiğine/seveceğine, geldiğine/geleceğine pişman eden kararlar, çoğu zaman kendi hayatına zarar verir ya… Bir de başkalarına zarar veren, hem de öyle böyle değil, katliamlara, soykırımlara, savaşlara yol açan kararlar vardır. Acaba diyorum Neron, Roma’yı yaktığı için pişman olmuş mudur? Ya da Hitler, bir dünya savaşına yol açan hırsından dolayı pişmanlık duymuş mudur?.. Patlatılan her dinamit, ateşlenen her fitil, Alfred Nobel’in burnundan fitil fitil geliyor mudur?.. Vicdanları rahat mıdır?.. Onlar pişman olmuş mudur, olmamış mıdır bilemeyiz, ama onların yaptıklarından hala ders almayanlar olduğu belli ki, hergün dünyanın bir yerlerine hala bombalar yağmakta, çocuklar, kadınlar, gençler öldürülmekte. Ve ne yazık ki, İmam-ı Gazali’nin dediği gibi, “Mezardakilerin pişman olduğu şeyler için, dünyadakiler birbirini kırıp geçiriyor.”
Ünlü Fransız yazar ve ahlakçısı Jean de La Bruyere diyor ki, “Günde bir kez kocasını evlendiğine/evleneceğine pişman etmeyen kadın azdır”… Çünkü inanınız ki, bir erkeğin gözlerinde gördüğünüz pişmanlık, okuyacağınız en gerçek hikayedir.
Alın size yüzlerce pişmanlık dolu hayatlar!.. Bazen giden pişmanlık duyar, bazen gidemeyen… Bazen kalan pişmandır, bazen gitmesine izin veren.. “Şimdi başımı kendi omzuma koyup gidiyorsam yenildiğimden değil, yanıldığımdandır” diyor bir başkası da… O yüzden, hiçbir zaman çıktığın kapıyı hızla çarpma. Geri dönmek isteyebilirsin.
“Tek pişmanlığım, kelimelerimi bile hak etmeyen insanlara, saatlerce cümleler kurmaktı” dersin bazen de… Çünkü sustuğun hiç bir cümleden, konuştuğun kadar pişman olmazsın.
Sözün özünü William Shakespeare söylemiş sevgili dostlar: “Çok geç pişman olanın vay haline”…
Gerçekten de öyle. Çok geç pişman olanın vay haline!..
Söylediğiniz kötü bir söz, verdiğiniz adaletsiz bir karar, yaptığınız yanlış bir seçim, söyleyemediğiniz güzel bir söz, itiraf edemediğiniz bir gerçek, veremediğiniz bir hediye, tutamadığınız bir söz için… Telafisi hala mümkün olanlar için bir hamle yapın, içinizdeki “keşke”leri yok edin.
Hadi, gecikmeden!.. Çok geç olmadan!.. Kendi kendinizi yiyip bitirmeden!.. Henüz, daha “yapabilme” gücünüz varken…

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
İstanbul, 9 Eylül 2013

Kadınlar mı daha şeytan, şeytan mı daha şeytan?

Kadınlar mı daha şeytan, şeytan mı daha şeytan?

Adamın biri işten eve gelmiş; bir bakmış ki karısı başka bir adamla beraber… Hemen tabancasını almış ve, “Madem karımı istiyorsun, onu benden erkek gibi almalısın. Seni düelloya davet ediyorum” demiş… Öteki adam bunu kabul etmiş ama tam düelloya başlayacaklar, birinin aklına bir plan gelmiş. Diğerinin kulağına eğilip demiş ki, “biz neden birbirimizi öldürüyoruz ki!.. En iyisi yalandan ölmüş gibi ikimiz de yere yatalım. İlk önce hangimizin yanına koşarsa, o alsın” demiş. Bu fikir ötekine de pek mantıklı gelmiş… İki el silah sesinden sonra uzanmışlar yere, ölmüş gibi… Kadın silah sesini duyar duymaz öteki odanın kapısını açarak oraya sakladığı üçüncü erkeğe seslenmiş: “Hayatım çıkabilirsin, ikisi de öldü!..”
Bir fıkra bu… Ama fıkradan çok daha fazlası. Ya da fıkra gibi gerçek. Her gün yaşanan gerçeklerden biri. Düşündüren, üzen, hayatından pek çok şeyi alan, çalan bir travma…
Aslında oldum olası sevmemişimdir bu ihanetleri, aldatmaları, yalanları. Bir şeyden, birinden, bir durumdan memnun değilseniz ve bu durumu değiştiremiyorsanız, yolunuzu değiştirirsiniz. İstediğiniz kişi yanınızda olan kişi değilse o ilişkiyi bitirirsiniz. Ama aynı anda birden fazlasını idare etmek, hem sorumlu olduklarınıza, hem insani duygularınıza, hem de dürüstlüğünüze yakışmaz. Ne yazık ki ihanet çevremizi saran kocaman bir karanlık dünya. Her erkek karısını aldatır diye bir kanı vardır ya; diyelim ki doğru… Peki erkeğin yanındaki öteki kişi kim, bir kadın değil mi? Demek ki aldatan erkek kadar, aldatan kadın da var. Aldatmanın hepsi kötü de, gene de kadının aldatması daha ağır oluyor. Çünkü erkeğin ihanet duygusuyla yaşaması daha zor.
Hapishanelerde yatan onca erkek nasıl suç işlemiştir, onu kontrolden çıkaran şey nedir hiç düşündünüz mü?.. Ya da öteki suçlara meylettiren, azmettiren şey nedir, kimdir?
Hani bir söz vardır ya, “her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” diye… Her suç işleyen, her başarısız erkeğin arkasında da mutlaka bir kadın vardır, inanın buna.
Kadın düşmanı değilim tabii ki. Hayatta en çok sevdiğim üç varlık, annem, eşim ve kızım da kadın. Nasıl düşman olabilirim ki? Ama diyorum ya, kadınlar başka türlü düşünüyor, başka türlü inanıyor. Üstelik erkeğin üzerindeki etkisi inanılmaz. Siz dünyayı erkeklerin yönettiğini mi sanıyorsunuz?
Tamam, imparatorlar, krallar, holding sahipleri, politikacılar çoğu erkek. Ama onları da kadınlar yönetiyor. Tarihe iyi bakın, görürsünüz ki en büyük savaşlar, en kanlı iktidar mücadeleleri ve taht kavgaları hep bir kadın yüzünden çıkmıştır.
Neden acaba?..
İster erkeğin kadına olan zaafı deyin, ister kadının erkeği ikna metotlarının çok oluşu… Şu bir gerçek ki, kadın planı, kurguyu, dolduruşu iyi biliyor. Genlerinde mi var, yetişme biçimlerinde mi bilemiyorum. Ama beyinlerinin farklı çalıştığını uzmanlar da söylüyor.
Şöyle çocukluğumuza bakıyorum, o masum evcilik oyunlarında hep senaryoyu kızlar yazardı. Biz gider çalışır, para kazanır, evimizi korurduk. Onu nasıl yapacağımızı bile onlar söylerdi.
Sonra öğrencilik yılları. Biz nereye gideceğimizi, nerden geldiğimizi direk söylerdik. Kızlar onu bile planlardı. Diyelim ki Ali’de kalacak, “Ayşe’de kalacağım” derdi. Sonra Ayşe’yi arardı, “Annemler seni ararsa, sendeyim dersin”… Sonra Ali’yi arardı, “Seni ararlarsa beni görmedin”… Daha bir sürü şey.
Sonra iş hayatı başlar… Bilirsiniz, yaşıyorsunuzdur; bir iş yerinde yirmi erkek paşa paşa geçiniriz, iki kadın varsa olay başlar. Önce içten içe dedikodu mekanizması çalıştırılır, işin içerisine kıskançlık, çekememezlik de girdi mi, kurum içten içe çökertilir.
Evlilik hayatı var bir de… Kadınlar için derler ki, “Kadın maymun gibidir. Bir dalı tutmadan, ötekini bırakmaz”… Güvence ister, varlık ister, anlayış ister, ihtişam ister, ilgi ister, hatırlanmak ister, beş dakikada bir aranmak ister, en güzel sensin sözünü duymak ister, başkalarına bakmasın ister, saatlerce her anlattığı lüzumlu/lüzumsuz şeyi dinlesin ister, onaylasın ister, karşı çıkmasın ister, istediği her şeyi alsın ister, ister Allah ister. Erkek ise sadece kadını ister.
Kadın için bir konu asla bitmemiş, asla kapanmamıştır. Nasıl onca zaman geçtiği halde unutmazlar, nasıl hala ilk günkü gibi tepkilidirler anlamak mümkün değildir.
Bir kadın yazarımıza göre, kadın çekemez. Daha başarılısını, daha güzelini, daha gencini, bazen sadece daha neşelisini bile çekemez bir kadın. Kocasını zerre kıskanmayan bir kadın bile, hemcinsinin kıskançlığından çatlar.
Cumhuriyet döneminin öncü kadınlarından Halide Edip Adıvar demiş ki, “Kadınlar kendilerini sevenler için değil, onlara hükmedenler için can verirler”… Ünlü Fransız romancı Alexandre Dumas da “Kadınlar sevmedikleri adama hiç acımazlar” diyor… Dostoyevski, “Kadın, her şeyi gören gözü bile aldatır”, “ Cien, “Güzel sözler ve iltifatlarla kandıramayacağın kadın yoktur” demiş…
Yine ünlü Fransız romancı Honore de Balzac, “Krallar gibi kadınlar da kendileri için yapılan her şeyin esasen bir borç teşkil ettiğine inanırlar” diyor. “Kadın her şeyi affeder, fakat asla unutmaz” sözü Konfiçyüs’e ait.. Chamfort diyor ki: “Kadın, insanın gölgesi gibidir; kovalarsanız kaçar, kaçarsanız kovalar.”
Bana sorarsanız, en feci şey nedir biliyor musunuz? Ne onlarla, ne de onlarsız yaşanabilir.
Bir kadınla bir adam ayrı ayrı arabalarında giderlerken çarpışırlar. İkisinin de arabası mahvolur ama şans eseri ikisi de hiç yara almadan kurtulur. Arabalarından sürünerek çıkarlar ve kadın adama bakıp: “Çok ilginç! Sen erkeksin ben de kadın. Arabalarımız mahvoldu ama ikimize de hiçbir şey olmadı. Bu belki de tanışıp, dost olup, hayatımızın sonuna kadar huzur içinde birlikte yaşamamız için bir işarettir” der. Müthiş heyecanlanan adam: “Evet, galiba haklısın” diye cevap verir şaşkınlıkla. “Bak, arabam hurdaya döndü ama bir şişe şarap sapasağlam. Bu kesin bir işaret. Bu şarabı içip şansımızı kutlamalıyız” diye devam eden kadın, şarap şişesini adama uzatır. Adam şişeyi alır, açar ve yarısını içip kadına verir. Kadın hemen şişenin mantarını kapatıp adama geri uzatır. Bunun üstüne adam sorar: “Sen içmeyecek misin?” Kadın cevap verir: “Hayır, ben polisi bekleyeceğim!”
Victor Hugo’ya göre “kadını güzel yapan Allah, sevimli yapan şeytan”…
Hah, tam da konunun başlığı buydu işte, “kadın mı daha şeytandır, şeytan mı daha şeytan?”… Rivayet olunur ki, kadın ölmüş, cehenneme gitmiş; şeytan ayağa kalkmış, “hoş geldin üstadım” demiş.
Nokta. 
Saygılarımla.

Nejat Gümüş
23 Ağustos 2013, İstanbul

Tatilde tatil yapılır!

Tatilde tatil yapılır!

Çocukluğumuzda tatil sözcüğü bizim için okulların eğitime ara vermesi demekti. Okulun, derslerin olmayışını saatler süren oyunlarla kutlardık. Sonra, kendilerini çocukların hayatına göre programlayan anne ve babalarımız, okullar tatil oldu diye, aile programları yapardı. Yazlığı olanlar yazlığa, köyü olanlar köye giderdi. Parası olmayanlar da çalışıp para kazanmaları gereken bir sürece girerdi. Biz sanırım bu gruptandık. O yüzden yazları su sattım, boyacılık yaptım. Kendime ve belki de ev ekonomimize küçük katkılar sağlamak için yaz sıcağında çalıştım. Tatil benim için ileride, iyi bir hayatımız, iyi bir gelir kaynağımız olduğunda kendimi ödüllendirebileceğim sıcak bir hayaldi.
Zaman geçti, hayaller ile hakikatler yer değiştirdi… Bu hayalleri gerçekleştirecek şartlar oluştuğunda bir de bakmışım ki, tatil nedir, neye yarar, nasıl yapılır, unutmuşum. Çalışmaya odaklı, hedefli bir hayata adanmış ömrüm, farkında olmadan makineleştirmiş. Araç amaç olmuş, tıpkı çocukluğumdaki oyunları unuttuğum gibi, dinlenmeyi, eğlenmeyi de unutur hale gelmişim.
Ne zaman ki bir aile olmuşum, çocuklarım olmuş, tatil sözcüğü onların hayatıyla birlikte yeniden gündemimize dahil olmuş. Bu kez, benim çocukluğumda bana tatil armağan edemeyen hayatlardan intikam alır gibi, çocuklara bir tatil armağan edebilme sorumluluğuyla çalışma tempomu daha da artırmışım. Yani sözün özü şu ki dostlar, ölçüyü hiç tutturamamışım.
Ölçüyü tutturamayan yalnız ben miyim?..
Şu tespitlerimi eminim siz de katılacaksınız, hatta sanki sizi anlatıyorum gibi belki biraz da suçlanacaksınız. Zaten sorun tam da burada. Yanlış bir davranış kalıbı, yaşanan düzene ait ortak bir tavır olabiliyor ve başlangıçta eleştirsek de hepimizi etkisi altına alıyor.
Edebiyatımızın ünlü siması Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) tatil için der ki, “tatil, gitmediğiniz yere gitmek; yapmadığınız şeyi yapmaktır.”
Düşündüğümüz zaman ne kadar doğru bir tanım olduğunu anlıyoruz. Öyle ya, madem ki tatil yalnız bedenin değil, beynin de dinlenmesi ve yenilenmesidir, acaba tatilimizde bunu gerçekten yapabiliyor muyuz!..
Şöyle bir düşünelim… Diyelim ki bir sahilde cankurtaranlık yapıyorsunuz. Yani mesleğiniz bu. Sabah işe başlıyorsunuz, akşama kadar. Haftada altı gün… Günde onlarca insanı boğulmaktan kurtarıyorsunuz, güneş altında çalışıyorsunuz, yoruluyorsunuz falan… Sonra çalışan herkes gibi tatil zamanınız geldi. Sizin için bir denize gitmek, yüzmek, güneşlenmek cazip gelir miydi? Cazip gelmesini bir yana bırakalım, değişik gelir miydi? Ya da ünlü bir diskoda dj’lik yapıyorsunuz. Akşamın ilk saatlerinden gecenin son saatlerine kadar bangır bangır müzik çalıyorsunuz, insanlar o gürültü içinde dans ediyor, eğleniyorlar. Tatile giderken, barlarıyla ünlü, eğlence mekanları insan dolu meşhur bir tatil beldesine mi giderdiniz; yoksa sakin, insanlardan uzak, huzur bulacağınız bir doğa ortamını mı tercih ederdiniz?..
Bir de özellikle iş sahipleri, yöneticilerin, yani bizim gibi insanların içinde bulunduğu büyük bir grup var ki, onlar da tüm alışkanlıklarını tatile götürüyorlar. Sabah güne iş görüşmeleriyle başlıyorlar, telefonlar saatlerce susmuyor. Ayağımızda sandaletler, bacağımızda şort, sahilde, yazlıkta hatta havuzda işleri konuşuyoruz. Ödemeler yapıldı mı, ihale ne oldu, işler teslim edildi mi, hatta personel zamanında geliyor/gidiyor mu, kafalar bir türlü rahat etmiyor. Bedenimiz başka yerde, aklımız başka yerde. Böyle bir dinlenme, böyle bir eğlenme olabilir mi? Uzmanlara kalırsa, telefonunuzu bile götürmeyin tatile diyorlar. İnterneti kullanmamaya çalışın, işten söz etmeyin, beyni iyice boşaltın diye de ekliyorlar.
Şu meşhur “yazlık” davranışları vardır ya hani!.. Hem yatırım, hem tatil amacıyla bir yazlık alınır, genellikle sayfiye yerlerinden. Çocuklar yaz boyunca denize girerler diye… Her yıl aynı yere gidilir, etrafta artık mahallenizdeki gibi komşular, bakkal/market, aşina yüzler oluşur. Eşi, çocukları okullar tatil olur olmaz yollarsınız yazlığa, siz de işinizin durumuna göre zaman zaman eşlik edersiniz. Tabii burada herkes olabildiği kadar mutlu ve özgürdür de acaba evin hanımı neler hissediyordur? Yazlık evde de aynı alışkanlıklar sürüyor mudur? Yine yemek, temizlik, bulaşık, hatta misafir ağırlama görevlerini yanında taşımış mıdır? Gerçekten dinleniyor mudur, yoksa çocuklar için katlanıyor mu?..
Her şeyin olduğu gibi insanların da bir yıpranma payı vardır. Kendinizi yenilemeniz, zihninizi ve bedeninizi stresten arındırmanız ve iş yaşantınızda verimli olabilmeniz için tatil gereklidir.
Günümüzün zorlu ekonomik koşullarında çoğu zaman kişilerden, enerjilerinin çok üstünde bir performans beklendiğini görüyoruz. Avrupa ülkelerinde tatil yapmak, izin kullanmak zorunlu iken, ülkemizde yeterli tatil yapmayan çalışanlar “tükenmişlik sendromu”na adaydırlar. Bu sendrom ise psikolojik olarak depresyon, kaygı bozuklukları gibi bozukluklara zemin hazırlayabilir. Oysaki yılın belli ve kısıtlı zamanı tatil yapmak, mümkünse yaşanılan şehirden uzaklaşmak, seyahat etmek insana çok farklı ruhsal ve bedensel olarak taze bir enerji kazandırır ve iş yerinde de verimi artırır.
Tatil yapmış kişiler üzerinde yapılan bilimsel araştırmalar, tatilin bedensel ağrıları azalttığını, uyku kalitesinin arttığını ve kişilerin tatil öncesine göre daha mutlu olduklarını gösteriyor. Üstelik bu faydaların beş hafta sonrasında da devam ettiğini gösteren bir çalışma da bulunuyor. Tabii, kendisine özel zaman ayıran ve tatilini olabildiğince keyifli geçirmeye odaklanan kişilerde bu “tatil etkisinin” daha da uzun devam ettiği belirtiliyor.

Tatilin asıl amacı sizi ruhsal ve bedensel olarak rahatlatması olduğuna göre, tatile çıktığınızda yükümlülüklerinizi, sorumluluklarınızı belli bir süre arkanızda bırakmalısınız. Tatili verimli değerlendirebilmeniz için bir süreliğine teknolojiden uzak kalmanız, ya da gün içinde belli bir saati telefon görüşmeleri ve internet kullanımına ayırıp, geri kalan zamanı tamamen dinlemeye dönük geçirebilir ya da bulunduğunuz yerde keyfinize göre aktivitelere katılabilirsiniz. Eğer gün boyunca elinizde cep telefonunuzla iş takibi yapıyorsanız ya da bilgisayar ekranı karşısında saatler geçiriyorsanız, bilmelisiniz ki bu yaptığınız tam bir tatil sayılamaz.
Kendinizi şımartın ve hafif hissedin! Yaşantınızda sorumlu olduğunuz kişiler varsa, örneğin anne ya da babaysanız, ya da bir şirkette müdürseniz buna daha da çok ihtiyacınız var demektir. Kendini şımartmanın herkes için farklı yolları vardır. Rahatlatıcı masajlar, spa deneyimleri, üzerine çok düşünmeden daha önce hiç yapmadığınız bir su sporu yapmak, bir restoranda keyfinize göre yemek, yemyeşil bir doğada ya da denizde hiçbir şey düşünmeden saatler geçirmek gibi, size ne iyi hissettirecekse, onu yapmak yoluyla gerçek bir tatil yapmış olursunuz. Bana sorarsanız kendimce size önerilerde bulunabilirim. Mesela, bol bol müzik dinleyerek dinlenin. Daha önce dinlemediğiniz müzikleri keşfetmeye çalışabilirsiniz. Kitap okuyabilirsiniz bol bol. Size uygun bir sporla fiziğinizi de zindeleştirebilirsiniz. Yeni hobiler yaratabilirsiniz. Yeni yerler keşfetmek ruhunuza çok iyi gelecektir. Değişikliklere açık olmalısınız. Görmediğiniz, keşfedilmeyi bekleyen yerler vardır mesela… Toprağa basmalı, negatif enerjinizin hepsini yere vermelisiniz. Tatilinizin bir bölümü, doğup büyüdüğünüz topraklarda geçirebilir, hem anılarınızı, hem dostluklarınızı tazeleyebilirsiniz.
Sonuç olarak, gündelik hayatın stresinden bir parça da olsa uzaklaşmak ve yükümlülüklerinize ara vermek, genel sağlığınız ve yaşam kaliteniz açısından büyük farklar yaratacak, yaşamın getirdikleriyle daha etkili baş edebilmenizi sağlayacaktır.
Hepinize iyi tatiller diliyorum.
Saygılarımla.

Nejat Gümüş,
19 Ağustos 2013, İstanbul

Hayat Her Zaman Fragman Değildir…

Hayat Her Zaman Fragman Değildir…

İnsanlar hayal kurmaya İstanbul ile başladılar bir anlamda… İstanbul onlar için hayallerin şehriydi ve hayal gibi bir hayat vaat ediyordu.
Çünkü Türk insanı önce sinemayı keşfetti, sonra İstanbul’u…
60’lı yıllar… Menderes’li zamanlar… Köyden kente göçün yaşandığı, Türkiye’nin gerçek anlamda ilk sosyolojik travmayı hissettiği yıllardı… Kentleşme olgusunun bir ekonomik boyutu vardı, bir de yaşamsal boyutu. İç göçlerin temelinde elbette ki büyüyen işsizlik, babadan oğula geçerken küçülen ve verimsizleşen topraklar, büyük şehirlerdeki sanayileşmenin istihdam yaratması vardı. Ama bir de yaşamsal boyutu vardı ki bu boyutu neredeyse tek başına İstanbul oluşturuyordu. Ve insanlarımızın kafasındaki İstanbul olgusunu da Türk Sineması yaratıyordu. Yani Yeşilçam!..
Türk Sineması 60’lı ve 70’li yıllarda her yıl yüzlerce film çekiyordu ve bu Hint Sineması ile birlikte dünyanın en büyük üretimi demekti. Tabii, çektiği filmleri tüm dünyaya pazarlama gücü olan dev Hollywood sinemasını saymazsak… Ki 60’lı yıllar ülkemizin henüz televizyonla tanışmadığı yıllardı. Yani halkın tek eğlencesi sinemaydı ve her yer sinema salonu doluydu. Bugünkü gibi kapalı sinema salonları dışında bir de yazlık sinemalar vardı ve aileler hemen her filmi görmek için sinemalarda kuyruk oluştururdu. Her mahallede, her ilçede sinema vardı. Bir dönem benim de yaptığım gibi gezici arabalarla sinemalar, filmlerin duyurusunu yapardı. “Melek Sineması yılın en iyi filmini iftiharla sunar: “Hudutların Kanunu”. Başrollerde çirkin kral Yılmaz Güney, Pervin Par ve Erol Taş. Hudutların Kanunu bu akşam sinemamızda”…
Sinemalarda gösterilen filmlerin çoğu İstanbul’da çekilirdi. Tarihin en eski kentlerinden biri olan güzel İstanbul, bütün ihtişamıyla gözler önüne serilir, en büyük aşklara, en büyük başarı hikayelerine kucak açardı. Bu yüzden İstanbul hem umut kapısı gibi, hem yeryüzü cenneti gibi hayalleri süslerdi.
Sinema, kendi yıldızlarını, halk kahramanlarını da yaratmıştı. Cahide Sonku ile başlayan star sistemimiz ardından Neriman Köksal, Sezer Sezin, Orhan Günşiray, Muhterem Nur, Sadri Alışık, Ayhan Işık, Belgin Doruk, Öztürk Serengil, Eşref Kolçak, Ekrem Bora’yı parlatıyordu. Sonra sıra geliyordu “Dört Yapraklı Yonca” dönemine… Sinemamızın “Kare Ası” Filiz Akın, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit ve tabii ki gelmiş geçmiş en sevilen sanatçı, sultanımız Türkan Şoray. Ve bu kadın yıldızların jönleri Ediz Hun, Kartal Tibet, Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Murat Soydan, Engin Çağlar, Yusuf Sezgin, Tarık Akan ve Kadir İnanır… Ve Selma Güneri, Selda Alkor, Sevda Ferdağ, Nebahat Çehre, Sema Özcan. Sonraları Gülşen Bubikoğlu, Necla Nazır, Perihan Savaş ve Müjde Ar…
Komediden köy filmlerine, maceradan tarihi filmlere kadar birçok konu işlense de Türk halkı nedense en çok melodramları sevdi. Yani acıya sevinç katılmış, dönemin sevilen şarkılarıyla soslandırılmış, “Mutlu Son”lu filmleri… Çünkü halkımız orada fakir kızın zengin oğlanla evlenmesini, işsiz gencin fabrikatör olmasını, kör kızın assolistliğe terfi etmesini gerçek gibi izledi, umut etti, evine mutlu döndü.
Halk ne sevdiyse, filmine milyonlar yatıran yapımcı onu verdi. Bu böyle yıllarca sürüp gitti.
Ne var ki, perdedeki bu hayaller, çoğu kez gerçekle karıştırıldı. Evinden, köyünden kaçıp “artiz” olmak için İstanbul’a gelen nice masum genç kızımız bataklığa düştü.
Bu durum, konu sıkıntısı çeken Yeşilçam için yeni bir akım yarattı. “Toplumsal Gerçekçilik” denilen tür, İstanbul’un un/ufak ettiği hayatları, hayalleri solan gençlerinin hikayelerini çekti. Yılmaz Güney, sinemamızda ezilenin, kandırılanın, sömürülenin yanında oldu ve diğerlerinden farklı bir yer buldu kendine star dünyasında…
70’li yılların ortasından sonra hayatımıza giren, her evin baş köşesine konan televizyon, yaşam alışkanlığımızı da değiştirdi, sinemamızı da bitme noktasına getirdi. Ama sinema sektörünü kurtaran da 200’li yıllardan itibaren yine televizyon oldu. Bu kez yerli diziler ile.
Öyle ki Türk dizilerinin ünü yurt dışına taştı; Arap aleminden Balkanlara, Orta Avrupa’dan Rusya’ya büyük pazarlara ulaştı. Dönem yine kendi starlarını yarattı; Türkan, Hülya, Kadir, Tarık’ın yerini Beren, Tuba, Kıvanç ve Kenan aldı.
Ancak görünen o ki değişmeyen tek şey: konu.
Türk halkı yine melodramı seviyor. Yine zengin kız, fakir oğlan, yine yalılar, yine hizmetçiler, yine ihtişam hemen her dizinin genel atmosferini yansıtıyor.
Acaba diyorum, seyirci de aynı mı? Yani yine 60’lı yıllardaki gibi mi görüyor İstanbul’daki hayatı? Herkesin işleri tıkırında, insanlar sürekli aşk mı kovalıyor sanıyorlar? 15 milyonun yaşadığı bu dev şehirde bir yerden bir yere gitmenin iki saati aldığı bir trafikte; ekmeğin aslanın ağzında olduğu stresli bir iş hayatında; işsizliğin yüzde onları bulduğu bir dönemde böyle bir hayat var mı cidden? Olabilir mi? Varsa da mutlu azınlık diyebileceğimiz bir avuç insan yaşıyordur, hayallerini…
Onun dışındakiler ise, her sabah var olma mücadelesine başlıyor ve asılıyor dört elle hayata. Çünkü biliyorlar ya da öğrendiler ki, hayat öyle filmlerdeki gibi değil. Hele de fragmanlardaki gibi hiç değil. Fragman dediğiniz bir buçuk saatlik filmin en güzel kareleriyle oluşan iki dakikalık bir “yem”dir, oltaya takılıp gelmemiz için yapılan… Kaldı ki herkesin hayatında bir fragman oluşturacak kadar güzel ve renkli anlar vardır.
Ama önemli olan hayatın kendisidir ve hayat, Yeşilçam kadar masum değildir. Bu hayatın üstesinden gelebilmek için Fatma Girik kadar mücadeleci, Filiz Akın kadar şanslı, Ayhan Işık kadar kuvvetli ve Yılmaz Güney kadar yürekli olmak gerekiyor belki de…
Tabii Erol Taş, Hüseyin Baradan, Suzan Avcı, Nuri Alço ve Tecavüzcü Coşkun gibi karakterlerin varlığını da unutmadan…
Şansınız bol, kaderiniz güzel, hayalleriniz gerçek olsun!

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
30 Temmuz 2013, İstanbul

Ne de olsa kışın sonu bahardır!..

Ne de olsa kışın sonu bahardır!..

“Bir gülün yaprağı dikendir hardır
Bülbül har elinde ah ile zardır
Ne de olsa kışın sonu bahardır
Bu da gelir bu da geçer ağlama.”

Ne güzel hatırlatır Aşık Daimi bu ölümsüz türküsünde bize hayatın sırrını. Her şey gibi bu da gelir, geçer.

SAHİ, BİZ KİMDEN KAÇIYORDUK ANNE?..

SAHİ, BİZ KİMDEN KAÇIYORDUK ANNE?..

13-14 yaşındaydım henüz… Olanı biteni anlamak, hayatı çözmek için küçüktüm daha… Bildiğim tek şey alelacele toplanan eşyalar, kırık tahta bavullar ile başlayan sürgün hayatımızdı… Zonguldak’ı terk ediyorduk. Aslında gitmek ile kaçmak arasındaki farkı o an anlamıştım. Biz bir yere gitmiyorduk, biz bir yeri terk ediyorduk; bulunduğumuz yerden kaçıyorduk.
“Biz kimden kaçıyoruz anne?” diye sordum anneme yolculukta… Duymadı. Ya da cevabı yoktu. Ya da o da bilmiyordu. Uzaklara bakıyordu uzun uzun… Çok uzaklara. Bu uzaklar İstanbul’dan çok daha uzak bir yerlerdi, belki de hiçbir yerdi, umursamazlıktı, umarsızlıktı… Çok derin iç çeker mi sizin de anneleriniz? O iç çekişlerde bir çocuk kadar korumasız ve zayıf olduğunu hisseder misiniz siz de?..
Aslında çocuklar hayatı anne ve babalarının gözlerinden okurmuş. Çünkü hep onlara bakar ve o bakışlarının ne anlama geldiğini iyi bilirlermiş. İşte benim bilmezliğim buydu. Ne annemin içinde bin bir soru barındıran bakışlarını ve suskunluğunu anlayabiliyordum; ne babamın sanki bir şeylerden kaçma hızı kadar, bir şeyleri yakalama hızını ayarlayamayan telaş ve korkusunun nedenini bilebiliyordum. Aklında yüzlerce soru olan bir çocuk ve tek bir cevabı olmayan iki kişi, yolculuk yapıyorduk İstanbul’a…
Bir süredir işleri iyi gitmeyen babam sıfırı tüketmişti. Başka bir şehirde yeni bir hayatı denemek hem çaresizliğiydi, hem tek umuduydu. Böyle zamanlarda elbette ki akla “taşı toprağı altın” denilen İstanbul geliyordu. Annem ise bu bilinmez yolculuktan anladığı hiçbir şey olmamasına rağmen, Anadolu kadınının ölümüne eşinin ve ailesinin yanında olması, dayanması, katlanması, göğüs germesi gerektiği terbiyeyle babama güç vermeye çalışıyordu. Benim hissettiğim şey ise, bilmeden gittiğim yeri düşünmek yerine, geride bıraktığım şehrimi, mahallemi, arkadaşlarımı, oyunlarımı, alışkanlıklarımı terk ediyor olmanın hüznüydü…
Ayrılık denen şeyin, sevdiklerini ani ve nedensiz yere terk etmek denilen şeyin ne olduğu ile ilk kez o zaman karşılaşmıştım ve belki de bu öğrendiğim şey, alışmak, bağlanmak gibi duygularla aramda bir mesafe bıraktıracak kadar bende derin izler bırakacaktı. Belki kimsenin gitmeyeceğine inanmayacaktım, belki bir daha bir yere asla ait olamayacaktım. Böylece sürgün hayatımız başlıyordu…
İstanbul!.. Hayallerin şehri. Güzeller güzeli İstanbul. Ama teslim alması zor, barınması zor, yaşaması zor şehrim. Çaresiz gelenler içinse gerçek bir kabustur İstanbul. Bıçak sırtında yaşatır sizi. Dışına bir tafra gibi atması an meselesidir. Tutunmalısınızdır ona sımsıkı, hem de öyle dört elle, tüm ruhunuzla.
Asgari ücretle bir iş bulmuştu babam ve bizim için yeni ve sıkıntılı bir hayat başlıyordu İstanbul’da. Gültepe’de zemin altı, tek odalı evimizde rutubete karşı da direnmeye çalışıyorduk. Gültepe’den Şişli’ye kadar yokuş yukarı o upuzun yolu, altı delik ayakkabıyla her seferinde yürüyerek geçiyordum. Otobüse binmem ancak yıllar sonra mümkün olabilmişti. Allah “yürü ya Kulum!” demişti, ben de yürüyordum.
Aslında zaman geçtikçe bütün o yaşadıklarımın bir anlamı olduğunu, hayatı biriktirdiğimi, beni güçlendirdiğini de fark ettim. Tıpkı o meşhur sözdeki gibi: “Sizi öldürmeyen şey, güçlendirir.”
Ama bu güçlenmenin bedeli ağır oluyor. Tıpkı bahçedeki meyve ağacının güçlenmesi için dallarının budanması gibi, insan da bir yandan kaybediyor, bir yandan kazanıyor. Ayakkabı boyacısı Nejat, iş adamı Nejat’a dönüşürken ne yazık ki ortada ne “baba, artık çalışman gerekmeyecek; size ben bakacağım” diyeceği babası, ne de “anne, bak bu ev senin, üstelik ruhubet kokmuyor” diyerek gururlanacağı annesi kalıyor.
Bu şehir böyle milyonlarca hikayeyi barındırıyor tarihinde. Nice insanlar geldiler, vatanlarını terk ederek. Ekmek parası için. Kimileri daha iyi bir hayatı hayal ederek geldi, kimileri kaybedecek başka bir şeyleri olmadığı için. İhtişam ile sefalet koyun koyuna yaşıyor bu şehirde. Ama işte bilirsiniz, umut öyle güzel bir rüyadır ki, hayat öyle büyük bir tutkudur ki, önünüze bakarsınız hep, hedefe varmak umudu ve tutkusuyla. Çünkü bu karmaşık ve kalabalık şehirde, tıpkı yoğun kent trafiğinde araba kullanmak gibidir yaşamak. Bir an önünüze bakmayı ihmal ederseniz, kaza yapmanız, yoldan çıkmanız an meselesidir. Zaman geçer, bir şeyler bir şeylere fırsat olur, şansınız döner, Allah yardım eder, siz de çalışmalarınızın ve aklınızı devreye sokmanın karşılığını alırsınız. Kendinizce bir başarı hikayesi yazarsınız. Bu çark öyle hızla dönüyor ki, zaman sizi öyle atak ve telaşlı yapıyor ki, üzerinizdeki sorumluluk ve bu şehrin bedeli öyle ağır ki, deli gibi çalışmanız gerekiyor. Önünüzde biriken bir yığın fatura vardır ve bunları ödemeniz için de önünüzde sadece otuz gün vardır. Zaman alım ve satım ile geçer. Kazanma ve harcama ile tüketirsiniz ayları. Bunları başarıyor olmak bile sizi mutlu edebilir.
Taa ki, o eski ağrı ansınız geri teptiğinde, eskiye ait özlem, bir hatırlayış ince ince yüreğinizi sızlattığında; üstüne üstlük hayatınız zaman zaman size monoton geldiğinde, bu kadar çalışmanın, bu kontrollü iş ilişkilerinin yıpratıcılığından sıkıldığınızı hissettiğiniz anda, sığınacak bir anne dizi, öğüt alacak bir baba sözü yoksa, yapayalnız ve kimsesiz olduğunuzu fark ettiğiniz anda, o en masum, en korunmasız ve en bilgisiz çocukluğunuza dönersiniz ve o soruyu tekrar sorarsınız:
“Anne, biz kimden kaçıyorduk?”

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
16 Temmuz 2013, İstanbul

KURŞUN ATA ATA BİTER…

KURŞUN ATA ATA BİTER…

Hangimiz için hayat zor değil ki? Hangimizin payına acı, hayal kırıklığı, yenilmişlik, çaresizlik, kimsesizlik, yalnızlık, şanssızlık, kaza, bela düşmüyor ki?
Hangimiz iki elimiz olduğu halde, işe dört elle sarılmaktan başka bir çare görüyoruz ki? Hangimizin “imdat” dediğimizde yetişecek kimsesi var ki?
Hangimiz sırtımızdan vurulmadık ki? En olmadık zamanda, en ummadığımız kişiler tarafından ihanete uğramadık ki? Hangimizin Brütüs’ü olmadı ki!..
Hangimiz uçmaya çalıştığında, ayaklarından asılıp yükselmesi engellenmedi ki! Hangimizin etrafı iyi günde dolup taşarken, kötü günde yalnızlığa bürünmedi ki? “Dost Bildiklerim” şarkısı hangimizin düşüncelerini okumadı ki?..
İş hayatı zordur. Hayat zordur, ama iş hayatı daha da zordur. Çünkü işin içerisinde para vardır ve para çok insanı bozar. Rekabet vardır, haksız kazanç vardır, kendini yükseltmek için başkalarını düşürmek vardır.
İnsan doğası gereği kendinden yanadır, kendi çıkarlarını her şeyden önde tutar. Bu da sık sık çıkarların çatışmasına yol açar. Hep düşmanlar, rakipler çıkar yenilmesi gereken, engeller vardır aşılması gereken. Çünkü paradan söz ediyoruz. Kadını kötü yola, erkeği hapishaneye düşüren paradan. Yalan söyleten, çaldıran, banka hortumlatan, ekmek için fırın yağmalatan, yalnız dostunu değil, böbreğini sattıran paradan…
Dişinizle tırnağınızla iş kurarsınız. Namusluysanız, çalışmaktan başka bir yolunuz yoktur. Gecenizi gündüzünüze katar, çalışırsınız. Çocuğunuzun yüzünü göremeyecek kadar, eşinizle dostunuzla görüşemeyecek kadar. Paranızın keyfini süremeyecek kadar meşgul olursunuz. Tam da konuyu anlatacak tabirle “bir kürek ve bir yürek” ile başlarsınız “çamurla oynamaya”… Bir kurum büyütürsünüz, büyüyen hayalleriniz, büyüyen hedeflerinizle… Tek başına ayakta durmaya niyetlendiğiniz yolculukta kocaman bir aile olursunuz ekibinizle. Çalışanlarınız, aileleri, bayileriniz, perakendecileriniz, çözüm ortaklarınız, iş yaptığınız kurumlarla… Güven vermeye, güven duymaya çalışırsınız. Ama dedim ya, iş dünyasıdır burası, iyilik ile kötülüğün, karşılıklı çıkarların savaştığı bir arenadır. İnsan bir kere ruhunu şeytana satmaya görsün, yıkar gider hayallerinizi. Ot tıkar canınıza. Lafı dolandıra dolandıra anlatmasından anlayamazsınız sizi dolandıracağını. Bir iki söz, karşılıksız çekler, bulunamayan adresler, kapatılan şirketler, izini dahi süremezsiniz. Zaman alır hesaplaşmak. Çoğu zaman da hesap öteki tarafa kalır. Bilmez nelerinizi aldığını. Yalnız birikiminiz, çocuklarınızın ve çalışanlarınızın rızıkları değildir çaldıkları, insanlara güveninizi de çalar. Korkularınızla sizi dünyada bir başınıza bırakır öylece utanmadan…
“Aldatılan insan eksilerek yaşar” demiş bilgenin birisi… Gerçekten öyle olmuyor mu!.. Borç verirsiniz, alamazsınız; yemin edersiniz bir daha kardeşinize bile borç vermemeye… Kefil olursunuz arkadaşınıza, o borcunu ödemez, sizin yakanızdan tutarlar; söz verirsiniz kimseye kefil olmamaya… İhanete uğrarsınız, aldatılır, terk edilirsiniz; aşka tövbe edersiniz. Yüreğinizi, cebinizi, gönlünüzü, evinizi, kapınızı kapatırsınız; kimseye güvenmeden tavşan uykusuyla yatarsınız gecelere… Güvenmediğiniz için güven de veremezsiniz. İnsan içine çıkmak içinizden gelmez. Kendinizi yalnızlığa vurursunuz.
Ben iflah olmaz bir romantiğim. Hep iyi şeylere inanırım, çabuk güvenir, çabuk inanırım. Hayata, insanlara ve kendime bir fırsat daha vermeyi tercih ederim. Yenilgilerden payıma düşeni alır, kaybettiklerimi telafi etmek için tekrar çalışmaya koyulurum. Elbette ki hatalarımdan ders almaya, doğru insanları yanlış insanlardan ayırt etmeye çalışırım; ama iyi niyetli olmak biraz da saf olmak demektir. Saf insan çoğu zaman bir güler yüze, iki çift tatlı söze, üç damla gözyaşına kanar. Kin tutmaz, unutur. Bir şans daha verir, düzeleceğini umar.
Hepimiz başı sonu belli olan bir ömrü geçirmek için buradayız ve sonun ne olduğunu biliyoruz. Ama buna aldırış etmeden, kendimize yakışacak şekilde yaşıyoruz.
Ben çalışıyorum, hep çalışıyorum. Kendimi bildim bileli çalıştım; biliyorum ki elim/ayağım tuttuğu, kafam çalıştığı sürece çalışmaya devam edeceğim. Bu paragöz olduğumdan değil, böyle mutlu oluyorum. Çalışmak beni kötülüklerden alıkoyuyor. Dedikodu edecek vakit bulamıyorum. Hedefler belirliyor, o hedeflere ulaşmak için çalışıyorum. Kendimi de geliştiriyor bu durum. Zamana karşı koyuyorum.
Üstelik işveren olmak öyle bir sorumluluk getiriyor ki insana, yalnızca kendinizin ya da ailenizin rızkını düşünmüyorsunuz. Fırsat verdiğiniz, iş verdiğiniz, maaş verdiğiniz her insana karşı sorumlu oluyorsunuz. Onların hayat standartlarını geliştirmek için daha çok çalışmanız gerektiğini de biliyorsunuz.
Çalışanlarımdan birinin ev, araba alması, rahata ermesi öyle mutlu ediyor ki, bu anlatılacak bir şey değil.
Onun için iyimserliğinizi yitirmeyin. Moralinizi yüksek tutun, hayata güvenin. Başınıza gelecek, karşınıza çıkacak kötülüklere, kötü niyetlilere ise, düştüğünüz yerden doğrulurken dilinizde o umut türküsüyle cevap verin:
“Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın, aldırma gönül aldırma.”
Şunu biliyorum ve inanıyorum ki, kurşun ata ata biter; oysa benim param bitse de iyimserliğim bitmez. Bu yüzden zenginim, bu yüzden güçlüyüm. Şair de öyle diyor: “İyimserlik, bitmeyen bir hazinedir.” Kötülerin kurşunları varsa, iyilerin de iyimserlikleri var.

İyimserliğinizin bitmeyen bir hazine gibi sürmesi dileklerimle.

Nejat Gümüş
4 Temmuz 2013, İstanbul

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.