Yazar: Kiltaş

ATEŞE DAYANIKLI ÖĞÜTLER!..

ATEŞE DAYANIKLI ÖĞÜTLER!..

İşiniz namusunuzdur!
Hayat ekonomik ilişkiler üzerine inşa edilmiş ve dışarıda kocaman bir nüfus, yüz binlerce işsiz ve iş arayan insan var. Varlığınızı sürdürebilmeniz, istediğiniz hayatı kurabilmeniz, planlarınızı ve hayallerinizi gerçekleştirebilmeniz için para kazanmaya ihtiyacınız var. Namuslu insanlar için para kazanmanın tek yolu da çalışmaktır. Yarın sabaha milyoner olarak kalkmak ancak piyango, loto gibi şans oyunlarının işidir ve hayatın da mucizelere ayıracak fazla zamanı yoktur. O yüzden daha iyisini bulana kadar, kendi koşullarınızı kendiniz geliştirene kadar sahip olduğunuz işe dört elle sarılmalı, onu korumalı ve kimseye bırakmamalısınız.

İşiniz hayatınızdır!
Yetişkin bir insanın günde ortalama 6-7 saati uykuda geçiyor. Oysa çalışan bir insanın ortalama 8-10 saati işte geçiyor. Bu demek ki hayatınızın en büyük bölümünü işe ayırıyorsunuz. Zaten olması gereken de bu. Madem bu kadar geniş zamanlar burada olmak zorundasınız, bu geniş saatleri neden kahırla, sitemle, korkuyla, isteksizce harcayasınız ki? Mutlu olmak, öğrenmek, paylaşmak, gülmek, dostluklar kurmak için yalnız bedeninizle değil, ruhunuzla ve tüm samimiyetinizle burada olmalısınız.

İşiniz değerlidir!
Hepimizin farklı görevleri, farklı meslekleri var. Sanatçı, gazeteci, dişçi, hukukçu, temizlikçi, hizmetli, muhasebeci, mühendis ya da başka bir şey. Kimi meslekler popülerdir, dışarıdan eğlenceli gelebilir. Daha iyi yaşam standartları sunabilir. Yetenekleri parlatan fırsatlar yaratır. Ama bunlar bir bütünün parçalarıdır ve fotoğrafın tamamı kusursuz bir dengeyi ifade eder. İş dünyasının tamamı düzenin devamını sağlayan bir makinedir ve her meslek ve her çalışan bu makinenin irili/ufaklı çarklarıdır. Çarklardan birinin çalışmaması makineyi durdurur. Eğer gecenin dördünde deli gibi acıkmışsanız ve mutfakta yiyecek tek bir lokma yoksa, o an açık olabilecek bir fırın ve fırında sıcacık ekmeği çıkartan fırıncıdan daha değerli kimse yoktur sizin için. Ya da gönül verdiğiniz takımın en sessiz defans oyuncusu, maçın bitmesine sadece saniyeler kala kornerden gelen ortaya uzattığı kafasıyla takımınıza hem üç puanı, hem şampiyonluğu getiriyorsa, dünyanın en değerli insanı O’dur. Yani sevgili arkadaşlar, önemli olan hangi işi yaptığınız değil, işi nasıl yaptığınızdır. İyi futbolcu / kötü futbolcu, iyi şarkıcı / kötü şarkıcı, iyi aşçı / kötü aşçı örneği gibi… Önemli olan işinizi iyi yapmanızdır.

İşinizde zaman önemlidir!
İşverenin ve işin sizden beklentisi, çalışma saatlerini tamamlamanız değildir. O saatlere ne kattınız, o zaman diliminde neleri başardınız… İş dünyası telaşlı ve hızlı bir döneme girdi. Makineleşme ve teknolojiyi yanına alan sanayi ya da hizmetler sektörü çok sayıda ve hızlı üretim gerçekleştiriyor. Dolayısıyla maksimum fayda üzerine kurulan işletmeler sizden zamanın doğru ve verimli kullanılmasını isterler. Zamanı hızlı ve doğru kullanmak için zaman içerisinde işi kavramanız kadar, inisiyatif almanız, farklı bakış açıları geliştirmeniz, size özgü ve işletmenize katkı sağlayacak kısa yollar önermeniz, ekip arkadaşlarınızla uyumlu ve sürekli iletişim kurarak çalışmanız çok önemlidir.

İşinize dört elle sarılmalısınız!
“Burası benim” dediğiniz zaman, bu işyerinden hiç ayrılmayacakmış gibi hissettiğiniz zaman, hatta burayı sevdiğiniz zaman başka türlü olursunuz. Evinize, çocuğunuza, hobilerinize baktığınız gibi bakarsınız. Hem korur, hem geliştirirsiniz. Kıyamazsınız. Kullanmadan buruşturup atacağınız bir kağıt parçası da, açık bıraktığınız bir lamba da rahatsız eder sizi. İsraftan oluşan o faturaların sizin cebinizden, hayatınızdan çıktığını, bir başka insanın işe alınma fırsatını engellediğini, ülke ekonomisine zarar verdiğini düşünürsünüz. Bir süre çalışıyor(muş) gibi davranan ve yalnızca bedeniyle durumu idare edenleri ne yazık ki aynı süreçlerden geçmiş deneyimli işverenleri kolay fark ederler. Ve elbette ki kimse, katkı sağladığına inanmadığı insanlarla devam etmek istemez. Kısacası, işinizi sahiplenmeli, sorumluluk duymalı ve hakkını vermelisiniz. Yeni başladığınız bir işte sizden tam bir işe hakimiyet beklemesek de, gayretinizi görmek isteriz. Bu sizin hatalarınızı tolere etmemizi sağlar. Yeter ki çabanızı, tutkunuzu ve hırsınızı gösterin.

İşinizde hedefleriniz olmalı!
Hayatta hedefleriniz olmalı. Bir yıl sonra şimdikinden daha iyi bir hayatı düşlemeli, hatta planlamalısınız. Zaten hayatın seyri de bunu gerektiriyor. İnsan geleceğini kurmak istiyor, sonra aile oluyor, sorumluluklar artıyor. Onlara en iyi yaşam şartlarını sunmayı arzu ediyorsunuz. Bunun için kazancınızın iyi olması gerekiyor. İyi kazanç demek, işinizin iyi olması demek. Bu yüzden yükselme hedefleriniz olmalı. Bu olmasa bile işinizde tercih edilmeli, vazgeçilmez eleman olmalısınız. Tıpkı hangi teknik direktör gelirse gelsin yerini kaybetmeyen futbolcular gibi.

İşinizde inisiyatif alın!
Hayatın kusursuz dengesinde herkes birilerinin hayatını kolaylaştırır. Birileri hastalığımıza aşı bulur, birileri duygularımıza şarkı söyler, birileri ekmek yapar, birileri ortalığı temizler. Sessizce ve kendiliğinden bir denge oluşur böylece. İşletmelerde de öyle olmalıdır. İnisiyatif alma, birilerinin olmama ya da yetersiz kalması durumunda bunu fark eden kişilerin sorumluluk üstlenmesi gibidir. Bilgi, deneyim ya da sezgilerinize danışarak çözümler üretebilmelisiniz.

İşinizi sevin, ama başka şeyleri de sevin!
İşkolik olmanız işimize gelir gibi görünse de, bu kısa vadeli bir kazanç sağlar işletmemize… Kendiyle barışık, hayatı tutkuyla ve dolu dolu yaşayan, hobileri, zevkleri, dostlukları olan mutlu insanlar daha enerjik, daha uyumlu ve daha başarılı olurlar. Sizi de hayatının hiçbir tarafını ihmal etmeyen, sosyal ilişkileri güçlü, vizyonu geniş insanlar olarak görmek isteriz.

İşinizde araştırma, öğrenme, dinleme ve eleştiriye açık olun!
Gelişim ömür boyudur ve hiçbirimiz asla kusursuz olamayacağız. Ancak bunun için çalışmalı ve her gün bir öncekinden daha bilgili, daha konuya hakim ve daha yararlı insanlar olarak kendinizi aşabilmelisiniz. Başka bilgilere ve deneyimlere önyargısız kulak verin ve kendinize katabileceğiniz şeyleri mutlaka değerlendirin. Bilgi ve deneyiminiz arttıkça özgüveniniz de artacak ve henüz bir iş görüşmesindeyken bu özgüveninizin dışa yansıması ile siz tercih edilebileceksiniz. İş hayatınızda da, normal hayatınızda da yenilikçi olun.

İşinizde ezberlemek yerine anlamayı tercih edin!
Bu size aynı zamanda öğrendiklerinizi yorumlamak ve üstüne sizden bir şeyler katmak, farkınızı göstermek için fırsat sunar. Anlamadıklarınızın çözümünde de ezberledikleriniz değil, anladıklarınız yardımcı olur.

İşinizde sorunları çözme odaklı bir düşünme modeli geliştirin!
İnsanın olduğu her yerde sorun olur. İnsan yapısı makinelerde de sorun çıkar. Çıkıyor da… Bu sorunları insan yarattığı gibi, insan çözecektir kuşkusuz. Ne burada, ne gideceğiniz başka bir yerde sorunsuz yaşamayacaksınız. Sorunları mazeret olarak göstermek yerine sorun çözme becerisi kazanmalısınız. Zaman zaman da “sorunlara rağmen” başarmalısınız… Esnekliğinizi ve uyum yeteneğinizi sürekli geliştirin.

İşyerinizle bütünleşmeye, ekip arkadaşlarınızı tanımaya gayret edin!
Çalışma saatlerinizde kendinize dönük yaşamayın. Fırsat buldukça ve fırsatlar yaratarak etrafınızı keşfetmeye, arkadaşlarınızla tanışmaya, kaynaşmaya çalışın. Yakınlaştıkça paylaşarak ve paslaşarak daha hızlı yol alabilmeniz bir yana, zamanınızı mutlu ve dolu dolu yaşama şansınızı da kaçırmamış olursunuz.

İşyerinizden emekli olacakmış gibi davranın!
Burası sizin ilk işyeriniz olmayabilir, sonuncusu da olmayacaktır belki. Ama siz yine de çalışmaya başladığınız kurumla sonsuza kadar çalışmak hedefi ve arzusuyla başlayın. Böylece sabretme, anlama, emek verme, duygusal bağ kurma ve sahiplenme gibi kuruma katacağınız değerler olacak; aynı zamanda kafası karışık, geçici, arayışları olan, durumu idare eden tavrınızın olmayışı da veriminizi artıracaktır.

İş ahlakı başarıdan önce gelir!
Kurumları güvensizlik ve dedikodu çürütür. Firmanıza, yöneticilerinize güvenmeyi ve güven vermeyi sağlamalısınız. Sıfatlarımız farklı olsa da aynı gemideyiz ve ikimiz de başarılı olmak, kazanmak istiyoruz. Birbirimize ihtiyacımız var ve hepimiz insanız. Bu değerler bizi bir arada tutmaya yeterli olmalıdır. Olası kötü düşüncelerinizi kafanızdan silmeye çalışın ya da muhatabı ile yüz yüze görüşmeyi tercih edin. Rekabet tatlı bir şeydir, kurum içi dinamiklerini harekete geçirir, gelişiminizin itici gücüdür ama tadında yaşayın. Başkalarını aşağı çeken ve ekmeğiyle oynayan küçük ayak oyunları gün gelir yapanın ayaklarına takılır. Onlara güven duyun ve güven vermeye çalışın.

Hayatı ıskalamayın. Kitapları, müziği ve sanatı sevin!
Dünyanın güzelliklerine tüm duyularınızı, yüreğinizi açın. Sevmeyi, sevilmeyi, aşık olmayı, tutkuyla yaşamayı seçin. Güzel müzikler, şiirler, romanlar kılavuzunuz olsun. Doğayı, çiçeği böceği, hayvanı ve tabii insanı unutmadan… Şuna inanın ki dünyayı güzellik kurtaracak ve bir insanı sevmekle başlayacak her şey. Teknolojiyi de bilgiyi de yanınıza alın, işinize de hayatınıza da katkısı olsun.

…………………………………………………………………………………………………………………………….
Yarım asırlık iş deneyimlerimden aklımda kalanları sizlere aktarmaya çalıştım. Yalnızca Kiltaş’ta değil, belki de çok yakın zamanda başlayan iş hayatınızın her döneminde yararlanabileceğiniz küçük notlar da diyebilirsiniz.
Eğer bir yanından Kiltaş’ın patronu olarak bakarken, bir yanından da Kiltaş’ın çalışanı olarak bakabilirseniz bana, başka dünyalarda, başka dilleri konuşmadığımızı daha çabuk fark edersiniz. Yarın bir gün kısmet olur da kendi işyerinizi kurma düşünceniz olursa o zaman “iyi bir işletmeci nasıl olur”u konuşabiliriz. Ama bugün “iyi bir iş nasıl olur”u konuşabiliriz.
Bazıları gibi şanslı doğmadım ben de… Hazır bir sermayem, kurulu bir düzenim, özel okullardan alınmış eğitimim, bir rica ile işe alınışım olmadı. Hayata dişlilerin dokunduğu yerden başladım tabiri caizse. Rızkın onda dokuzunun maden ocaklarında çalışmak gibi bir kara yazgısı olan Zonguldak’ta yaşadım ben… O kaderi yaşamamak içindi belki de farklı bir şeyler arayışım… Ayakkabı boyacılığı da yaptım, sinemada gişe görevlisi de oldum. Sermayesiz ticareti de denedim, sinema oyunculuğunu da… Bunlar planlanmış şeyler değildi elbette. Deneme/yanılma yöntemiyle hayatı tırmalıyordum bir bakıma. Ayakta kalma savaşı verirken bir başarı hikayesine ve Kiltaş’a giden yolda şansa da, fırsatlara da ihtiyacım vardı. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki her işimde başarıyı getiren faktör, işime dört elle sarılmam ve kendi tarzımı oluşturmamdı. Ortada bir başarı varsa elbette ki tüm Kiltaş çalışanlarının başarısıdır.
Hani iş dünyasında bir söz vardır: “Kişiler değil, kurumlardır kalıcı olan…” Böyle dense de kişiler de kalıcı olabilir, oluyor, olmalıdır da. Çünkü bir işveren olarak şunu bilirim ki, uzun süredir çalışanlar o işyerine daha fazla katkı sağlarlar. Bir kere alışmışlardır, kurumun iç dinamiklerini biliyorlardır, yöneticilerin ne istediğini… Firmayla iyi kötü günde pek çok anıları vardır, bir duygusal bağ oluşmuştur ve “kendi işyerim” diyebilmektedir. Bu koşullarda kurumun kalıcı olmasını can-ı gönülden diler. Elini taşın altına sokar ve sorumluluk alır.
“Gençler bilebilseydi, yaşlılar yapabilseydi” diye bir söz vardır… Sizin yapabilme gücünüzü bizim bilebilme deneyimlerimizle harmanlayıp harika işler ortaya koymayı hedefliyoruz.
Kiltaş sizin ilk işyeriniz de olabilir, muhtemelen daha önce iş deneyiminiz de olabilir. Ama dilerim burası sizin kendi işyerim diyebileceğiniz, ayaklarınız geri geri gitmeden gelebildiğiniz, zamanın nasıl geçtiğini fark etmeyeceğiniz kadar memnun ve mutlu yaşadığınız, yarınlara güvenle baktığınız ikinci bir “yuva”nız olur. Dilerim birlikte gerçekleştireceğimiz nice başarılarla, karşılıklı memnuniyet içerisinde sağlam ve kalıcı bir birliktelik yaratırız, bunun keyfini birlikte süreriz.
Yararlı olması ve başarılarınızın artarak devam etmesi dileklerimle.

Nejat Gümüş

BABALAR VE EVLATLARI…

BABALAR VE EVLATLARI…

Babalar Günü, tıpkı Anneler Günü gibi yılda bir kez de olsa hatırlamak, sevgimizi bir nebze de olsa hissettirebilmek anlamını taşıyor.
Babalar Gününde çaktırmadan hediye bekliyoruz, büyüğüne küçüğüne bakmadan. Aslında bir anlamda 23 Nisan gibi oluyor. Hani o gün çocuklar bir günlüğüne Başbakan, Belediye Başkanı, Vali olur ya, öyle bir şey işte. O gün biz çocuk oluyoruz, çocuklar baba. Hediye alan ile hediye veren yer değiştiriyor. Çocuklaşıyoruz belki de, güzel oluyor.
Aslında babası olmayan ve baba olan bizler için Babalar Günü evlatlarımızla ilişkilerimizi gözden geçirme fırsatı veriyor. Özellikle bu Babalar Günü, evlat sahibiyseniz, evladınızla ilişkinizi yeniden gözden geçirin. Çünkü yaşadığımız bu günler gençlerin şaşırtıcı çıkışına tanık olduğumuz günler.
Gezi Parkı Direnişi olarak adlandırılan hareket son 15 günün yalnız Türkiye’de değil, dünyada en fazla ilgi çeken konusu olmaya devam ediyor. Başlangıçta bir parktaki ağaçların kesilmesi ve yerine bir AVM’nin yapılacak olması haberi üzerine küçük sayıda çevrecinin parkta sessizce toplanması olarak başladı. Sonrasında polisin orantısız güç kullanması ile bir kartopu gibi büyüdü, çığa dönüştü. Farklı görüşlerden, farklı talepleri olan on binlerce genç Taksim’i doldurdu. Olay yalnızca İstanbul’un merkezindeki bir park görünümündeyken, tüm Türkiye’de protestolara yol açtı. Öyle ki maçta bile yan yana gelemeyen Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçeli taraftarlar kol kola ve birbirlerine yardım ederek müthiş bir dayanışma gösterdiler.
Hükümet ile gençleri karşı karşıya getiren şey neydi? Hala da bu tartışılıyor. Aslında benim burada söz ettiğim şey de tam olarak bu. Gençlerin, evlatlarımızın ne istediğini ne kadar biliyoruz? Ne kadar anlıyoruz onu?..
Biz babaların klasik görevleri bellidir. Evin geçimini sağlar, eve ekmek getirir, çocuklarımızı en iyi okullarda okutup hayata hazırlamaya çalışırız. Aynı zamanda belli değerlere sahip iyi bir insan olarak yetiştirmek için eğitim veririz. İşte sanırım sorun burada başlıyor. Neye göre eğitim? Kime göre doğrular?
Bizim doğrularımız ne kadar doğru? Bizim doğrularımız zamana ne kadar dayanıklı? Değişen dünyaya ayak uydurabiliyor muyuz biz? Yeni kuşağın, yeni dünyanın insanlarının isteklerini anlayabiliyor muyuz?
Sahi, gençler ne ister? Genleri ne kadar bize çekerse çeksin hepsi ayrı birer birey. Yaşadıklarını farklı yorumlayabiliyor, farklı bir kişilik geliştiriyorlar. Onları yetiştirirken yoksa kendimiz gibi birini mi yaratmak istiyoruz? Kendimizden kaç tane daha çoğaltabiliriz? Neden başka bir birey olmasını engellemeye çalışıyoruz? Neden değişimden korkuyoruz?
Ve neden her şeyini kontrol altında tutmak istiyoruz? Onlara yeterince güvenebiliyor muyuz? Güvenmiyorsak eğer, ne zaman güveneceğiz?
Eğer Hükümetin vatandaşla ilişkisini de baba-evlat ilişkisine benzetirsek, ki benzemese “Devlet Baba” denmezdi, galiba aynı sorunlar orada da var.
Hani babalık vazifemiz çocuğumuza iyi imkanlar sağlamaksa ve bunu sağlıyorsak iyi baba olduğumuzu düşünürüz ya… Bir de iyi evlat yetiştirmek için sıkı bir eğitimden geçiririz, yediğine-içtiğine, kiminle gezdiğine, nereye gittiğine, arkadaşlarına, alışkanlıklarına, giyimine, saçına, küpesine, makyajına karışırız ya… Maksat yoldan çıkmasın, kötü bir çocuk olmasın deriz ya…
Galiba Devlet Baba da bunu yapmaya çalışıyor ve iyi bir devlet olduğunu düşünüyor.
Biz iyi bir baba mıyız peki? Bunu çocuklarımıza sormamız lazım. Belki de yeterli değilizdir. Belki de istedikleri şeyler, vermeye çalıştığımız şeyler değil. Başka şeylerle mutlu oluyorlar. Belki de her şeylerine karışmamız, onlara güvenmememiz, takip ediyor olmamız, kısıtlamamız onları bizden uzaklaştırıyor.
Demek ki, devletten de istediklerini bulamıyor çocuklar. Demek ki biriktirdikleri öfkeleri, isyanları bu yüzden… Demek ki borsanın inmesi ya da çıkmasından, köprü yapılmasından da önemli şeyler var onlar için. Oysa AVM’den onlar yararlanır diye düşünülüyordu. Yanılmışız. Onlar çok daha fazlasıymış!..
Öyle ya, madem ki en iyi okullarda okutuyoruz… Madem ki odalarına koyduğumuz, ellerine tutuşturduğumuz bilgisayarlarla dünyada ne olup bittiğini öğrenebiliyorlar… O halde bizden ileride olmaları kadar doğal ne olabilir ki? Bizim zamanımızda bilgisayar yoktu, çok kanallı televizyonlar yoktu. Dünyada olup biteni aylar sonra öğreniyorduk, o da tek kaynaktan. Çoğumuzun yabancı dili yoktu.
Ne mutlu bize ki, çocuklarımız, gençlerimiz devletimizden de, siyasetçilerimizden de önde. Yeni dünya düzenini onlar kuracak ve bu yüzden yöneticilerimizin çocuklarımıza daha çok kulak vermeleri, onları daha çok dinlemeleri ve anlamaları gerekiyor. Yoksa bugün küçük bir işaretini verdikleri gibi direnmeleri, baş kaldırmaları, o müthiş enerjilerini büyük bir güce dönüştürmeleri içten değil.
Hani hep büyümelerini beklerdik ya!.. Birey olduklarını görmek, kendi ayaklarının üstünde durabildiklerini izlemek… Hani, vatana millete hayırlı evlatlar olsun isterdik ya!.. Hani bir şeyi başardığını gururla seyretmek, “işte bu benim çocuğum” demek!..
Oldu galiba!..
Güçlerini gururla izliyoruz. Arada telaşlansak, korksak da, yasa dışı bir şey yapar mı, başı belaya girer mi desek de; kovalanan, kıstırılan, dayak yiyen, burnu kanayan, gazdan bayılan çocukların Allah analarına, babalarına sabır versin derken, bizim evlatlarımızı onların yerine koymaya bile cesaret edemesek de; biliyoruz ki onlar pırıl pırıl gençler, pırıl pırıl çocuklarımız ve dünyayı kendileri için, bizim için değiştirmeye, daha yaşanabilir, daha katlanabilir, daha özgürce yeşili koklayarak soluklanabilir bir hayat inşa etmeye çalışıyorlar.
Kafalarını cep telefonundan, bilgisayardan kaldırmıyor diye şikayet ediyorduk. Dünyadan bi’haber büyüyorlar diye eleştiriyorduk. Gördünüz mü meğer öyle değilmiş.
Büyümüşler ve evrensel değerler için birçok şeyi göze bile alıyorlar.
Ne mutlu onlara.
Ne mutlu bizlere!
Babalar Gününde bundan büyük hediye olur mu? Bundan daha büyük bir gurur yaşanır mı?
Artık sıra bizde. Onlara layık olmaya çalışmamız gerekiyor. Ve onları anlamalı, dinlemeli, en çok da saygı göstermeliyiz. Bu saygıyı fazlasıyla hak ediyorlar.
Babalığın keyfi en güzel böyle çıkıyor.
Babalar Gününüz Kutlu Olsun.

Nejat Gümüş
15 Haziran 2013, İstanbul

Bahçeye Biber Ektim…

Bahçeye Biber Ektim…

Çocukken kötü bir şey söylediğimizde büyüklerimiz, “Hımmm, sus bakayım!.. Ağzına biber sürerim” derdi. Şimdi büyüdük ama pek bir şey değişmemiş. Gene büyüklerimiz “Hımm, sus bakıyım!.. Yüzüne, gözüne biber gazı sıkarım” diyor… Ne acı!…
Her şey Gezi Parkına yapılacağı söylenen AVM için parktaki ağaçların kesileceği haberi ile başladı…
Sonrası malum… Polisin orantısız güç kullanımı, konuya sadece doğa ve rant duyarlılığı ile bakanların yanına öfkesini biriktirmiş bütün insanları çekti; konu yalnız İstanbul’un meselesi olmaktan çıktı, tüm ülke sahiplendi ve olan oldu.
Aslında iyi de oldu. Daha doğrusu zarar görenleri, yaralanan hatta ölenleri, yakılan yıkılan araçları saymazsak, iyi sonuçlar doğurduğu ve daha da iyi sonuçlar doğuracağına inanıyorum.
Olaya şu açıdan bakıyorum… Bir topluluğu ulus yapan ortak değerler vardır. Bu ortak değerler uzun zamandır ihmal ediliyordu. Çünkü ortak değerler yerine farklılıklarımız, birbirinden ayrıldığımız konular, zevkler, tercihler öne çıkıyordu. Tuttuğumuz takımın öteki takımdan daha üstün olduğunu ispat için uğraşıyor, dindar ile laik, milliyetçi ile evrenselci, Doğulu ile Batılı kavgası veriyorduk. Bu kavgayı kazanmak ve haklı hale gelmek için gerekirse karşı tarafa saldırmayı, aşağılamayı göze alıyorduk. Bunu yalnız sokaktaki vatandaş değil, herkes yapıyordu. Devlet büyüklerinden siyasi parti mensuplarına, din adamlarından sanatçılara herkes bu kör dövüşüne girmişti. Üst kültürümüz yerine onlarca alt kültüre tutunuyorduk.
Demokrasi çoklu seçenekler sunan ve hayatın tüm renklerine yaşama hakkı tanıyan evrensel ve çağdaş bir yönetim biçimidir. Ancak demokrasi geleneği henüz çok yeni olan Türkiye, demokrasiyi daha tam olarak sindiremedi. Dolayısıyla güç sahipleri demokrasiyle gelseler de demokrasiyi bırakın daha ileri götürecek düzenlemeleri yapmayı, kendi gücünü korumak için demokrasiyi daha da geriletebiliyor. Adeta tek adamlığa giden, otoriteyi ve dolayısıyla şiddeti artıran bir yönteme sarılabiliyor.
Türkiye, 1970’li yıllarda bir merkez partilere sahipti, bir de aşırı uçlara. Aşırı solcu partiler ve aşırı sağcı partiler vardı. Milli Selamet Partisi (MSP) aşırı sağcı parti olarak ifadelendiriliyordu ve marjinal bir parti olarak %5 gibi bir oyu ancak alabiliyordu.
Fakat zamanla Türkiye siyaseti özellikle Özal döneminden sonra sarsıcı değişimler yaşadı. Merkez partiler birbirini yerken aradan Erbakan’ın MSP’sinin isim değiştirmiş hali olan Refah Partisi koalisyonla da olsa iktidara geldi. Ondan sonra ise Erbakan’ın partisinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını yapmış olan talebesi Recep Tayyip Erdoğan, partisi AKP ile tek başına iktidara geldi.
Bütün bunları neden anlattım, çünkü şöyle ya da böyle iktidarı Cumhuriyet değerlerimize, demokrasi anlayışımıza ve modern yaşam kültürümüze en uzak olan partiye teslim ettik. Dolayısıyla iktidarla zaten aramızda epey uzak bir düşünce farklılığı yatıyor. Bugüne kadar ekonomik hayatın dinamiklerini hedefe koyduk, Türkiye’nin ekonomik olarak büyümesi, gelişmesi ve hak ettiği yeri almasını öncelik saydık. Hükümetin bu konudaki çalışmaları sanırım halkımızdan destek gördü ki, AKP’yi ikinci kez iktidara getirdik.
Ancak iktidar devletin sadece ekonomik yapısını idare etmiyor. Sosyal hayata, kültürel hayata da müdahale etmek isteyince gerilim arttı.
İnsanlar artık eskisi gibi değil. Bilgisayar başındalar. Dünyayla entegre oluyorlar. Hayatlarına bu denli müdahaleyi sevmiyorlar. Kısıtlanmak istemiyorlar. Kaç çocuk yapacakları, içkiyi nerede ve nasıl içecekleri gibi sosyal yaşamlarına ilişkin kısıtlamaları sevmediler. Sonra Cumhuriyete ilişkin, Cumhuriyeti kuranlara ilişkin temel değerlere karşı duruşları da sevmediler. Bu toplum hala Atatürk’e hayran. Dolayısıyla bu konudaki gizli düşmanlıkları da kabul etmiyorlar. Yani daha pek çok şey var yaşanan. Tabii burada üslup sorunu da oldu. Bütün bunlar birikti, birikti ama bastırıldı. Herkes başka bir şeye kızdı, herkes kendiyle ilişkili başka bir konuya tepkiliydi. Bütün bu birikimler Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesi davasında patladı.
Boşuna dememişler, “doğal dengeyle fazla oynama, tabiat senden güçlüdür ve intikamını alır” diye… Nitekim öyle oldu.

Bir anda Galatasaraylısı, Fenerbahçelisi, Beşiktaşlısı, partilisi partisizi büyük bir kitle konuya kayıtsız kalamadı, orada oldu. Bedenen orada olanlardan daha fazla, kalben orada olanları da katarsanız, ulus olarak uzun zamandır hiçbir seferinde bu kadar büyük bir birleşmeyi milli maçlarda dahi sağlamamıştık. Hep apolitik yaşadığından şikayet ettiğimiz çocuklarımız toplumsal duyarlılık gösterdi, tanımadığı insanlarla dayanışmaya girdi, bir toplum, bir ulus olduğumuzu fark ettiler; hem de iktidara uzlaşma ve üslup konusunda ciddi mesajlar verdiler.
Bundan sonrası her şey çok daha iyi olacak. Ya uzlaşmayı ve saygı duymayı öğreneceğiz, ya da bunu bilenlere yerimizi bırakacağız.
Bu yüzden Gezi Parkı Dayanışması çok iyi oldu. Gerçi çoğumuz biber gazı yedik ama kimin umurunda. Acıya dayanıklı milletiz biz. Hayatımız acı, dram. Hem acılı adana, acılı çiğköfteye bayılan bir toplumuz. Biberden korksak, bahçeye biber ekmezdik. Bu topluma gaz sıkarak ürkütmek isteyenlerin kereviz gazı, bakla gazı, brokoli gazı gibi şeyler denemek lazım. Şaka tabii ki!
Daha güzel bir yaşamı hak ettiğimizi düşünüyor ve daha iyi bir yaşam diliyorum.
Saygılarımla.

Nejat Gümüş
4 Haziran 2013, İstanbul

Ankara’nın Bağları, Büklüm Büklüm Yolları…

Ankara’nın Bağları, Büklüm Büklüm Yolları…

Ankara’ya gidiyorum, bir kez daha… Hani derler ya herkesin yolu Ankara’ya mutlaka düşer diye… Kiminin tayin işi vardır, bakanlıklarda; kiminin bürokratik işlemleri; kiminin sınavı… Çünkü Ankara “devlet”tir, devlet şehri, başkenttir. Şu koskoca ömrün içine farklı zamanlarda farklı gerekçelerle öyle çok Ankara seyahati sığdırmışızdır ki, sayısını ben bile unuttum.
İstanbul’dan kalkıp Ankara’ya gelmek, eğer zamanı hızla değerlendirmek için acele de ediyorsanız, çok hızlı bir değişim ve dönüşümü de yaşayacağınız, bir kültürden bir başka kültüre geçişi hissedeceğiniz ilginç bir deneyim oluyor.
Bu kez de öyle oldu… İstanbul’dan çıktım, arabada radyoyu karıştırıyorum müzik dinlemek için. Yüzlerce frekans, yüzlerce radyo. Her biri başka havadan çalıyor. Çoğunluğu pop. Arada alaturkaya denk geliyorum, biraz duraklayarak… “Biz Heybeli’de Her Gece Mehtaba Çıkardık”, “Fındıklı’dır Bizim Yolumuz”, “Üsküdar’a Giderken Aldı Bir Yağmur”, “Beyoğlu’nda Gezersin, Gözlerini Süzersin” gibi buram buram İstanbul kokan şarkılar da var. Radyolar İstanbul kadar, çeşitli kültürleri barındırıyor, İstanbul kadar kozmopolit. Yani, ne ararsan var dediklerinden!..
Saatler geçiyor böyle… Sonra sözleşmiş gibi bütün müzikler aynı havaya dönüyor. Hepsinde bir kıvraklık, bir oynaklık, bir canlılık. Hepsi neşeli. Ve neredeyse bütün frekanslarda aynı ezgi var: “Ankara’nın Bağları, Büklüm Büklüm Yolları”
Havasından mıdır, suyundan mı bilmem, müzikte “Ankara Havaları” diye bir tarz var neredeyse… İnsanları ayağa kaldıran, oynatan, birkaç dakikalık da olsa hayatın sıkıntılarını unutturan, uzaklaştıran eğlenceli nağmeler bunlar. Ankaralı Turgut, Sincanlı Filiz, Oğuz Yılmaz derken şimdi de Ankaralı Coşkun diye biri çıkmış, tüm Türkiye’yi sallıyor. Hangi tür müziği severse sevsin, hiç kimse bu türküye kayıtsız kalamıyor.
Oysa ilginçtir, Ankara devlet ve bürokrasi şehridir. Ağırdır havası o yüzden. İnsanların yüzüne ve yaşam biçimlerine devletin ağırlığı çökmüştür. Her şey kurallı, zamanlıdır. Memur kenti dedikleri Ankara, bu yüzden dışarıdan gelenlere soğuk gelir. Ama ne gariptir ki, insanları ve yaşam biçimlerinin aksine şarkıları, türküleri müthiş bir enerjiye sahiptir. Kimbilir, iş hayatını bu denli disiplinli yaşayan insanları, ancak bu türkülerle motive ediyorlardır belki de…
İşin özeti dostlar, Ankara’ya güle-oynaya girdik!..
Devletle işiniz varsa, bürokrasiye takılırsınız doğal olarak. Bu da demektir ki, Ankara’ya bir günlüğüne gitmişseniz, iki gün daha uzar işleriniz. Biz de buna hazırlıklıyız artık.
Ankara’yı seversiniz ya da sevmezsiniz o ayrı bir şey, ama saygı duyarsınız. Çünkü Ankara, Atamızın şehridir. O en büyük Türk’ü Ankara’ya yatırdık, Ankaralılara emanet ettik aziz naaşını. Bir kentin doğuşu ve büyüyüşü gerçekleşirken, aynı zamanda bu kentte alınan kararlar, oluşturulan projeler ile bir ulus küllerinden yeniden doğuyor, çağdaş bir cumhuriyet Ankara’da inşa ediliyordu. Bu yüzden Ankara’da gezerken, sanki bir yerlerde Atatürk ile karşılaşacakmışsınız gibi bir his alırsınız.
Yine Ankara’ya gelenler için Gençlik Parkı vazgeçilmezdir. Gençlik yıllarımdan beri, ne zaman Ankara’ya gitsem kendimi Gençlik Parkı’na atardım. Gün içerisinde koşturmaktan ve şehrin telaşından yorgun düşen ben, Ankara’nın göbeğindeki bu parkta dinlenmeye çalışırdım. Nerede bir ağaç gölgesi bulsam oraya atardım kendimi, bekçiler de beni oradan atardı. Artık bir nevi köşe kapmaca oynardık.
Üstad Yahya Kemal, gerçek bir İstanbul aşığıymış. Zaten şarkılara da söz olan o meşhur şiirlerinde İstanbul’u çok anlatmış. “Sana dün bir tepeden baktım ey aziz İstanbul”, “Bir tatlı huzur almaya geldim Kalamış’tan”, “Hayal Şehir” ve daha niceleri… Üstad’a bir gün Ankara’dayken sormuşlar, “Ankara’nın en çok nesini seversiniz?” diye… Yahya Kemal cevap vermiş: “İstanbul’a dönüş yolunu…”
Yok, benim için bu kadar değil. Bildiğim, yaşadığım şehir İstanbul ama her yerin ayrı bir güzelliği var ve bu güzellikleri yaşayabilmek, hissedebilmek önemli… Küçük iş gezilerini, stresi ve yorgunluğuna rağmen bir keyfe, bir zevke dönüştürmek gerek. Bu konuda Ankaralılardan öğreneceğimiz çok şey var. Tıpkı Oğuz Yılmaz’ın “Bas Bas Paraları Leyla’ya” şarkısında olduğu gibi….
Bir daha mı geleceğiz dünyaya?
Ankara’dan sevgiler, selamlar.

Nejat Gümüş
22 Mayıs 2013, Ankara

Laf Ola, Beri Gele!..

Laf Ola, Beri Gele!..

Atasözleri, hayatımıza ışık tutan, yol gösteren çok değerli kılavuzlardır. Çünkü onların arkasında bir değil, onlarca hayat, binlerce deneyim vardır. Büyük tecrübelerden, yaşanmışlıklardan süzülüp gelmiş damıtılmış söz sanatının en değerli incileridir. Kimbilir hangi hayatların hangi pişmanlıklarını, “keşke”lerini, “iyi ki”lerini barındırıyorlardır…
Ne zaman kafamız karışsa, atasözleri devreye girer. Biz hatırlamayız da en yakınımızdakiler hatırlatır hemen. O ana, o duyguya eşlik eden, tam o an için söylenmiş olan bir atasözü mutlaka vardır.
Aslında, işin doğrusunu ben size söyleyeyim mi? Yalnızca her duygu için bir atasözü söylenmemiş, her kişi ve her karakter için de bir atasözümüz var. Bu da şunu getiriyor, her bakış açınızı, her yaptığınızı ve yapacağınızı onaylayan bir atasözü illa ki var.
Az bilirsiniz, “cahile söz anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur” derler; çok bilirsiniz, “çok bilen çok yanılır” derler. Acele edersiniz, “acele işe şeytan karışır” derler; yavaş davranırsınız, “erken kalkan yol alır” sözüyle yaptığınız gene eleştirilir.
Hakkınızda ileri-geri konuşulduğunu duyarsınız, kimileri “meyveli ağacı taşlarlar” diyerek size moral verir, kimileri de “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” diyerek, sizi kuşkuda bırakır.
“Bin bilsen de bir bilene sor” diyenlere inat, “Herkes bildiğini okur” diyerek konuyu kestirip atarlar çoğu zaman…
Bahar gelir, yüreğiniz kabarır, konumunuza, sorumluluklarınıza bakmadan bir yasağa gönül koyarsınız. Kendinizi daha az suçlu hissetmek için de “Bir çiçekle yaz gelmez” sözünün arkasına sığınırsınız. Ama bir başka sözle sizi tam alnınızdan vururlar: “Bini de bir, biri de bir”. Küçük masum bir göz kaçamağında yakayı ele verdiğinizde, hemen savunmaya geçersiniz, “Güzele bakmak sevaptır” diye… Oysa savunmanızı çürüten yine başka bir atasözüdür: “Harama uçkur çözülmez.” Tutku gözünüzü kör etmişse, “Ava giden avlanır” diyerek yanlış yolda olduğunuzu ve başınıza bela geleceğini söylerler, sizin cevabınız da nettir: “Atın ölümü arpadan olsun.”
Bir arkadaş grubunuzda biri hakkında konuşuyorsunuzdur. Daha sözünüz bitmemiştir ki bir de dönüp baktığınızda, sözü edilen kişinin size doğru geldiğini görürsünüz. “Biz de tam şimdi senden konuşuyorduk” yerine geçen bir atasözü aklınıza gelir: “İyi insan lafın üstüne gelir.” Eğer ki hakkında konuştuğunuz kişi çok da sevdiğiniz biri değilse bu söz yerine “İti an, çomağı hazırla” atasözünü tercih edersiniz.
“Söz gümüşse, sükut altındır” sözü susmanın konuşmaktan daha değerli olduğunu ifade eder ve sizi susmaya yönlendirir. Oysa “Sükut ikrardan gelir” sözü, susarak durumu kabullenmiş olduğunuzu anlatır ve susmamanız gerektiğini tavsiye eder. Tıpkı “susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganındaki gibi…
Birileri çıkar, “İçki kötülüklerin anasıdır” der. Öteki de çıkar, “Ana gibi yar olmaz” der…
Kız ve erkek birbirini çok sever. Evlenmeye karar verirler. Oysa bunun için hiçbir şeyleri yoktur. Ne para, ne birikim, ne başlarını sokacakları bir ev… Ama hayatın tüm zorluklarına göğüs gerebilecekleri öyle büyük bir sevgileri, öyle büyük bir moral güçleri ve öyle güzel bir atasözleri vardır ki!.. “İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur” derler. İşte tam bu sırada aile büyükleri, çevre başka bir atasözüyle onları tam kalplerinden vurur: “İki çıplak bir hamama yakışır.” Onlar israrla bu durumun geçici olduğuna inanırlar, “Gün ola harman ola” diyerek hayatın nice sürprizleri olduğuna dem vururlar. Ötekiler yine sustururlar; “Çarşambanın gelişi Perşembeden bellidir.”
Hayat bu, her anı bir olur mu? İnişleri de vardır, çıkışları da. Her şey biz insanlar için. Dara düşersiniz, zorda kalırsınız, böyle durumlarda yanınızda kim vardır, kim size moral verecek, destek olacak, yardım edecektir… “Dost kara günde belli olur” der, beklersiniz. Ama bazen de ne yazık ki, insanlardan umudunuzu yitirir, “Düşenin dostu olmazmış” diyerek teslim olursunuz vefasızlığa… Herkes başka bir şey söyler, kimi “Eski dost düşman olmaz”, kimi “Güvenme dostuna, saman doldurur postuna” der.
Sonra bu acı deneyimler kimilerini katılaştırır, dost elini kimseye uzatmazlar. “Merhametten maraz doğar” derler. Oysa iyiliğe ve iyi insan olmaya yönlendiren öğretiler hep şunu söyler: “İyilik yap denize at. Balık bilmese Halık bilir.”
Yanlış bir işte, yanlış bir ilişkide, yanlış bir insanda ısrar etmenin çok şey kaybettireceğini söyler “Zararın neresinden dönersen kardır” sözü. Ama sizi kararsızlığa götürecek, cesaretinizi kıracak başka bir söz daha devreye girer: “Gelen gideni aratır.”
Eğricisinizdir, “Eğri otur, doğru konuş”diyenler, doğrucu olduğunuzda da “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” diyenlerdir. Bir yandan “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” derler, diğer yandan da “Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma” derler…
“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” diyerek sizi güzel güzel konuşmaya yönlendirenler, başka bir durumda da “Lafla peynir gemisi yürümez” diyerek sözünüzün etkisini kırmaya çalışırlar.
Paranın her şeyi değiştireceğini savunanlar “Ye kürküm, ye” sözünü severler; paranın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini savunanlar ise “Altın semer vursan da eşek, yine eşektir” sözünü severler.

Para kazanmaya başlarsınız, geleceğinizi de düşünmek zorunda olduğunuzu hatırlatır hayat size. Henüz az kazanıyorsunuzdur, ama yine de küçük küçük tasarruflar yapmanız gerektiği söylenir. “Damlaya damlaya göl olur” diyerek size o küçük tasarrufların nasıl büyük birikimler yapacağını bir güzel hayal ettirirler. Tam bu sırada biri çıkar der ki: “Taşıma suyla değirmen dönmez.” Buyrun!.. Kalır mı artık sizde tasarruf hevesi?
İş tasarruflardan, kazandığınız paradan açılmışken… Az kazanırsınız, “Azıcık aşım, ağrısız başım” diyerek kendinize moral verirsiniz; çok kazanırsınız “Fazla mal göz çıkarmaz” diyerek mal-mülk sahibi olma tutkunuzu haklı gösterirsiniz. Bir yangın, bir hırsızlık, bir kaza durumunda malınız-mülkünüz zarara uğramıştır, sizi teselli ederler: “Cana geleceğine mala gelsin” diye… Oysa “Mal, canın yongasıdır” diyenler de aynı kişilerdir…
“Paramı nasıl değerlendirmeliyim?” diye soracak olsanız, insanların çoğu, “Sakla samanı, gelir zamanı” diyecektir size…
Bana soracak olsanız, ben de derim ki: “Bas bas paraları Leyla’ya, bir daha mı geleceğiz dünyaya”…
Şaka bir yana sevgili dostlar, çok da fazla hayatı esirgememek lazım. Doya doya yaşamak lazım. İçinizden geldiği gibi…
“Son gülen iyi güler” sözüne çok fazla bel bağlamayın. Zira, “sona kalan, dona kalır.”

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
21 Mayıs 2013, İstanbul

Anneler Günü, Annesizler Günü!..

Anneler Günü, Annesizler Günü!..

Her şeyi anlatabildiğinizde bir şeyleri anlatmak daha zor gelir. Çünkü bazı şeyler sizin için ötekilerle eşit uzaklıkta değildir.
Bilmediğiniz bir şeyi anlatmaktan daha zoru vardır: çok sevdiğinizi anlatmak! Çünkü kelimelerin en süslülerini, en ironiklerini, en esneklerini, en koyu olanlarını da bulsanız anlatmak istediklerin karşısında kifayetsiz kalırlar.
Hele bir tanesi var ki, isterseniz dokuz dil bilin, edebiyat fakültelerini birincilikle bitirin, bütün söz sanatlarının tozunu attırın, bırakın diğer dilleri, sular seller gibi konuştuğunuz, yazdığınız ana diliniz bile anlatmaya yetmez “ana”yı…
Anlatabildikleriniz ve anlatabileceklerinizin toplamı en fazla sizi anlatır, sizdeki anne sevgisinin… Oysa anne, daha fazlasıdır. Anne, dünyadaki hiçbir varlıkla ve hiçbir duyguyla kıyaslanmayacak, yerine bir başka şey konmayacak yegane varlıktır.
Anne, ne değildir ki!.. Sizi ilk sarandır hayatta ve ömür boyunca bırakmayacak olandır. Cennet kokandır anne, kokusunu ilk aldığınız, üç günlük bebekken ötekilerden ayırt ettiğinizdir. Sizi besleyendir anne, dünyanın en sağlıklı gıdasıyla sizi doyuran, en ilahi besinini yalnız size aktarandır. Sizi dünyaya hazırlayan, tanıdığınız ilk kişidir. Temizleyen, bakan, büyütendir. Uyutup da büyüten… Sizin için beste yapan, ninni söyleyen, size müziği ilk dinletendir. Dünyanın en güzel, en içli, en saf sesidir anne. Bebekken ağladığınızı, daha ağlamadan duyandır. Gece bilmem kaç kere kalkıp üstünüzü örtendir anne, uykuya haram gecelerinde… Gönüllü nöbetçidir, siz uyudukça uykusunu alan…
Çocukluğumuzda yanımızda olandır anne. Düştüğümüzde “anneciğim!” ya da “anam oy!” diye tepki verdiğimizdir.
“Bu yaptığımı babama söyleme” dediğimiz sırdaşımız hatta suç ortağımız, “babama söyle, para versin” dediğimiz aracımızdır anne. Diplomattır, sorunları çözer. Babanın evlada şiddetini göğüsleyendir, göğsünü siper edendir. Durumu kurtarmak için yalan söyleyendir, çocuğu için…
“Bir börek yapar, parmaklarını yersin!” dediğiniz dünyanın en iyi aşçısıdır anne. Çünkü yemeklerine hep sevgisinden bir parça katmıştır. Almadan verendir anne!.. Bire bin veren, büyüyen, çoğalan, kök salan… Toprak gibi, hatta topraktan çok. Öyle olmalı ki, “toprak ana” diyoruz ötekine…
Yokluğa göğüs geren, yoktan var eden evin bereketidir. Aldatılmaya, ihanete, kötü söze, dayağa, kumara, alkole hatta üstüne kuma getirilmesine, bütün duygularını yitirmiş olsa bile, çocuklarını bırakıp gidemediği için katlanandır anne!..
Standarttır anne. İdeal bir kadının nasıl olması gerektiği konusunda size fikir veren, kıyaslama yapabileceğiniz hedeftir.
Şefkattir anne! Ağacı, çiçeği, kuşu, böceği¸kediyi köpeği o yüzden seversiniz. “Yazık” sözcüğünü ilk ondan duymuşsunuzdur, kimseyi incitmemeniz gerektiğini de…
Kısacası hayattır anne, hayatın kendisidir. Dünyanızdır. Kayıtsız şartsız şımarabileceğiniz, çekinmeden yanında ağlayabileceğiniz tek insandır.
Ve sevgisinden emin olduğunuz!..
………………………………………………………..
Çocukluğumun en onurlu günleri olurdu Anneler Günü!.. Çünkü o gün, yılda bir kere anneme, o karşılıksız ve yüce sevgisine, hayatını feda edişine ufak da olsa bir teşekkür fırsatı çıkıyordu. Harçlıklarımdan biriktirdiğim ve çoğunlukla üzerini babamın tamamladığı para ile anneme hediye alırdım. Hediye vermenin hediye almaktan daha güzel bir şey olduğunu da ilk kez o zaman fark etmiştim. O küçücük ellerimle ve küçük küçük harçlıklarımla aldığım küçük hediye nasıl büyük bir mutluluk verirdi bana. İlerde büyüdüğümde, büyük adam olduğumda anneme en büyük hediyeler, yüreğim kadar hediyeler alacağımı hayal ederdim.
Ama hayat tam da böyle değilmiş… Bir şeyler verirken bir şeyler de alıyormuş. Üstelik aldığı şeyleri ne kadar sevdiğine bakmadan, ne zaman alacağına senin karar vermediğin, asla hazır olmadığın zamanlarda alıyormuş.
Erken kaybettim annemi. Doyamadan. Hani o “Hastane Önünde İncir Ağacı”ndaki gibi, bir hastanede. Görüş günü olmadığı için son anlarında yanında olamadan, elini tutamadan…
Şimdi yine bir Anneler Günü heyecanı yaşanıyor. Kızıma bakıyorum da, hem “ne mutlu ki annesi var” diyorum, hem de biraz kıskanıyorum.
Şunu biliyor, şuna inanıyorum ki, annenizi kaybettiğiniz an çocukluğunuz bitiyor. Oysa ki hangi yaşta olursanız olun, dünyanın en güzel ve en ayrıcalıklı şeyi çocukluktur.
Eğer bugün Anneler Günü’nü kutlayacağınız bir anneniz varsa, yaşıyorsa sizden şanslı, sizden mutlu kimse yok demektir.
İşsizliğinizi, soğuk algınlığınızı, ödenmeyen faturalarınızı, tavandan su akıtan banyonuzu, takımınızın şampiyon olamayışını, sizi terk eden sevgilinizi, çocuğunuzun istediği yere girmesine yetmeyen puanını unutturacak kadar büyük bir gücünüz var demektir.
Annenizin kıymetini bilin ve geç kalmadan ona sevdiğinizi söyleyin.
Annenizin ve tüm annelerin Anneler Günü kutlu olsun.

Saygılarımla.
Nejat Gümüş
7 Mayıs 2013, İstanbul

HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI

HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI

“Hastane önünde incir ağacı, annem ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı, annem ilacı
Baştabip geliyor zehirden acı, annem acı
Garip kaldım yüreğime dert oldu, annem dert oldu
Ellerin vatanı bana yurt oldu, annem yurt oldu.”

Yanık bir Yozgat türküsüdür bu… Garipliği, yalnızlığı, çaresizliği öyle derin, öyle etkili anlatır ki…
Türkünün hikayesine göre, genç bir erkek askerde verem olur ve tedavi için İstanbul’a getirilir. Yavuklusunu özler ama veremli diye kızın ailesi görüşmelerine izin vermez. Hastanede yatan genç, pencereden gördüğü incir ağacından ilham alarak bu türküyü söyler. Hikayenin sonu kötüdür, genç delikanlı amansız hastalıktan kurtulamaz. Ailesi cenazesini memleketine götüremez, İstanbul’a gömülür…
Çok eski bir türküdür ama hep günceldir aslında. Çünkü hemen herkes kendinden bir şeyler bulur bu türküde. Çünkü hemen herkesin hastaneyle ilgili anısı vardır, acısı vardır. Kendisi ya da yakınları için…
Bundan 22 yıl önceydi… Annem hastalanmış, Zonguldak SSK Hastanesi’ne yatırmıştık. O zaman ne bizim şartlarımız, ne ülkemizin şartları, ne de ülkemizdeki hastanelerin şartları şimdiki gibi değildi. Belki teknoloji yoktu, modern cihazlar yoktu, yeni ilaçlar, yeni tedavi biçimleri, tıpta yeni çareler yoktu ama asıl yok olan “insanlık”tı… İnsana saygı yoktu, acını, hastanı, çaresiz ve kimsesizliğini sahiplenecek “ilgi” yoktu.
Var olan şeyler de az değildi tabii… “Emir” vardı, “kural” vardı, “yassah hemşerim” vardı…
Oysa ne çok birine ihtiyacınız vardır böyle zamanlarda… Yüzü gülen bir doktora, ilgilenen bir hemşireye, “geç kardeşim” diyecek kapıdaki görevliye, hastanıza hoyrat davranmayan hastabakıcıya… Çünkü o çok sevdiğiniz hastanız avucunuzdan kayıp gitmektedir ve işiniz Allah ile tıbbın imkanlarına kalmıştır. Onu iyileştirecek, size bağışlayacaktır. Bir umut, bir ışık, bir mucize, bir şifa, bir insanlık ararsınız… Çünkü o zamanlarda çok alıngan, çok kırılgan, çok yıkık, çok üzgün, çok perişansınızdır. Umuda ihtiyacınız vardır her şeyden önemlisi…
O zamanlar hasta ziyaret günleri vardı, haftada sadece iki gün, Salı ve Perşembe… Bu günler haricinde adeta hastalanmanız tavsiye edilmiyordu … Hastanız inlese, sizi görmek istese, siz onu görmek isteseniz, meraktan çıldırsanız göremezdiniz. Orada yatan hayattaki en değerli varlığınız anneniz olsa; anneniz ameliyata giriyor, hatta ölüyor olsa göremezdiniz!
Göremedim ben de… Annem hastanede öldü ve ben göremedim. Yanında olamadım. Son bakışını, son sözlerini, elimi tutuşunu göremedim.
Bir insanın hayattaki en değerli varlığı olan anasına doya doya veda edememek ne demektir bilir misiniz? Hele de benim gibi ailenin tek çocuğuysanız, tek umuduysanız, ne demektir bilir misiniz?..
Ve farkına varmadan, düşünmeden, umursamadan sizi ömür boyu bir vicdan azabı, dinmeyen bir sızıyla baş başa bırakmışlardır. Ne kadar evlatlık yaptığınızı sorgularsınız. Annenize yapamadıklarınız, küçük şikayetleriniz, arada terslenmeleriniz gelir aklınıza, boğazınızdaki düğüm, pişmanlıklarınız büyür, nefes alamaz olursunuz. Yanında olmadığınız zamanların “ah”ı, “keşke”leri birbirine karışır. Ne kendinizle barışırsınız, ne devletinizle ve hastanelerinizle. Ömür boyu sürecek olan bir mesafe, bir soğukluk girmiştir aranıza…
Bugün özel hastaneler sayesinde başka türlü ve hak ettiğimiz bir muameleye, bir hizmet kalitesine kavuştuk şükür ki… Tamam para kazanmak için kurulmuş işletmeler, ama rekabette öne geçmek isterken, çağdaş dünyanın “insana hizmet” önceliğiyle işlerini yapıyorlar. Onların bu tavrı dalga dalga yayılarak tüm hastaneleri daha iyi bir seviyeye getiriyor. Bütün bunları yaşamak çok güzel.
Evet, hiçbiri annemi geri getirmeyecek ve bendeki derin yarayı iyileştirmeyecek. Ama en azından benim yaşadıklarımı benim çocuklarım yaşamayacak.
Umut ediyorum ki artık “Hastane Önünde İncir Ağacı” gibi, “Cerrahpaşa’da Bıraktım Canımın Yarısını” gibi insanın içine bıçak gibi işleyen türküler yakılmayacak; kimse sahipsiz olduğunu hissetmeyecek.
Annenizin elini tutabileceksiniz!..

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
30 Nisan 2013, İstanbul

ÇOCUĞUNA “BÜYÜK” OLMAYI ÖĞRET!..

ÇOCUĞUNA “BÜYÜK” OLMAYI ÖĞRET!..

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı milletçe bir kez daha coşkuyla kutladık.
Biz bu bayrama kısaca Çocuk Bayramı diyoruz, Atamızın çocuklara armağanı olan ve tüm dünyada çocuklara adanmış tek bayram olması 23 Nisan’ı özel yapıyor. Oysa bu günün tarihsel önemi, Kurtuluş Savaşı’nı başlatan ve bir ulusun yeniden küllerinden doğmasına vesile olan Büyük Millet Meclisinin toplanmasıdır. İmparatorluktan Cumhuriyete, ümmetten devlete giden yol böyle başlamıştı.
23 Nisan Bayramı geleneğidir, devlet büyükleri çocuklara bir günlüğüne makamlarını devrederler. İlginç bir gelenektir aslında. Belki de amaç, çocuklara gelecekte nerede olabileceklerini hayal ettirmektir…
Çocuklarımızı çok seviyoruz. Hayata çocuğumuz olarak dahil ettiğimiz bu minicik yavrular, büyüdükçe bir birey halini alıyor. Çocukken kimseye emanet etmediğimiz varlıklarımızı, yetişkin olduklarında kendi rızamızla başkalarına, başka bir hayata teslim ediyoruz. Çünkü hayat böyle bir şey. Değişim ve dönüşüm yasaları sorgusuz sualsiz işliyor.
Ama biliyoruz ki, nerede, kimlerle, hangi mevkide ve kaç yaşlarında olurlarsa olsunlar onlar bizim çocuğumuz ve hep küçük çocuğumuz olarak kalacaklar. Çünkü onu “bizim” olarak görüyoruz ve bu yüzden bu kadar karışıyor, kendi haline bırakmıyor, hatta hesap soruyoruz. Belki de büyümelerini engellemeye çalışıyoruz farkına varmadan.
Oysa sosyal bir varlık olan insan, yalnız birine ait olmuyor. Çocuğumuzu yalnızca iyi bir çocuk, hayırlı bir evlat olarak yetiştirmek yeterli midir? İyi bir öğrenci, iyi bir eş, iyi bir arkadaş, iyi bir çalışan, iyi bir asker, kısaca iyi bir insan olarak yetiştirmenin de sorumluluğunu üstlenmeliyiz.
Ama biz de insanız sonuçta, etten kemikten… Biz de iyi bir baba, iyi bir eş, iyi bir eleman, iyi bir yurttaş, iyi bir insan olma noktalarında eksik, hatalı hatta zayıf yetişmiş, yetiştirilmiş olabiliriz. İnsan büyüklerinden öğrendiklerini, doğru bildiklerini ve yaşadıklarını aktarıyor çocuklarına. Hayat bu denli hızlı akarken, teknoloji ve bilgi, yaşam kültürünü hızla değiştirirken değerler de hızla değişiyor. Kuşak çatışmaları dediğimiz şey de tam burada başlıyor. Bizim değerlerimiz çocuklarımızın değerleriyle, alışkanlıklarımız alışkanlıklarıyla, zevklerimiz zevkleriyle uyuşmuyor. Onlarda gördüğümüz ve adını koyamadığımız farklılıklar bizi ürkütüyor ve bu da bizi onlara karşı daha müdahaleci, daha baskıcı yapabiliyor. Aslında biz korkuyoruz değişimden, farklı olandan. Tıpkı insanın bilmediği yollardan, bilmediği adreslerden, bilmediği insanlardan korkması gibi.
Peki her şey bu denli hızla değişirken biz çocuklarımıza bir şeyler öğretemeyecek miyiz? Kaldı ki onların gözünde belli bir yaşa kadar “kahraman” iken ne vereceğiz. Varlığımız onlara güven verirken, bu güvenin boşa olmadığını neyle göstereceğiz? Kayıtsız mı kalacağız, “hayat senin hayatın, her şeyi deneme/yanılma yoluyla kendin öğren” diyecek kadar hem çaresiz, hem umursamaz olacak mıyız?
Elbette ki hayır! Bilim adamları da kendi doğrularını aktarmıyor mu bizlere, kitaplarıyla?.. Sadece biçimi bırakıp öze inebilmeli, hem onları en çok sevenler olarak, hem de onların birey olabilmelerine saygı duyarak temel değerleri vermeye çalışmalıyız.
Bu konuda bakın temel değerler neleri öneriyor:
“Yapabiliyorsan gözyaşlarını tutmamasını öğret çocuğuna, acı çekmeden olgunlaşamayacağını…
Kıskanmamayı öğret ona, arkadaşının başarısından mutlu olmayı, birlikte sevinçleri paylaşmayı, içinden ‘neden ben değil de o?’ demeden…
Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona, çünkü hayat bir adım sonrasında, görünüşte galip olanları gösterecek ona nasılsa…
Her şeyin bir sonu olduğunu öğret. Sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif vermeyebileceğini… Kazanılan ve harcananın bir sonu olduğunu, gidilen yerlerin zamanla bıkkınlık verebileceğini, her şeyi tüketebileceğini, tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu öğret…
Kitaplardan keyif almasını, ders çalışmak istemiyorsa zorlanmamasını, ama okumayı sevmesini öğret ona. Ona kendisi ile kalacağı sakin zamanlar ver, sıkılmayı öğret ona, sıkılıp ta kendini yönlendirmeyi bulmasını…
Doğaya götür onu, hayvanlardan korkmaması gerektiğini öğret. Arıların bizi sokmasından çok, nasıl bal yaptığını anlat. Doğanın kendi içindeki gizemini bulmasına yardımcı ol, yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almasını sağla. Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğret, belki büyüdüğünde bir gece ateş yakar…
Şartlar çok zor olsa da yalan söylememesi gerektiğini öğret ona. Kazandığı elli milyonun piyangodan çıkan beş yüz milyardan çok daha keyifli olduğunu öğret. Alın terine saygıyı öğret ona.
Kendi doğruları üzerinden kimsenin onu yargılamasına izin vermemesi gerektiğini öğret, başkalarını da kendi doğruları üzerinden yargılamamayı… Başkalarını dinlemesi gerektiğini, ama söylenenleri kendi eleğinden geçirmesi gerektiğini öğret. Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlat.
Hayatı sorgulamayı öğret ona… Bilginin en büyük güç olduğunu öğret. Bilgisini en büyük fiyata satmasını, ama kalbini ve ruhunu kendisine saklaması gerektiğini öğret. Haklıyken dik durmasını, günün birinde yaptıkları değil yapmadıkları için pişmanlık duyabileceğini öğret.
Basit yaşaması gerektiğini öğret ona, çay içmekten keyif almayı… ‘İstemiyorum’, ‘hayır’ demeyi öğret ona, istediğinde ise ‘istiyorum’ demeyi, lafı dolandırmadan… Sevdiğinde ise ‘seni seviyorum’ diyebilmeyi öğret ona. Sorgusuz sevmeyi… Aşk acısı çekmenin hiç aşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğret.
Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapması gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşmasını öğret ona.
Müziği sevmesini, sporla barışık yaşamasını, işlerin hiçbir zaman bitmediğini söyle ona, en yoğun zamanda bile kendine vakit ayırması gerektiğini öğret…
Ama en çok da kendini sevmesini öğret… Kendini sevmezse kimsenin onu sevmeyeceğini…”
Sadece ve sadece “insan” olmayı öğret ona.
Büyük olmak budur!..
Saygılarımla.

Nejat Gümüş
24 Nisan 2013, İstanbul

YALNIZLIK ALLAH’A MAHSUSTUR…

YALNIZLIK ALLAH’A MAHSUSTUR…

“Çağımızın en büyük hastalığı obezite” diyor bilim adamları. Ben ise bir adım daha öteye geçiyorum ve diyorum ki: “Çağımızın en büyük hastalığı yalnızlıktır.”
Yalnızlık bir anlamda özgürlük gibi de algılanıyor. Canının istemediği insanlara katlanmamak, canın çektiği gibi ve kendi dünyanda olmak.
Tamam, hepimizin zaman zaman yalnız kalmak istediği, yalnızlığa ihtiyaç duyduğu anlar vardır. Kendi iç dünyamıza çekilmek, olanı/biteni tartmak, hayatı, ilişkiyi, yaptıklarımızı ve yapamadıklarımızı sorgulamak içsel yolculuğumuz için iyi gelir. Bizi derinleştirir. Geçmişle hesaplaşmamızı tamamlar, geleceğe daha güçlü yol alırız.
Ama yalnızlık denen şey de dipsiz bir kuyudur. Siz ondan keyif almaya başladığınız zaman, onu değiştirmek için hiçbir şey yapmamaya başlarsınız. Ve gün gelir yalnızlık bir yaşam biçimi haline gelir. Daha da kötüsü yalnızlık sizin kaderiniz olur.
Yalnızlığı en derin, en güzel anlatan değerli ozan Özdemir Asaf der ki:
“Yalnızlık,
Müziğin bile seni dinlemesidir.
Yalnızlık,
İnsanin kendine mektup yazması
Ve dönüp-dönüp onu okumasıdır.”
Sosyolojik anlamda ataerkil aile düzeni değişip çekirdek aileye geçtiğinde insanın etrafındaki insanların sayısı önce ailede azaldı. Eski ve yoksun aile hayatlarında tek göz evde sekiz kişi yaşarken, şimdi dört odalı evde iki çocuk var ve her birinin kendine ait bir odası var. Ev hayatları da kendi odalarında ve kendi dünyalarında geçiyor. Yemekten yemeğe aile bir araya gelebiliyorsa, “buna da şükür” diyorlar.
Değişen teknoloji hızla yaşam biçimini ve alışkanlıkları da değiştiriyor. Bizim çocukluğumuzda oyunlar sokakta oynanırdı ve bir oyun oynayabilmek için olabildiğince arkadaşa ihtiyaç duyardık. Maç yapabilmek için iki takımı ve 22 kişiyi tamamlamaya çalışırdık. Yakan top, saklambaç, körebe, dalya ve daha ismini unuttuğum pek çok oyunumuz vardı ve bu oyunları oynamak için ya sokağımız, ya mahallemizde boş bir arsamız vardı. Oyun yerimiz belli olduğu için mahallenin bütün çocukları da orada toplaşırdık. Yani demem o ki, bizim çocukluğumuz çok sosyaldi. Sayısız arkadaşımız vardı. Yaşadığımız kendi hayatlarımız, yarattığımız kendi oyunlarımız ve mutluluğumuzu paylaştığımız arkadaşlarımız vardı. Oyunla başlayan arkadaşlığımız orada kalmazdı; acıktığımızda ekmeğimizi/simidimizi paylaşırdık.
Teknoloji önce evlerimize televizyonu getirdi. Televizyon bağımlısı olduk hepimiz. Günde ortalama 6 – 8 saat televizyon karşısındayız toplum olarak. Kendi hayatlarımız kalmadı, başkalarının hayatlarını takip ediyoruz nefesimizi tutarak. Hürrem gene neler yapacak, Fatmagül’e ne olacak, Cemile’nin çektikleri sona erecek mi, gençler kavuşacak mı, yatıp kalkıp bunları merak ediyoruz.
Ya bizim hayatlarımız? Kendi aşkını yaşamadan dizideki aşkların peşine düşen, kendi ailesindeki sorunları çözmeden televizyondaki aile sorunlarına üzülen, apartman komşusunu tanımayan ama Demet Akalın’ın evlendiği/evlenemediği tüm erkeklerin adını ezbere bilenlere “yalnız” denmez mi?
Şimdi televizyonu mumla aratan başka bir şey var: bilgisayar. Ya da internet. Hatta cep telefonu.
Televizyon hiç değilse, evlerin salonunda kurulu olur, tüm aile oturur beraber televizyon izlerdik. Ama şimdi ya herkesin önünde, odasında bir bilgisayar, ya da ellerinde bir telefon, bakışlar ona kilitlenmiş durumda.
Evlere girmenize gerek yok, inanmıyorsanız çıkın dışarıya, otobüslerde, hatta sokakta yürüyen gençleri bir izleyin. Hepsinin dünyası o küçük ekranda. Sanırsınız ki az sonra hayatı boyunca beklediği çok önemli bir haber gelecek, dünyası değişecek. Orada konuşuyor, orada yazıyor, orada okuyor, orada izliyor, orada dinliyor, orada arkadaşlık kuruyor.
Ve bu garip dünya hızla yayılıyor. Önce gençlerimizi, sonra çocuklarımızı, sonra da bizi, yakın dünyamızı etkisi altına alıyor. Yalnızlığa mahkum ediyorlar kendilerini. Paylaşmayı unutarak, bir insan sıcaklığı almadan, birine dokunmadan, birinin gözlerinin içine bakmadan, bir arkadaş grubuyla oynamadan, eğlenmeden geçiyor ömürleri.
Çağın hastalığı obezite deniyor ya… Ve sonra bu biriken kiloları yok etmek için yine internetten bir sürü zayıflama ilaçları, spor aletleri satıyorlar ya… Gazete bayiine gitmeden internetten gazete okursanız, mağaza mağaza dolaşmadan internetten alışveriş yaparsanız, filmleri evde izlerseniz, hatta yemek siparişi verirseniz, bütün bunlar yetmedi, manitanızla buluşmak için yağmur yemeden, randevuya geciktim diye nefes nefese koşmadan cepten görüntülü yazışırsanız, saatlerce konuşursanız; kısacası oturarak yaşarsanız obezite olmayıp da ne olacaktınız ki?
Zaman akıyor dostlarımız, siz duruyorsunuz!
Bırakın kim ne yapmış, Fatmagül’ün suçu var mıymış yok muymuş, bırakın Bihter’in Behlül ile yaşadığı yasak aşkın nasıl sonuçlanacağını. Bırakın, Hürrem’in meşrulaştırdığınız entrikalarını. Survivor’u kaçırmıyorsunuz madem, çıkın siz yapın outdoor sporlarını.
Diyeceğim o ki, hayatınızı başkalarının yönetmesine, yönlendirmesine ve sizi yaşamaktan vazgeçirmesine izin vermeyin. Yaşayın doya doya.
Sonra yaşlandığınızda, keşke diyecek çok zamanının olacak. Yapmak istediğiniz çok şey olabilir, ama bunları yapabilmek için gücünüz kalmayabilir.
Yaşama gücünüz kalmadığı zaman başkalarının ne yaptıklarının peşine düşün. Bugün, gücünüz kuvvetiniz yerindeyken, yaşama sevincinizi kaybetmemişken henüz ve yalnızlığın dibine vurmadan, yaşamaya bakın. Unutmayın, yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur.
Birlikte yaşamanın ve paylaşmanın keyfini hiçbir şey veremez.

Saygılarımla.
Nejat Gümüş
15.04.2013, İstanbul

YARIM ELMA, GÖNÜL ALMA!..

YARIM ELMA, GÖNÜL ALMA!..

Bugünlerde herkes Kiltaş’ın elma figürlü masa üstü promosyonunu konuşuyor. “Yarım Elma, Gönül Alma” niyetiyle dostlarımıza hediye ettiğimiz bu küçük promosyon farklı tasarımıyla dikkat çekti. “Böyle bir proje nerden aklına geldi?” diye soran dostlar da var…
Newton gibi, yorulmuş, bir ağacın gölgesinde uyuyakalmıştım ve ağaçtan başıma düşen kocaman, kıpkırmızı bir elma aklımı başıma getirdi demek isterdim ama öyle değil… Ancak itiraf etmeliyim ki, elma cidden insanın yaratıcılık güdülerini tetikliyor, ilham veriyor.
Belki de bu yüzden, reklam dünyası her yıl en yaratıcı reklamları seçmek ve ödüllendirmek için düzenlediği yarışmaya “Kristal Elma” adını verdi.
Gülgiller familyasından olan elma, dünyanın en çok tüketilen meyvesi olarak dikkat çekiyor. 25 türü ve tam 6 bin çeşidi var. Anayurdu önce Kuzey Anadolu, sonra Asya. Türkiye’de de iklimi uygun her yerde üretiliyor; üstelik kişi başına 20 kg ile dünyanın en çok elma tüketen ülkelerinden biriyiz. Türkçedeki asıl adı “Alma”, kırmızıdan geliyor…
Hiç düşündünüz mü, kutsal metinlerde, mitolojik eserlerde, masallarda elma neyi simgeliyor? Elma ile ne anlatılmak isteniyor? Neden hep elma kullanılmış? Elmanın tercih edilmesinden, elde edilmesinden sonra nasıl bir değişim başlıyor?..
Yaratılış efsanelerinde, insanın cennetten kovulmasının nedeni, yasak ağaçtan yedikleri yasak meyve, yani elmadır.
Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalında, Cadı Kraliçenin ödül olarak sunduğu kırmızı elma, onun hayatını değiştirecek olaylara sebep olmasını sağlar.
Ve masalların sonunda gökten düşen üç elma vardır.
Okullarda öğretilen “çalışan kazanır, elması kızarır”da elma, okumayı sökmek, yazmayı öğrenmektir.
“Elma dersem çık, armut dersem çıkma” sözünde elma, şimdi burada ol ve mücadele et anlamını taşıyor.
İnsan anatomisinde de karşımıza Adem Elması çıkıyor. Adem Elması gırtlak çıkıntısıdır. Genelde erkeklerde görülür. Erkeklerde ergenlik döneminde oluşmaya başlar. Yutma sırasında yukarı çıkar, daha sonra aşağı iner. Sanki Hz. Adem’in o elmayı gerçekten yediğinin bir kanıtı olarak var olmuştur.
Yerçekimi Yasası Isaac Newton’a ait. Bu yasa hep elma ile hatırlanır. Isaac Newton, tüm zihni ve düşünceleriyle bu yasaya konsantre olduğu bir anda kafasına düşen bir elma ile yerçekimi teorisinin canlanması aynı zamana denk gelir.
Her yaşa, her topluma ve her coğrafi konumda bilinen elma meyvesinin kullanılma amacı budur. Simge olarak elmanın kullanılması, insan düşünce yapısında daha kolay şekillenebilmesi ve daha kolay anlaşılabilmesi içindir. Kısacası elma ödüldür, tercih etmek ise insan iradesine ve seçme özgürlüğüne kalmıştır. Her seçimin sonrasında bir değişim meydana gelmesi ve insanın sonuçlarını yaşıyor olması anlatılmıştır.
Yunan mitolojisine göre, tarihte yapılan ilk güzellik yarışmasının ödülü de altın bir elma imiş. Zeus’un karısı Hera, kızları Athena ve Aphrodite arasında gerçekleşen bu yarışmada, en güzel olanı belirlemesi için zavallı bir çoban olan Paris’in yanına gitmişler. Paris, Athena ve Hera’nın gösterişli kıyafetlerinden değil, Aphrodite’in büyülü güzelliğinden etkilenmiş ve altın elmayı ona vermiş.
Tabii bir de “bir elmanın yarısı” sözü var. Birbirinden ayrılamayan, eşit güce sahip iki insan, iki sevgili için söylenir…
Elma, sözün ve kararın ifadesi olduğu gibi yine tohumlarının büyüdüğü her toprakta sevgiyi, güzelliği, şansı, bolluk ve bereketi, bilgeliği, cazibeyi sembolize etti.
Elma tam bir A ve C vitamin deposu… Sağlığa en faydalı besinler arasında kabul edilen elma Alzheimer ve Parkinson gibi zihinsel bozukluklara, nefes yolları hastalıklarına ve diş çürümelerine iyi geliyor. Araştırmalar elmanın prostat ve akciğer kanseri riskini azalttığını gösteriyor. Bundan başka zengin lif içeriği kalın bağırsak faaliyetlerine yardımcı oluyor. Kalp hastalıklarında, kolesterolün kontrolünde çok etkili.
100 gramında 59 kalori bulunan elma bu yönüyle gerçek bir diyet ürünü sayılıyor. Elmanın içinde yağ yok. Spor yapanlar için vazgeçilmez bir yiyecek. Spordan önce tüketilince enerji veriyor, spor esnasında tüketilince mineral eksikliğini gideriyor, spordan sonra tüketildiğinde ise toksinlerin atılmasını kolaylaştırıyor.
İçerisindeki zengin potasyum ve az sodyumdan dolayı elma vücudu dinlendiriyor. Böbreklerin temizlenmesini sağlıyor, kan şekerini kontrol altında tutuyor, baş ağrısına, romatizmaya, gribe, uykusuzluğa iyi geliyor, yüksek tansiyonu düşür.
Elma biçiminde tatlı bir promosyon verelim dedik, söz nereden nereye geldi.
Sözün özü, gökten üç elma düştü: Biri bu yazıyı okuyanlara, biri anlatana, diğeri ise tüm zihinlerde bir ışık olabilmesi dileği ile….
Saygılarımla.

Nejat Gümüş

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.