Yazar: Kiltaş

Yol, hayatın kendisidir…

Yol, hayatın kendisidir…

Yollara çıkıyoruz zamanlı / zamansız. İşimizle ilgili çoğu kez… Buluşmak, görüşmek, tanışmak, anlamak, anlatmak için. Almak/vermek için… Böyle durumlarda yol bir araç oluyor, ulaşılacak amaç için katlanılması gereken bir süreç gibi… Bu yüzden de çoğu kez kahır gibi, yük gibi geliyor… Yoran, buran, kıran bir sefere dönüşüyor.
Aslında yol iki ucunda iki anlam taşıyor bir bakıma: Bir şeylerden uzaklaşmak / bir şeylere yakınlaşmak. Bu, bir şehirden bunalıp başka bir şehrin kucağında huzur bulmak adına da yapılabiliyor; birilerinden kaçmak, özlediğin birilerine kavuşmak da olabiliyor.
Ya da kendinden kaçmak. İç huzuru için arayışta olmak. Yeni bir başlangıç yapmak. Hayatı yeniden sınamak. Bir şansa ihtiyaç duymak. Bir çıkış yolu aramak.
Bir problemi çözmenin en kolay yolunu arıyoruz. Kimimiz yeni bir okulun yolunu tutuyor, kimimiz ekmek parası için yola koyuluyor. Başımız sıkışınca bir çıkar yol arıyoruz. Kötü yola sapanları uyarmayı insani bir görev sayıyoruz. Yol yordam bileni, bize yoldaşlık edeni, yol göstereni ne kadar seviyorsak, yol keseni, yoldan çıkanı, yolunu bulanı, yolsuzluk yapanı da o kadar sevmiyoruz. Bir yol üstü uğrama ile dostlukları pekiştiriyoruz. Bazen eşi, çocukları, anayı babayı terk ediyor, gözyaşlarımızı içe atarak ve bir umut türküsüyle gurbetin yolunu tutuyoruz, rızık için… “İşleri yoluna koyayım, döneceğim” diye başlayan kahırlı bir serüven, bazen dönüş yolunu kapatan bir gurbetçi olma teslimiyeti ile devam ediyor.
Yollar biter mi? Yolun sonunda ışık mı vardır hep? Yolun sonu bittiğinde her şey biter mi sizce?..
Yıllar sonra fark ettim ki, sonsuzluk zaman içine beklenmedik baskınlar yapıyor. Kuralsız, plansız, hesapsız bir şekilde dikiliveriyor karşına. Dikiliyor ve şeylerin içinde gizli ateşi gösteriyor. Neşemizin nedeni işte bu ateştir. Çevremizde var olan her şeyde yanan o minik alevi fark etmeyi öğrendim. Taşlarda, yapraklarda, çiçeklerde, kargalarda, kedilerde, arılarda, ağaçlarda, kelebeklerde, açılan her hotumda, her mineral yapıda, dünyaya gelen her yaratılmışta o kaynaktaki ışığın bir kıvılcımı sürüp gidiyor.
Sonuçta yaşamak bundan başka bir şey değil. Görmek ve bu ışığın sönmemesi için mümkün olan her şeyi yapmak.
Peki gerçekten her arzuyu gerçekleştirmenin bir yolu var mı? Evimizden işimize gitmenin çeşitli yolları, bir şehirden bir başka şehre ulaşmanın farklı yolları var. Para kazanmanın türlü yolları… İşe girmenin, evlenmenin değişik yolları var. Duyguları ifade etmenin, dostluğu göstermenin, reddetmenin de öyle…
Ya mutluluğun?.. Mutluluğa ulaşmak için bir yol, bir yöntem var mıdır?..
Cevabını çok yollar geçtikten, çok yıllar eskittikten sonra öğrendim ki, yol hayatın kendisiymiş!..
Çocukluğumuzda hepimiz başka bir şey olmayı hayal ediyorduk muhtemelen… Kimimiz gazeteci olmayı istiyorduk, kimimiz sinemacı olmayı… Belki makinist, belki de kaptan olmayı… Bir an önce büyüyüp bu hayalimizi gerçekleştirmeyi bekliyorduk. Ama kader hepimize başka bir yol çizdi ve biz bu kaderle hesaplaşmak zorunda kaldık. Başlangıçta zordu, çok zor oldu ama sonra zamanla kaderin kendinle karşılaşmak için aşman gereken yoldan başka bir şey olmadığını anladık. Eninde sonunda her şeye bir açıklama bulmak zorundaydık.
Hala hayattaydık ve hayatı sevmemiz gerekiyordu, günbegün içtenlikle, kararlılıkla, cesaretle yeniden oluşturulması gerekiyordu. Bir geminin güvertesinde kahraman olunabilirdi ama balkonda, yüksek sesle gemilerin adını söyleyen çocuğumuzla otururken de kahraman olmak mümkündü.
Günlerimize nitelik kazandıran yaptığımız şeyler değil, bunları nasıl yaptığımızdır. Ve bunları daima en insancıl ve en yüksek biçimde yapmak zorundayız. Her bir davranış onur ve yücelik taşımalı; insan kendini asla küçültmemeli, alçaltmamalı, hayatın deniz misali kimi zaman dingin, kimi zaman fırtınalı olduğu bilinciyle yaşamalı. Geminin sağ salim limana varması ancak kumandasını üstlenen kişinin dik duruşuyla, teslim olmamasıyla; ona emanet edilmiş yükü, tayfayı ve yolcuyu kurtarmak adına korkuya kapılmamasıyla mümkün olur. Yiğitçe, cesaretle amaçlarımızı yüksek tutmalıyız. Çok uzak olmayan bir gün mutlu olduğumuzun mutluluğunu yaşatmalı; sürekli kendini yenileyen hayata yeniden açıldığımızı bildirmeliyiz.
Hayat bir yol hikayesidir, hangi durakta biteceğini herkesin bildiği… Bilmediği ise bu yolculuğun ne kadar süreceğidir.
Bize düşen, bir yandan bu süreyi her dakikasıyla hakkını vererek yaşamak, bir yandan da yollarda iz bırakabilmektir.
Tıpkı bilgelerin dediği gibi: “Dünya hancı, biz yolcu.”
Yolunuzu aydınlatması dileğiyle, saygılarımla.

Nejat Gümüş

Penceresiz kaldım anne!..

Penceresiz kaldım anne!..

Rivayet olunur ki, bebekler doğmadan bir gün önce Allah ile konuşurlarmış. Yine dünyaya gelmeden önce huzura alınan bir bebek sormuş:
-Allah’ım, dünyaya gidiyorum ama orada ne yapacağımı bilemiyorum.
-Korkma, senin için yarattığım melek sana ne yapman gerektiğini öğretecek.
-Ama ben dünyada konuşulan dili de bilmiyorum, nasıl anlaşacağım onlarla?
-Senin için yarattığım melek öğretecek sana nasıl konuşman gerektiğini. O ihtiyaçlarını sen söylemesen de bilecek ve karşılayacak.
-Çok tehlikeli bir yermiş dediler dünya için. İnsanlar birbirlerini öldürüyorlarmış. Kötülük yapıyorlarmış. Çok korkuyorum ben.
-Hiç korkma, senin için yarattığım melek seni dünyanın bütün kötülüklerinden koruyacak. Gerekirse senin için canını verecek.
-Peki Allah’ım, bu meleğin ismi nedir, nasıl tanıyacağım ben onu?
-İsminin hiçbir önemi yok, sen ona “Anne” diyeceksin.
…………….
Aslında O’nunla olan ilişki daha dünyaya gelmeden önce başlar. 9 ay boyunca yalnızca iki kişinin bildiği, iki kişinin hissettiği bir yakınlık. Can veren, kan veren, büyüten, koruyan, kollayan bu duygu, dünyaya geldiğimizden sonra da ömür boyu yürek bağıyla süren bir büyük mucizeye dönüşüyor.
Bu nasıl bir duygudur ki, kayıtsız-şartsız bir teslimiyet, sonsuz bir bağlılık, kusursuz bir uyum ve anlatılmaz bir sabrı barındırır?
Başka kim vardır, bir başkası için gece kaç kez uykusunu bölüp uyanan? Nasıl bir şeydir üstümüzün açıldığını hissetmek?
Başka kim bilebilir, dilsiz bir bebeğin hangi ağlamasının acıkma, hangi ağlamasının gaz olduğunu? Bilinmeyenleri bilmek, söylenemeyenleri anlamak mıdır “Ana Dili”?..
Peki ya, “anayasa”, “ana yol”, “ana bilim dalı”, “anavatan” ve hatta “Anadolu” ne anlama geliyor?.. Bütün bu kavramların içini dolduran, yalnızca çocuğunun hayatının değil, tüm hayatın “anafikri” değil midir?..
Derler ki, bir çocuk öldüğünde tanıdıkları akıllarıyla, arkadaşları yürekleriyle üzülür. Annesi ise iliklerinin derinliklerine kadar acı çekermiş…
Peki ya annesi ölen çocuk ne yapar?..
Penceresizdir. Üşür. Korkar. Kırılır. Boşluğa düşer. Yalnız kalır. İncinir. Ocaksızdır. Kucaksızdır. Acısı uçsuz-bucaksızdır.
Şımaracağı kimse yoktur. Kaldırımda yürümesini, terli terli su içmemesini öğütleyecek kimse kalmamıştır. Aslında kimsesi kalmamıştır. Kimsesizdir. Yetimdir.
Yetişkin de olsa yetimdir.
Annesi ölen çocuk, korkularla ve kuşkularla büyür. Yüreği ısınamaz bir türlü. Eksilerek büyür. İncinerek büyür. Bir yanını susturarak büyür. Ama her aldatılışta, her bırakılışta, her yanılgıda, her kaybettiğinde ve her düşüşünde, tıpkı çocukken düştüğünde ve dizi kanadığında “Anne!” diye haykırdığı gibi, yine annesine döner yüzü. Yarası ömürlüktür çünkü… İyileşmez, sadece kabuk bağlar. Ve çocuk kabukları büyüte büyüte büyür. Güçlenerek, güçlendiğini sanarak büyür.

Taa ki, bir gün bir yerlerde, diyelim Toroslar’ın yücelerinde, üç annesiz koca adam, radyoda bir şarkı duyana kadar…
“Geceler çok soğuk, sessiz ve karanlık
Üşüdüm üstümü örtsene annem”
diyen Zeki Müren’in sesi, üç koca adamı üç küçük çocuğa dönüştürür birden. Üç yürek dağlanır, gözlerin tutamadığı lavlar üç yanağı yakar geçer. Artık onlar üç işadamı, üç baba, üç eş değil; sadece üç küçük yetimdirler…

2012 yılının Anneler Günü’nü kutlayacağınız şu günlerde bilin ki, hayatınız boyunca aldığınız ve alacağınız en büyük hediye, duyacağınız en güzel haber annenizin yaşıyor olmasıdır. Çünkü, onlar bize Allah tarafından verilen, bu dünyanın ve cennetin en büyük ödülüdür. Bu ödülü zamanın ve zeminin unutturmasına izin vermeyin!
Anneler Gününüzü kutlar, yaşayan tüm annelere sağlıklı ve uzun bir ömür; anneme ve hayatta olmayan tüm annelere rahmet dilerim.

Saygılarımla.
Nejat Gümüş

Seslerin En Güzeli, Vicdanın Sesidir…

Seslerin En Güzeli, Vicdanın Sesidir…

Harika bir hava var dışarıda. Çocuklar çimenlerde oynuyor ve banklarda oturmuş yaşlılar mevsimin ilk sıcak ışınlarının tadını çıkarıyorlardı. Çiçek tarhlarında ilk çuhaçiçekleri ve menekşeler açmıştı bile, üzerlerinde atkestanelerinin pembe-beyaz büyülü şamdanları patlamaya başlamıştı. Parkın yollarında yürürken farkına bile varmadan daha derin soluk almaya başlamıştım. Birkaç çok değerli dakika boyunca hayatın o büyük sürecinin etkin bir üyesi gibi hissettim kendimi. Çevremdeki her şey ışıldıyordu ve canım şarkı söylemek istiyordu. Ama parktan çıkınca hevesim kaçtı. Hava solunmayacak derecede ağırdı, klaksonların sesleri kulakları sağır ediyordu. İki otomobil sürücüsü vahşi bir biçimde kavga etmekteydi.
Mutluluk duygusu neden bu kadar kısa sürer? Hem zaten, mutluluk gerçekten var mıdır?
Mutluluk! Ne efsanevi, ne olağanüstü ve ne çok ele geçmez bir sözcük! Her insanın amaçladığı ama hem ulaşması, hem tanımlaması çok zor olan bir kavram! Gel gör ki, mutsuzluğun ne olduğu çok iyi bilinir. Üstelik de hayatın büyük bir bölümü mutsuz geçirilir.
Çocuklar için bir tekerleme vardı:
“Ah ekmekçi olsaydım!
Ama fırın çok kızgındır.
Ah duvarcı olsaydım!
Ama bu çok ağır bir iştir.
Ah denizci olsaydım!
Ama denizden çok korkarım.”

“Eğer”, mutluluğun önkoşulu gibi görünür. “Eğer daha uzun boylu, daha zayıf olsaydım”… “Eğer bir sevgilim olsaydı”… “Eğer bir şampiyon, bir televizyon yıldızı olsaydım”… “Eğer bir işim, bir evim olsaydı”… “Eğer piyangoda kazansaydım”… “Eğer”ler dünyası bir girdap, bir hortum, bir kara deliktir. İnsan bir an dengesini yitirirse, içine yuvarlanmaması imkansızdır.
İyi ama mutluluk yalnızca sahip olmadığımız şeylere mi bağlıdır?
İnsan, hangi görev için doğduysa, o görevi yerine getirirse keyiflenir. İşin kötüsü, biz artık görevlerimizi hatırlamıyoruz. En derin özümüzü silerek, yerine hizmet edilme yükümlülüğünü koyduk. İstediklerimizi elde etmek, istediğimiz şeylerin bize sunulması için buradayız.
Ya insanoğlunun yürüyüşünü tamamlayabileceği yol başka bir kapının arkasındaysa? Bilmesi gereken parola edinme değil de yitirmekse? Doluluk, egemenlik kurmanın değil, hizmet etmenin alçakgönüllülüğünde yatıyorsa? Amaçsız bir dünyaya gömülmüş mükemmel makinelere ulaşmak yerine, yüksek ideallere ulaştıran yolu arayan evlatlar olabilsek?
Yaşam bize olağanüstü sürprizler hazırlar. Biz bir yana gitmeyi düşünürken, o belli belirsiz çalımlarla bizi bambaşka bir yola sokar. Yıllar gelip geçtikçe bir yerlerde var olan gerçek, bütün bir tasarımın karalama düzeyinde de olsa yaşamlarımızın ana hatlarını çizmiş olduğu konusundaki kuşkularımız artar.
Bize verilmiş en büyük armağan davranış özgürlüğü, yani seçim yapabilmektir. Seçmek demek insanın önünde iki yol olması ve birine değil de ötekine sapması demektir. Aynı zamanda vazgeçmeyi bilmek anlamına da gelir.
Seçim yapabilmek; hele de bilinçli bir seçim yapabilmek bir süreçtir. Bu süreç insanın kendini akıntıya bırakmasından çok daha zordur.
Eğer önünüzde pek çok yol açılıp, siz hangisini seçeceğinizi bilmiyorsanız, herhangi birine girmek yerine, oturun ve bekleyin.
Çünkü doğru yönü bulmamıza yardım eden üç koşul vardır:
Hareketsizlik… Sabır… Sessizlik.
Çünkü seçim yapabilmek için çevremizdeki bütün gevezeliklerden, sıradan ve boş düşünme tarzlarından, birlikte yaşamanın getirdiği bir yerde olma zorunluluğu ve tarzdan sıyrılmak gereklidir. İnsanın özünün en derin noktasına inebilmesi ve dinlemeye koyulması gerekir. Sabır ve alçakgönüllülükle beklenmelidir. Çünkü derin vicdan sıkılgandır.
Vicdanınızın sesi, size doğru yolu gösterecektir.
Yolunuz açık olsun!..

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

Öyle bir geçer zaman ki!..

Öyle bir geçer zaman ki!..

“Anne, parka ne zaman gideceğiz?”… “Baba, bisikletimi ne zaman alacaksın?”… “Arkadaşlar, sinemaya ne zaman gidiyoruz?”… “Teklifime ne zaman cevap vereceksin?”… “Ne zaman evlendin?”… “Ne zaman baba oluyorum?”… “Ne kadar zamandır kavgalısınız?”… “Ne zaman boşandınız?”… “Ne zaman ölmüş?”…

Hayatın belli başlı bütün sorularında bir “zaman” kavramı vardır… Ve her cevap da zaman içerir: “İşimi bitirdiğim zaman”… “Maaş aldığım zaman”… “Hafta sonu”… “Senin beni sevdiğine inandığım zaman”… “Bir iş bulup çalışmaya başladığın zaman”… “Terfimi aldığım zaman”… “Geçen yıl, 21 Mayıs’ta”… “4 ay sonra”… “Ona o sözü söylediğim zamandan beri”… “3 yıl oldu”… “Dün gece”….
…………………………………………………………………………………

Zaman zaman, şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, yaşadığımız hayat bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçer. “Vay be” deriz, ince bir iç sızısıyla… “Ne çabuk geçmiş zaman. Ne zaman büyümüşüz, oysa daha dün gibiydi…”

“Oysa daha dün gibi” gelen şeyler, kayıp gitmiştir avucumuzdan… Ve yapabildiğimiz tek şey, “o an’ı, etkisi kadar bir yer ayırarak hafızamıza kazımaktır. Ne var ki her şeyi unutturan zaman ve bir öncekinden daha taze olan yaşanmışlıklar, işte “o an”ın üstüne kalın bir kireç tabakası çeker. Ne zaman bir film, bir resim, bir müzik, bir ses, bir eşya ya da bir anı; kısacası O’nu hatırlatan bir işaret gelir, işte o eski ağrı geri teper. Ve tam o sırada dökülür dudaklarımızdan belli belirsiz, o dolgu maddesi cümle: “Zaman ne çabuk geçiyor!..”

Zaman çabuk mu geçiyor? Yoksa zaman, her zaman aynı hızda geçiyor da, bizim telaşımız, heyecanımız, sabrımız, o an mutlu ya da mutsuz oluşumuz, eylemsizliğimiz/aceleciliğimiz, yalnızlığımız/kalabalığımız, meşguliyetimiz/başıboşluğumuz; kısacası bizim subjektifliğimiz mi zamanı farklı yorumluyor?.. İçeridekiyle dışarıdakinin, bekleyen ile bekletenin zamanı aynı hızda mı geçiyor?..

Nedir zaman? Nerdedir? Hangi takvimde, hangi yılın hangi ayının hangi gününe takılı kalmıştır? Hangi zamanda, kimin yerinde değilse bile, nerede olmak isterdiniz?

Zamanın başlangıcı hepimiz için filanca tarihte, falanca saatte dünyaya gözümüzü açtığımız andır. Bitişi de filanca tarihte, falanca saatte dünyaya gözümüzü kapatacağımız an… Yani “ömür” dediğimiz şey, bir göz açıp kapayana kadar geçen zamandır, başka bir şey değil…

“Ben doğduğum zaman” diye başlayan cümleler, hayatımızın çocukluk dönemlerini ifade eder. Dünyanın nasıl başka bir dünya olduğunu, pek çok şeyin nasıl da değiştiğini belirtir. Çocukluk zamanlarımız hayatın bir oyundan ibaret olduğunu sandığımız, kimseye oyun etmeden oynadığımız en masum zamanlardı… Bir de küçüklere masallar dinlediğimiz günlerdi, “bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde” diye başlayan… İlk sözcüklerin ağzımızdan çıktığı, ilk oyuncağımızın olduğu ilk zamanlarımız…

Delikanlılık çağlarımız, adı üstünde… Delifişek zamanlar, düz duvara tırmandığımız, kanımızın hızlı aktığı, “zamane çocuğu” diye değişimlerimizin, tarzımızın, zevklerimizin yadırgandığı uçarı zamanlarımız… İlk aşkın, ilk hayal kırıklığının yaşandığı, unutulmadığı zamanlardı…

Ve gençlik yılları!.. Dünyayı değiştireceğimize inandığımız zamanlar… Hayallerimiz hayatlarımızdan, umutlarımız ufuklarımızdan büyüktü o zaman… Ama aynı zamanda hayallerimiz birer birer kırılır, çıkış yollarımız kalmazdı… Zamanı kollarken zaman öldürürdük. İlk işe başladığımız, ilk maaşı alıp küçük hediyelerle ve kocaman sevinçlerle eve koştuğumuz zamanlardı… Evlilik heyecanı… Yeni bir hayat kurmanın tatlı telaşı… Müjdeyi aldığımız o unutulmaz an: “Baba olacaksın”… Zamanın durduğu yer!.. Ve yavrumuzu kucağımıza aldığımız o an… Nasıl büyük bir heyecandı, nasıl karmakarışık duygulardı… Ve nasıl bir anda üstümüze kocaman bir sorumluluk duygusu yüklenmişti. “Başkaları için yaşama” zamanı başlamıştı…

Zaman hızla geçiyor, çocuklar büyüyor… Bu sefer sıra onların hayatlarının “ilk”lerine ortak olmaya geliyor. Bu arada iş dünyasının telaşı içerisinde zamanı tüketiyoruz… Dar zamanlara pek çok şeyi sığdırmaya çalıştığımız, dostlarımızı, akrabalarımızı, hatta eşimizi/çocuklarımızı, ailemizi zamansızlıktan ihmal ettiğimiz yoğun zamanlar… Oysa akan zamanla birlikte yaşların, yılların da akıp gittiğini, zamanımızın azaldığını düşünmüyoruz hiç… Daha okunacak çok kitap, gezilecek çok yer, seyredilecek çok film, sevilecek çok insan olduğunu aklımıza getirmediğimiz gibi… Ve işte bu “zamansızlık” mazeretine sığındığımız bu zamanlarda, gün geliyor, bir şey yapmaya gücümüz olmuyor. Her şey gibi ayaklarımız da, kulaklarımız da, yüreğimiz de zaman aşımına uğruyor.

“O telaşla, bırakın Paris yolunda ılık rüzgârlara taratmayı saçlarımızı, sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz… Gözümüz saatte söyleştik hep, koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık. Hep yetişilecek bir yerler vardı, aranacak adamlar, yapılacak işler… Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin terine bulaştı; başkalarının hayatı, bizimkini aştı. Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine, kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu veya yavuklu busesi ile uyanma düşlerini ha babam erteledik. 20’li yaşlardayken 30’lara kurduk saatin alarmını, 30’larımızda 40’lara, belki sonra 50’lere… Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat, kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size, artık uyku girmez oluyor gözlerinize… Doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda, söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda… Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz; vakti gelip sandıktan çıkardığınızda bir de bakıyorsunuz ki, tedavülden kalkmış…” dediği gibi Borges’nin, zaman doluyor!..

Öyle bir geçiyor zaman ki, Ayhan Işık’ları, Belgin Doruk’ları, Ekrem Bora’ları tatlı bir anı yapan dünya, sanki “sıra size gelmeden yapmak istediklerinizi yapın” diye köprüden önceki son çıkışta uyarısını yapıyor.

Saygılarımla…

Nejat Gümüş

Herkesin bir kimsesi vardır; bir de kimsesizliği…

Herkesin bir kimsesi vardır; bir de kimsesizliği…

Kimsesizliğimi buldum bir köşe başında, duvar dibinde. Yanına gittim, diz çöktüm onun gibi… Yanakları ıslaktı. “Nerelerdesin?” diye sordum, sitem dolu. “Birbirimizden başka kimsemiz olmadığını bilmiyor musun?” dedim. Başını kaldırdı, elinin tersiyle gözlerini sildi. “Biz birbirimizin kimsesi değiliz, kimsesizliğiyiz,” dedi… Gözümden bir damla düştü, dizlerimizin dibine.
Kimsesizlik, Kemalettin Tuğcu romanlarının çocukları gibidir önceleri… Babasızlıktır çoğunlukla. Annenin içini kaplayan hüznünün dışa vuran sessizliğidir biraz da… Geçinebilmektir zorla. Zorluklara göğüs gerebilmektir… İdare edebilmektir hayatı. İdare lambasının kısık ışığında yaşamak gibidir… El yordamıyla bulmaktır nesneleri. Zaten sahip olunanlar az olduğu için onları bulmak değil, en çok başkalarının görmemesidir sorun olan… Gösterilemiyordur, fark edilemiyordur, görmüyorlardır… Yok sayıyorlardır. Yoktur!.. Yoksundur.
Yoksuldur.
Karacaoğlan’ın dediği gibi “bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” vardır ağır gelen… Maddi yoksulluğa alışılır da, yokluğuna alışmak kolay değildir sevdiklerinin… Öksüz olmak, yetim olmak zordur. Kapı önünde saçlarını okşayan bir el yoktur… Yok olanlarla var olmaya çalışmak zordur. Zordur, ama yaşama isteği daha ağır basar; acıyan yerlere tuz basılır, yüreğin sesini kısarak hayata tutunulur.
Ve tutturulur gurbetin yolu, ağızda acı bir türkü ile…
Büyümek dedikleri, azalarak yola devam etmektir bir bakıma… Her parçanı bir yerde bırakarak; yüreğini nasırlaştırarak asılmaktır küreklere. Bitkin düşene kadar çekmektir kahrı… Başarı ile yenilginin iç içe, koyun koyuna uyuduğu bir büyük bilinmezliktir iş hayatı. İşi öğrenmek kadar, işin iç yüzünü de öğrenmektir bir bakıma… Katılaşmaktır bir ölçüde de… Dış dünyaya güvenmemektir. Kendinizden başka kimseniz olmadığını düşünmektir. Yani, kimsesizliktir!..
Kimsesizlik, yalnızlık değil; sahip olmamaktır kimseye… Belki de ait olmaktır birine. Paylaşamamak kimsesizliktir. Hissetmemek kimsesizlik değildir. Hissedememek kimsesizliktir.
Garip bir histir bu. Ara sıra gelir konar böyle üzerinize üzerinize. Anne, baba, arkadaş tamamdır da, hani hep o küçüklükten beri varlığına inandığınız insan vardır ya. Onun yokluğudur bu kimsesizlik hissini yaratan. Uzun uzun konuşabileceğiniz, uzun uzun dinleyebileceğiniz ya da sadece bakıp seyredeceğiniz birinin varlığı. Ruh eşi midir bu, nedir bilinmez… Kırmayacağınız, incitmeyeceğiniz, her şeyinizi gönül rahatlığıyla ortaya dökeceğiniz, aynı hayatı yaşamaktan bıkıp usanmayacağım biri olmalı bu… Çıkıp geldiğinde beraberinde birçok şeye şekil verecek güçte biri. Belki daha güzel olmayacak ama bir şeyler değişecek. Değişen ne olur bilinmez. Mekan mı, hissettikleriniz mi, yoksa tamamen benliğiniz mi, ama bir şeyler değişmelidir. Sıkılırsınız bu kimsesizlik halinden. Konuşamamak, dertleşememek, kafanızı koyacak bir omuz aradığınızda her daim boşluğa düşmek… Zordur bunlar… Planlarına kimseyi dahil edememek, keyif aldığınız şeylere katılacak birini bulamamak… “Çok mu zor bunlar” ya da “hak etmiyor muyum” diye düşünürsünüz.
Çokken az olmaktır. Bilmediklerini özlemektir. Duygusal enginliğin duyusal hapsidir kimsesizlik… Adi bir düşmandır. Göz alıcıdır. “Korkum kimseden değil, kimsesizlikten” bile dedirtebilir insana. Kişiliksizdir. Halistir!
Kilitli bir kütüphanede durmadan tozlanan, hiç okunmamış bir kitap gibi uzun ve sıkıcı olmak, işin kötüsü merak da edilmemektir kimsesizlik…
Şehirlidir kimsesizlik… Büyüyen kentte küçülen her insanın hikayesidir. Maskeli ilişkilerin, benmerkezli hayatın yarattığı dev bir yalnızlıktır, içedönük rüyalar gören insanların dünyasında…
Ve öyle bir özlem ki kimsesizlik, Cahit Kulebi’nin dizelerinde sözün bittiği bir yerdedir:
“Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın
Kulaklarım komşuların ayak sesinde
Varsın gene bir yudum su veren olmasın
Başucumda biri bana “su yok” desin de”

Yaşınız beş ya da elli beş; baba ya da çocuk, artık her kimseniz… Kimseyi kimsesiz bırakmayın, kimsesiz kalmayın!.

Saygılarımla…

Nejat Gümüş

Kadınlar İçin…

Kadınlar İçin…

8 Mart Dünya Kadınlar Günü.
Bir güne sığdırılmış o da. Tıpkı Anneler Günü gibi… Oysa hayatın tamamıdır kadınlar. Kadınlarımız…
Annemiz mesela… Tanıdığımız ilk kadın O’dur. Daha dünyaya gelmeden tanıdığımız… Kanından, canından besleyen, koruyan annemiz. Doğduğumuzda ilk kucağına atıldığımız, ilk özünden beslendiğimiz. Kokusundan tanıdığımız… Sevgisine şevkat, emeğine fedakarlık katan annemiz. En yorgun olduğu, en hasta ve bitkin düştüğü gecede bile üstümüzün açıldığını hisseden, hisleriyle yaşayan en yüce varlığımız. Bizi en çok seven, en çok sevdiğimiz insan. Ötesi yok! Bizim annemizdir O!.. Kadındır O…
Ve o kadın günü gelir, mutlulukla ve gururla, eşinden bile çok sevdiği oğlunu, yani bizi, hayatımızın geri kalanı için bir başka kadına emanet eder. Karımıza!..
Karımız mesela… Evi yuva yapan sevgili eşimiz… Yeni evimizin, yeni hayatımızın ortağıdır. Sabretmeyi, katlanmayı öğreten, eksiklerimizi tamamlayan, zor günlerimize göğüs geren; annelerimizin bize kattıklarını çocuklarımıza aktaran kadınlarımız… Yaşamımıza incelikler katan, zevk ve estetik getiren, dokundukları yeri güzelleştiren, zeki ve yaratıcı, detaycı kadınlarımız… Bizi yaşam boyu tetikleyen; başarılı, güçlü, anlayışlı ve cömert olmamız için tek başına ve yeterli bir sebep olan dünyamızın merkezindeki varlıklarımız!.. Kadındır O da…
Kızımız, kızlarımız mesela… “Baba” dediklerinde dünyanın en güzel sözcüğünü, dünyanın en güzel sesinden dinlediğimiz, gözümüzün kökü yavrularımız… “Erkek evladın evlatlığı evlenene kadan, kız evladın evlatlığı ölene kadar” dedikleri gibi büyüklerimizin, yaşlılığımızın, zor günlerimizin sigortası “küçük annelerimiz”… Bizi medenileştiren, yumuşatan, hoşgörü ve anlayışımızı uygun bir düzleme çeken güzel kızlarımız!.. Kadındır O da…
Kız kardeşlerimiz mesela… Kardeşliğimize arkadaşlık katan, sessiz meleklerimiz. Varlıklarını hissetmemizin bize yettiği koca yüreklerimiz!… Kadınlar Onlar da…
Anneannemiz, babaannemiz… Teyze ve halalarımız… Kuzenlerimiz, yeğenlerimiz… Kadın akrabalarımız…
İş arkadaşlarımız… Kusursuz bir iş günü olsun diye her an tetikte, her an nazik ve kibar, stresimizi idare eden; randevularımızı unutmayan, güzel vitrinimiz sekreterlerimiz mesela… Muhasebecimiz, hukukçumuz, mühendisimiz…
Hz. Amine, Zübeyde Hanım… Dünyayı değiştiren erkekleri doğuran, yetiştiren büyük kadınlarımız…
Bankacımız, hemşiremiz, hostesimiz, tezgahtarımız… Yufkacımız, temizlikçimiz, öğretmenimiz…
Bir elmanın yarısı kadınlarımız. Hayatımızın yarısı değil, tamamı kadınlarımız. Severken dövdüğümüz, överken sövdüğümüz, yaşatırken öldürdüğümüz kadınlarımız. Cahil bıraktığımız, hor baktığımız, zorda bıraktığımız kadınlarımız… Sizin adınıza düşündüğümüz, sizin adınıza karar verdiğimiz, size sormadığımız, esirleştirdiğimiz kadınlarımız…
Karadeniz yaylalarında çay ve fındık toplayan, Kayseri köylerinde halı dokuyan, Ege’de zeytin ezen, Güney Doğu’da inek sağan, Trakya’da peynir yapan kadınlarımız…
Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Nilüfer, Zerrin Özer, Müzeyyen Senar, Behiye Aksoy, Nesrin Sipahi, Gönül Akkor, Muazzez Abacı, Emel Sayın, Neşe Karaböcek, Muzaffer Akgün, Bedia Akartürk, Belkıs Akkale ve daha niceleri… Hayatı biraz daha katlanır kılan, güzelleştiren, duygu katan ve bizleri duygulandıran dünyanın en güzel sesleri kadınlarımız!..
İyi ki varsınız!..
Hepinizin ellerinden öpüyor, Dünya Kadınlar Gününüzü kutluyorum.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

Hiçbir Şeyden Korkmadım Aliye Rona’dan Korktuğum Kadar…

Hiçbir Şeyden Korkmadım Aliye Rona’dan Korktuğum Kadar…

Zonguldak… Çocukluğumun geçtiği yer.

Gökyüzünün ağır bir kömür kokusuyla erkenden karardığı Kara Elmas şehrim, çileli ağır işçisinin kaderini kabullenişi gibi suskundu. Yerin metrelerce altındaki güneş görmeyen karanlık yerlerde, dişiyle tırnağıyla kazarak simsiyah bir madenden bembeyaz bir gelecek yaratma çabasının tezatlığı gibiydi hayat… İş bulmaktan ve işi kaybetmekten daha büyük korkular yaşıyordu hemşehrilerim: iş kazası ve ölümler. O sağlıksız şartlar, ciğerlerin katrana bulanışı, göçükler ve üç otuz kuruşa harcanan ağır emeklerin bedeli olan hayatlara da korkular siniyordu.

Büyüklerimizin korkuları, biz hiçbir şeyden habersiz çocuklara bile bulaşıyordu. Bize ayıracak zamanları pek olmayan anne-babalarımızın, bizi hizaya sokmaya çalışan büyüklerimizin ve bilgisiz toplum olmanın da etkisiyle boyumuzdan büyük korkularımız vardı.

Size garip gelecektir biliyorum ama ben en çok Aliye Rona’dan korkardım. Sinemayı gerçek gibi yaşadığımız yıllardı. Ve hayatı sinemadan öğrenmeye çalıştığımız zamanlar… İyisiyle kötüsüyle, cesuru korkağıyla, güzeli çirkiniyle onlarca karakteri barındıran filmlerde Aliye Rona, öyle büyük oynuyor, öyle güçlü kadın karakterleri yaratıyordu ki, etkisinden kurtulmak imkansızdı. Hele kötü bir kadını, bir analığı, bir kayınvalideyi oynayışı vardı ki, kötünün en kötüsü olabiliyordu. Gelinine bir bakış fırlatıyor, ağır bir söz söylüyordu ki, kızcağız yürümesini şaşırıyordu. Bazen koca koca erkekleri evire çevire dövüyordu. Filmler siyah-beyazdı ve o filmin en siyahı Aliye Rona’nın oynadığı karakter oluyordu. Çocukluk işte, öyle etkisinde kalmışım ki, bütün kötülüklerin Aliye Rona’dan geleceğine inanıyordum. Sokağın tenhalığında bir bakkala giderken, hele de hava kararmışsa karşıma aniden Aliye Rona çıkacak diye ödüm kopuyordu. Bu neredeyse yıllar boyu sürdü gitti…

İnsan korkuları hayattan ve en çok da büyüklerinden öğrenirmiş… Çocuk aklı bir şeye yetmez diye, bizi tehlikeden uzak tutmak için bazı nesnelerden korkuturdu anne babalarımız. “Düşersin”, “yanarsın”, “kirletirsin”, “kaybedersin”, “düşürürsün”, “boğulursun”, “ölürsün”, “dayak yersin”, “ağzına biber sürerim”, “sokağa bırakmam”, “eve kapatılırsın” gibi sayısız kötü sonuçlar hemen ortaya konurdu. “Sobaya yaklaşma”, “kibritle oynama”, “prizden uzak dur”, “suyla oyun olmaz”, “yükseklere çıkma”, “büyüklere karşı gelme”, “yüksek sesle konuşma”, “küfür etme”, “izin vermeden konuşma” ve daha neler neler… Yapmamamızı istedikleri ne kadar yanlış varsa ve yapmamızı istedikleri ne kadar doğru varsa hepsinin ucuna bir korku, bir korkutucu ceza koyarak sundular. İlk adımlarımızı korkarak attık, düşeceğiz diye. Koşarken ayağımız takılacak diye ürktük.

Biz büyüdük, adımlarımız büyüdü ama korkularımız hiç küçülmedi. Aksine çoğaldı. Çünkü sahip olduklarımız arttı, onları kaybetme korkumuz da arttı. Öyle zaman oluyor ki, itibarımı kaybetmek hayatımı kaybetmekten daha önemli geliyor, bu yüzden işimde kaybetmekten korkuyorum. Bazen de sevdiklerimden bir tanesini bile kaybetmek yerine tüm maddi varlığımdan gözümü kırpmadan vazgeçmeyi göze alabiliyorum.

Korkularımızın en büyüğü kaybetme korkusudur… Sahip olduğumuz maddi ve manevi değerleri kaybetmek hepimizin duyduğu en büyük üzüntüdür. Cüzdanımızı çaldırmak, paramızı kaybetmek, evimizin yanması, eşyamızın zarar görmesi, arabamızın kaza yapması, işlerimizin kötü gitmesi, işimizi kaybetmeniz gibi korkular maddi varlıklarımızı kaybetmeyle ilgili durumlardır. Sahip olduğumuz sağlığı, dinçliği ve güzelliği kaybetmek de korkutur bizi, ama elbette ki en büyük korkumuz ölüm korkusudur. Hastalıktan, kazadan da bu yüzden korkarız. Onların bizi ölüme götüreceğini düşünürüz. Silahtan, kesici aletlerden, prizden, denizden, yüksekten, psikopattan, caniden, katilden korkmak hep ölüm korkusuyla açıklanabilir.

Karanlıktan korkmak, gelecekten korkmak, bilinmezden korkmak da aynı sonuçla bağlantılıdır. Çünkü karanlıkta aniden karşımıza biri çıkabilir, bir yankesici canımıza ya da malımıza kastedebilir, bir çukura düşebiliriz veya bir katille, bir şehir magandasıyla karşılaşabiliriz. Nedense garip bir biçimde bilinmeyen dünyada hep kötülükler olduğu gibi bir fikre sahibiz. Tanımadığımız birine güvenmemek, onun varlığından kuşku duymak, bir anlamda onun varlığından korkmamıza yol açabilmektedir. Gelecekten korktuğumuz için tasarruf yaparız, risk almayız, tedbirli hareket ederiz. Çünkü gelecek bilinmezdir ve neler olacağına dair en ufak bir fikrimiz yoktur. Çünkü gelecekte hastalık olacaktır, yaşlılık başlayacaktır, çocuklarımız bize bakmayacaktır, eşimiz terk edecektir, sokaklara düşeceğizdir. Böyle düşünürüz, böyle düşünmemiz sağlanmıştır. Sigorta meselesi de bu gerekçeyle oluşturulmuştur. Sağlık sigortası, yaşam sigortası, trafik sigortası, kasko, yangın sigortası ve daha neler neler… Hepsi korkularımıza dayanıyor gördüğünüz gibi!..

Korkuyla baş etmek için iki yol seçeriz. Ya bizi korkutan şeyden hızla uzaklaşırız, ya da korkularımızı yenmek için üzerine üzerine gideriz. Mesela, kadınlar örümcekten korkuyorsa, fareden, yılandan korkuyorsa, bunların olmadığı yaşam alanları seçerler. Ölüm korkumuz varsa ölümü düşünmemeyi tercih ederiz. O da bir nevi kaçıştır. Yükseklik korkusu olanlar alt katlarda otururlar. İlginç korkuları, yani fobileri olanlar da vardır aramızda. Bazılarının kalabalık fobisi vardır, bazılarının kapalı mekan fobisi, asansör fobisi… On kat merdivenleri inip çıkmayı tercih eder böyleleri…

Oysa insan aklıyla yaşayan özel bir canlıdır ve kurduğu bütün bu uygarlıkları, başardığı buluşları aklına borçludur. Aklı, bilgi besler ve geliştirir. Yani korkuları yenmenin bir de akıl yolu vardır. Örneğin suda boğulma korkusunu yenmenin yolu yüzme öğrenmektir. Elektrik çarpması korkusu ancak elektrikle ilgili bilgi sahibi olmakla yenilir. Aliye Rona korkusu da, Aliye Rona’nın kendine yazılan rolü başarıyla oynayan bir sanatçıdır, yaptığı şeyler de rol icabı olanlardır mantığını geliştirmekle halledilir.

İşi kaybetme korkusunu yenmenin tek yolu ise, işinde iyi olmak; hatta en iyi olmaktır. Bizim için de, sizin için de bu böyledir. Rakiplerimizden daha kaliteli ya da daha ekonomik üretim yapıyorsak, daha iyi hizmet sunuyorsak satışlarımız daha iyi olacaktır kuşkusuz. Çalıştığınız firmada ya da sektörünüzde işinizi sizden iyi yapan yoksa, hiçbir müdür ya da patron sizin gibi değerli bir elemanını asla kaybetmek istemeyecektir.

Ölüm korkusuna gelince!..

Ünlü filozof Epiktetos’un dediği gibi:
“Ben varken ölüm yok. Ölüm geldiğinde ise ben olmayacağım.”

Hepsi bu kadar!

Korkmadan yaşayacağınız mutlu ve uzun bir hayat diliyorum.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
9 Ocak 2014, İstanbul

Her Kadın Bir Kahramandır…

Her Kadın Bir Kahramandır…

Sappho, tarihin ilk kadın edebiyatçısı. Kleopatra, Mısır’ın son hükümranı, güzelliği bugün bile dillerden düşmüyor. Boudicca, Romalılar’ın ülkesinin yıkımına karşı durdu ve tüm klanları birleştirip direnişin sembolü oldu. Hildegard von Bingen, hayatını bir manastırda inzivada geçiren bir rahibeyken, şiddetli migren ağrılarından sonra hislerini kağıda döken ilk kadın şair oldu. Aquitaine’li Eleanor, Fransa’nın ilk kraliçesi. Güzelliği ve çekiciliğiyle dikkat çekmesinin yanı sıra politika üzerinde oldukça etkiliydi. Aile bağları sayesinde tüm Avrupa’yı kontrol etti. Jeanne d’Arc, Fransa’nın en vatansever kadını üstüne zırhları geçirip ülkesini İngiltere’ye karşı korudu. Tüm ülkede Yüzyıl Savaşlarının sembolü oldu. Büyük Katerina, Rusya’yı 18’inci yüzyılının en büyük gücü haline getiren büyük çariçe. Mary Wollstonecraft, ‘Kadın Hakları’nın yasalaşması fikrini ortaya attı. Jane Austen, kadınların çok nadir roman yazdığı bir dönemde Kül ve Ateş ile Gurur ve Önyargı gibi başyapıtlar çıkaran yazar. Harriet Beecher Stowe, yazılarıyla köleliğe karşı başkaldırıyı topluma yaydı. Kraliçe Victoria, İngiltere´yi güneş batmayan imparatorluk yapan kraliçe. Florence Nightingale, savaş zamanı yaralı askerleri tedavi etmek için gece gündüz çalıştı ve modern hemşireliği kurdu. Emmeline Pankhurst, kadınlara oy hakkı sağlanmasına hayatını adayan İngiliz politik aktivist. Marie Curie, radyasyon üstünde yaptığı çalışmalarla Nobel Ödülünü kazanan ilk kadın bilimci. Emily Murphy, Kanada`nın ilk kadın yargıcı ülkede kadınların insan olarak sayılmadığı hükmünü içeren kanunun değiştirilmesini sağladı. Rosa Luxemburg, sosyalist bir Almanya için çalışırken Alman askerleri tarafından öldürülen Marksist politikacı. Helena Rubinstein, kozmetik kavramını bulan ve bir servet sahibi olan Polonyalı girişimci. Helen Keller, bebeklik yıllarında görme konuşma ve duyma yeteneğini kaybetmesine rağmen aldığı eğitim ile özürlülere yardım edecek birçok yayın çıkaran pedagog. Coco Chanel, modern tasarımlarıyla moda kavramını yaratan tasarımcı. Eleanor Roosevelt, İnsan Hakları Bildirgesi’ni Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna sunan ve kabul edilmesini sağlayan dünyanın ilk First Lady’si. Amelia Earhart, Atlantiği uçarak geçen ilk kadın. Katharine Hepburn, yaşamına 4 Oscar ve 12 Oscar adaylığı sığdıran ve oynadığı rollerle tabuları yıkan oyuncu. Simone de Beauvoir, ikinci nesil feminizm dalgasını başlatan varoluşçu Fransız yazar. Rahibe Teresa, hayatını güçsüz ve bakıma muhtaçlara adadı ve Kalküta´da sadece kendi elleriyle 1000 kişiyi kurtardı. Dorothy Hodgkin, penisilin ve insülin üretiminin geliştirilmesini sağlayan bilim insanı. Indira Gandhi, Hindistan’ın ilk kadın başbakanı, ülkesini en zor zamanlarında dağılmaktan kurtardı. Eva Peron, Arjantinli lider Juan Peron’un eşi. Yoksulların ve kadınların haklarını savunarak halkın sevgilisi oldu. Margaret Thatcher, ‘Demir Leydi’ lakaplı İngiltere´nin ilk kadın başbakanı. Marilyn Monroe, seksilik kavramını sinemaya taşıyan en güzel sarışın. Dian Fossey, hayatının çoğunu Afrika’da vahşi gorillerle yaşayarak geçiren zoolog ve çevrebilimci… Soyu tükenmekte olan birçok hayvanın korunması çalışmalarına öncülük etti. Betty Williams, Kuzey İrlanda`da barışı sağlamak için yaptığı çalışmalar nedeniyle 1977`de Nobel Barış Ödülüne layık görüldü. Billie Jean King, kadın sporcuların eşit haklarda yarışabilmesi için savaştı. Yirmisi Wimbledon`dan olmak üzere 67 madalya kazandı. Benazir Butto, Müslüman bir ülkenin ilk kadın başbakanı olan Butto, Pakistan`ın diktatörlükten demokrasiye geçişini sağladı. Madonna, tüm zamanların en başarılı kadın pop sanatçısı. Müziğin ‘aykırı kraliçesi’ 1980`lerden itibaren pop kültürüne damgasını vurdu.

……………………………………………………………………………………………………………

Onlar, tarihi değiştiren kadınlar. Kadın kahramanlar. Dünyanın tanıdığı…

Semiha Şakir, Halide Edip Adıvar, Nene Hatun, Afife Jale, Keriman Halis, Müzeyyen Senar, Remziye Hisar, Gül Esin, Türkan Akyol, Süreyya Ağaoğlu, Müfide İnan, Filiz Dinçmen, Safiye Ali, Feriha Sanerk, Sabiha Bengütaş, Bedia Muvahhit, Feriha Tevfik, Neriman Altındağ Tüfekçi, Yıldız Kenter, Türkan Şoray, Sezen Aksu, Ajda Pekkan, İdil Biret, Suna Kan, Jale Yılmabaşar gibi bizim kahramanlarımız var.

Bir de sessiz kahramanlar var. Kimsenin tanımadığı. Evlerinde, tarlalarında, işyerlerinde hayatın şartlarına direnen, yok sayılsa da varlığını her anımızda gösteren, dokunduğu yere hayat veren kadınlar var.

Aslında her kadın, bir kahramandır. Kimileri tarihi değiştirir, kimileri talihi. Zaten değişim de ya bir kadının fikriyle, ya da bir kadın eliyle başlar. Mesela benim kahramanım annemdir.

Kadın, bir erkeğin, bir çocuğun, bir ailenin ve hatta bir toplumun talihini değiştirendir. Talihini değiştirdiği zaman tarihi de değiştirmiş olur bir bakıma…

Kadın, sanat, güzellik ve estetiğe ilham verendir. Şiirleri yazdıran, şarkıları besteletendir. Üretim hayatının tetikleyicisidir. Tek başına tekstil, moda, kozmetik, estetik ve dekorasyon dünyasını yaşatandır. Savaşları erkekler yapar ama savaş nedeni çoğu zaman bir kadındır. Çünkü kadın, erkeğin dünyasının başrol oyuncusudur. Dünyasının merkezi, hatta kendisidir. Çünkü kadın, erkeği ehlileştiren, yumuşatan, çalışkan yapan, güç ve güven verendir. Erkeğin hayatının direksiyonundadır.

Kadın, annedir. Dünyanın en muhteşem duygusunu yaşayan, yaşatandır.

Kadın yüreğini ve sevgisini koyduğu her alanda başarılıdır. Ama şuradan biliyorum ki, en yüksek başarıya en özgür bırakıldığı anlarda ve yerlerde ulaşıyor. Mutfakta mesela, tam bir özgürdür ve mucizeler yaratır. Bebeğiyle olan ilişkisinde, tam bir özgürlüğe sahiptir ve dünyanın en güzel iletişimini kurar. Yani demek istediğim, kadınlar özgürleştikçe, özgür bırakıldıkça, özgürlüğünün peşine düştükçe daha mutlu ve daha başarılı oluyor. Ya da başka bir ifadeyle, hayata en fazla katkı sağlayanlar, en fazla özgür olanlardır. O yüzden bu özel günün anısına ben de şunu dileyebilirim: Erkekler tarafından susturulmayan, kıstırılmayan, aşağılanmayan, ezilmeyen; eğitimiyle, fırsat eşitliğiyle, ekonomik ve sosyal özgürlüğüyle erkeklere eşit kadınlara sahip bir ülkemiz olsun.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü, başta eşim ve kızım olmak üzere, tüm kadınlara kutlu olsun.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

5 Mart 2014, İstanbul

Firuze

Firuze

Önce bir yerlerde kulağıma çalındı. Melodisi bir yerlerden tanıdık geldi, “ben bu şarkıyı nereden biliyorum?” diye düşündüm. Hem bildiğim bir şarkı gibi, hem yeni bir şarkı gibi. Sordum, öğrendim ki, “Firuze”ymiş… Hani çılgın dahi Aysel Gürel’in sözleri, Atilla Özdemiroğlu’nun bestesi olan ve Sezen’den dinlediğimiz o unutulmaz şarkı. Sanırım 80’li yıllardı o zamanlar. Hatırladığım kadarıyla da “Yılın Şarkısı” seçilmişti pek çok kuruluş tarafından. İşte o Firuze şimdi Jasmin Levy diye bir kadın tarafından seslendiriliyordu. Libertad isimli bir albümdeymiş, aldım arabamda dinliyorum sık sık…

Jasmin Levy’yi belki daha önce de dinlemişsem de kim olduğunu bilmeden dinlemişimdir. Firuze’yi kendi dilinde seslendiriliyordu, yalnızca Firuze adı tanıdık geliyordu. Ama şarkıyı bildiğimizden biraz farklı söylese de öyle muhteşem bir yorum katıyordu ki, bu hüzünlü sesin sahibini tanımak istedim.

Jasmin Levy’nin babası Manisa’da doğmuş. İsrail devletinin kuruluşundan sonra radyoda koro şefliği yapmak üzere İsrail’e dönmüş. İki yaşında babasını kaybeden Jasmin’i annesi büyütmüş. Altı yaşında piyano çalmayı öğrenen sanatçı, 20 yaşında ciddi anlamda şarkı söylemeye başlamış. Kısa sürede uluslar arası bir şöhret sahibi olmuş.

Ülkemizde de konserler veren Levy, Türk müziğini de ilgiyle takip ediyormuş; İbrahim Tatlıses, Orhan Gencebay ve Sezen Aksu’yu çok beğeniyormuş. Hatta geçtiğimiz yıl Aysel Gürel’e Saygı albümünde yine Atilla Özdemiroğlu’na ait Sevda isimli şarkıyı da yine kendi dilinde söylemiş. Şimdi dünya starı Jasmin Levy’nin muhteşem sesinden tüm dünya Firuze’mizi dinliyor. Harika bir duygu bu….

Jasmin Levy’den özellikle söz etmemin nedeni şu ki, görüyorsunuz sanat, dünyanın ortak buluşma noktası. Birbirlerinden uzakta farklı kültürlerle büyüyen ve farklı yaşam biçimlerine sahip olan insanlar sanatın sihirli dokunuşuyla aynı duygularda buluşuyorlar. Siyasetin ayrıştırdığı dünyayı sanat birleştirmeye çalışıyor. Müzik de bu duyguların ortak dili olarak ayrı bir yere konuyor. Anlamadığımız dillerdeki müzikleri anlayarak duygulanıyoruz. Rodrigo, İspanya iç savaşından duygulanarak Gitar Konçertosu’nu besteliyor ama tüm dünya o şarkıda bambaşka duygular yaşıyor; aşklarına, ayrılıklarına tercüman ediyor.

İnsan olmanın, insani ortak değerlerle donatılmanın muhteşem zenginliği bu işte. Bir düğüne gidiyorsunuz, gelin ile damat Uruguaylı besteci Gerardo Matos’un bestesi La Comparsita eşliğinde geliyor, Amerikalı Whitney Houston’un şarkısı I Will Always Love You ile dans ediyorlar. Yunan müziği Kasap Havası ile halay çekiyor, Arap müziği ile göbek atıyor, Ankara’nın Bağları ile eğleniyoruz. Gördüğünüz gibi çok ulusluyuz.

İçimizde de pek çok farklı müzik türleri yaratmışız. Balkan müziğinin oynaklığı, Ege müziğinin ağırbaşlılığı, Akdeniz müziğinin coşkusu, Karadeniz müziğinin canlılığı, Doğu Anadolu müziğinin hüznü, Orta Anadolu müziğinin neşesi her kültürü, her coğrafyayı sevmemizi sağlıyor. Roman müziği çaldığında kayıtsız kalan, ceketi beline bağlayıp piste fırlamayan var mıdır? Ya o Kolbastı çılgınlığına ne demeli? Ankara türküleri anında ayaklarınızı yoldan çıkarmaz mı? Havada Bulut Yok Bu Ne Dumandır derken hepimiz sanki oğlunu Yemen’e savaşa göndermiş gibi hüzünlenmez miyiz? Kibariye o kendine özgü hançeresiyle “Eller Kadir Kıymet Bilmiyor Annem, Senin Kadar Kimse Sevmiyor Annem” derken annesi aklına gelmeyen, içindeki kırıklığı yüreğine hapsedemeyen, ağlamayan var mıdır?.. “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı”yı dinlerken bir anda hepimiz Çanakkaleli olmuyor muyuz?.. “Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine, Hasret Kaldım Gözlerinin Rengine” şarkısında kim içki meclisinde bir “ah” çekmez ki?.. “Hani Benim Gençliğim Nerde” diyen Ahmet Kaya’yı anlamak için Kürt olmak mı gerekiyor? O hepimizin olmuyor mu? Ya da Jasmin Levy’yi Yahudi olduğu için dinlemeyecek miyiz? Sevmeyecek miyiz?

Ayrıştırma politikacıların işi. Birbirine bir kötülüğü olmayan toplumları ve onların yeni büyüyen hiçbir şeyden habersiz çocuklarını düşman yapmakla büyük günah işliyorlar. Oysa aslında biz ekmeğimizi onlarla paylaşıyoruz. Evet evet, yalnız komşumuzla değil, tanımadığımız insanlarla. Nasıl mı?

Kiltaş hammaddesini Guyana’dan alıyor. Taa Güney Amerika’dan. Onu Türkiye’de, Türk insanlarının elinde işliyor; ateşe dayanıklı fırınlarında kullanmak üzere fabrikalara veriyoruz. O fabrikaların birinde bir fırın üretiliyor. O fırın İtalya’ya satılıyor. İtalyan bir kadın o fırında bir makarna üretiyor ve o makarnayı İran’a satıyor. İran’lı bir kadın o makarnayla karnını doyuruyor, mutlu bir biçimde işine koyuluyor, güzel bir halı dokuyor. O halı İsveçli bir çiftin evlerine gidiyor. İsveçliler balayına Türkiye’ye geliyor. İsviçrelinin bulduğu bir aşıyı Afrikalı kullanıyor ve hastalığı yeniyor. Brezilya kahvesini içiyor, Seylan’dan çayımızı getirtiyoruz.

Böyle bir örnekte gördüğünüz gibi biz dünyanın tüm insanları aslında kocaman bir aileyiz. Hepimiz bir boşluğu dolduruyor, dünyayı daha yaşanır kılmak için çalışıyoruz.

Dünya gitgide küçülüyor, sınırlar kalkıyor ve birbirimize şarkılar söyleyerek ilerliyoruz.

Geleceğin daha güzel ve barış içerisinde olması; müziğin sesinin hiç kısılmamasını diliyorum.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

20 Mart 2014, İstanbul

Bir Ben Var Bende,Bir De Öteki Ben…

Bir Ben Var Bende,Bir De Öteki Ben…

Çoğunlukla hayat sorumluluklar ve görevler üzerine kuruluyor. İnsan çocukken bir an önce büyümek istiyor. Çocuk aklı işte! Bilse, hiç büyümeyecek de… Büyüdüğü zaman da hep çocukluğu kalıyor aklında. Yaşadıkları, yaşayamadıkları, özledikleri, yaşamak istedikleri ne varsa, hepsi göğsüne hapsedilmiş bir büyük “of” gibi, bir iç çekiş gibi hep yanında.

Dedim ya, sorumluluklar ve görevler öyle ağır basıyor ki, o elbiseyi öyle bir üniforma gibi üstünüze giyiyorsunuz ki, sanki tüm hayatınız boyunca sadece tek bir göreviniz varmış gibi başka biri olamıyorsunuz. Başarıya endeksli bir hayat sizi makinenin dişlilerinden biri yapıyor. Üstelik ne başarının sonu var, ne bunun keyfini çıkaracak boş vaktiniz… Hep bir sonrakine odaklanıyor, hep bir sonraki sipere ulaşmaya çalışıyorsunuz.

Bazen aniden yalnızlaştığımı, bu sırada da kendimi hayatımı sorgularken, geçmişin hesaplarını yaparken bulurum. Geçmişime üzülür, geleceğimden endişelenirim. Sorgulamalar hiç bitmez hayatımdan, anlam veremem bu dünyanın ve insanın düzenine. Yanımda birilerini ararım. Ama bir bakarım ki, dün yanımda olanlar bugün yok oluvermişler… Verilen emeklere, bağlanılan umutlara ve hayallere üzülürüm. Kendi kendime derim ki: “Bir avuç çakıl taşım vardı elimde, her giden bir tanesini götürdü. Geriye kalan ise sadece boşluk”…

“Bu dünyadaki rolüm nedir?” diye düşünürüm… Kendimi bir anda oyundan çıkartılmış hisseder, üzülürüm. Sonra “bırakma kendini” derim. “İyi şeyleri düşün. Nasıl bakarsan öyle görürsün.” Sahte gülücükler yaratır, kendi içimde Pollyannacılık oynarım. Son bir umutla tutunacak yeni dallar ararım. Ama attığım her adımda cebimdeki misketlerden bir tane daha düşer. Onlar düştükçe ben neşemi kaybederim. Yeni hayaller yaratırım. Onlar için yaşayacağım yeni yaşama sebepleri. Sahte hayaller, sahte insanlar, sahte sevgiler…

Ve bazen gitmek isterim buralardan, tüm geçmişi ve tüm duyguları geride bırakarak… “Sanki bir önceki hayatımda ben bunları yaşamıştım” diyerek hatırlayacak kadar yabancılaşmak isterim kendimden. Bir başka diyar, bir başka ben…

Ve bazen de “gerçek hayat bu değil, gerçek insanlar bunlar değil” diyerek tüm dünyaya kafa tutmak isterim.

Ve bazen sadece susmak isterim. Sessizliğin tüm soruların cevapları olduğunu bilirim… İşte o zaman kaçmak isterim. Bulunduğum yerden, gördüğüm insanlardan, görevlerimden, sorumluluklarımdan, her şeyden, herkesten, hatta kendimden bile…

Bazen, uzun zamandır görmediğim dostları çat kapı ziyaret etmek, bir kitabı, bir anı, bir sohbeti bölmeden yaşamak… Hayatın akışına kaybolmak, sessizliğe kulak vermek.. Ne güzel olurdu!..

Bunalırsınız şehrin telaş ve stresinden. Bunalırsınız iş hayatının hesap/kitaplarından. Yorulursunuz, dolarsınız, tıkanırsınız hatta… Tam böyle bir zamanda bazen bir plan yaparak, bazen ani bir kararla atarsınız kendinizi bir tatil beldesine. Herkeslerden uzak, gönlünüzce dinleneceğinizi, sinirlerinizi yatıştıracağınızı hesap edersiniz. Hatta içine eğlence bile katacağınız küçük planlar da eklersiniz. Kendinizi ödüllendireceğiniz alışverişler, kıyafetler, güzel yiyecekler, bol bol içecekler… Deniz, güneş, ayın batışı, yakamozlar… Sizden iyisi yoktur hesapta.

Ama o da ne!.. Telefonlarınız her zamankinden fazla çalmaya başlar. Ya da siz ararsınız her zamankinden daha fazla. Sanki sizsiz hiçbir şey yolunda gitmeyecektir. Sanki sizin olmadığınız zamanlarda dolar fırlamış, faizler zirve yapmış, borsa patlamış, müşteriler kaybolmuş, üretim durmuş, çalışanlar çalışmaz hale gelmiş gibidir. Ve sanki dünyanın tüm aksilikleri, aksilik bu ya, sizin üç günlük tatilinize denk gelir. Sizi huzurunuzla baş başa bırakmamak için anlaşmışlardır.

Onu ararsınız talimat verirsiniz, ötekini arar transferleri sorarsınız. Tekrar döner teyit ettirirsiniz. Olmadı bir daha, yok başka bir kişi daha, böyle sürer gider. Gelmek için iyi bir zaman değildi diye düşünmeye başlarsınız. Aklınız orada kalır. Şunun farkına varırsınız ki, siz olmadan bir iş yürümüyordur. Bir yere bırakıp gidecek lüksünüz yoktur. Hatta daha ileri gider, “tatil benim neyime” bile dersiniz. Vaktinizi işle doldurduğunuzu geçtim, uzaktan işleri halletmeye çalışmak daha zor ve daha streslidir. Emanet güvensizliğe, güvensizlik korkuya, korku endişeye, endişe de yerini strese bırakır.

Aslında sonra anlarsınız ki, sizsiz de hayat kaldığı yerden devam etmekte, işler küçük telaşlar dışında aynen yürümektedir. Ama asıl sorun sizdedir.

Siz gittiğiniz yere de aynı kafayla gitmişsinizdir.

Yani sözün özü, insan kafasını değiştirmediği; sorumluluk ve korkularını da götürdüğü sürece, nereye giderse gitsin, aynı adam olarak gider. Kendini değiştirmediği sürece, hiçbir şey ve hiçbir yer onu değiştirmez.

Cennet de cehennem de, iş de, tatil de sizin içinizdedir.

Tıpkı korku ve güvenin, umut ile karamsarlığın, kazanmak ile kaybetmenin sizin kafanızda olması gibi.

Siz istemezseniz hiçbir şey olmaz.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

10 Nisan 2014, İstanbul

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.