Yazar: Kiltaş

“Umuttuk”,Unutulduk…

“Umuttuk”,Unutulduk…

Hangi tutku cikletten çıkmıştır ki! Oysa umut vardır, hülya vardır, düş vardır.

“Umut”tan “unut”a ne zaman geçer insan? Ya da kaç “unut”tan bir “umut” yaratmayı başarır? Ve sonunda kaç “umut” biterse, unutmak mümkün olur?…

Unutmaya çalışmak, en fazla gözlerimizi yorar. Unutamayız. Bir yalnızlığı eskiterek yeni bir hayata başlamaya çalışmak, kendimizle yarışmaktır. Başlayamazsak yeniliriz. Ama her şeyin sonu değil bu. Sadece kaybetmeyi öğreniriz.

Neyi, kimi kaybettiğimizi zaman bize gösterecektir. Belki doğru insanı yanlış sevdik, belki de yanlış bir insanı kalbimize koyduk ki aşkın en tehlikelisidir yanlış sevmek. Bir insanı yanlış sevince, yalnız sevmek zorunda kalıyoruz. Çünkü o bunu hissederse bizden gitmekle de kalmaz, bizi bize terk eder. Yanlış bir sevgide, doğru bir davranıştır bu. İlk başlarda anlayamaz, onun gidişine kızarız. Hatta öyle büyük bir yanlışlıkla sevmişizdir ki onu, zaman anlamamıza izin vermez, giderse kızmaya devam ederiz. Kendi kendimize sorular türetir, yine kendimizde cevaplarımızı aramaya devam ederiz.

“Acaba çok sevdiğim için mi gitti?”

“Bir gün o da beni özler mi?”

“Tekrar geri gelir mi?”

Alıştıralım kendimizi. Hepsinin cevabı HAYIR! Hepsinde vardır elbet bir hayır. Aslında yanlış seven birisi için kadere sığınmak da zor gelir. Çünkü içinde hep bir isyan, hep bir hayata karşı inatlaşma besler. Hatta bir süre sonra kalan doğrular da yanlış olmaya başlar. Sonu gelmez gitmelerin. Hiç başlamaz bitirmek istediklerimiz…

Peki, ya yanlış insanı doğru sevmişsek?

Doğru severken, kaybetmişsek? İşte o zaman geride kalan aşk olur ve geriye kalan ne varsa hepsi yaş olur. Başta hissetmeyiz terk edilmenin acısını, çünkü aşk hala sıcaktır. Sonradan sonraya anlarız ki, gidenin kalbinde bize karşı duyduğu aşk soğumuştur. İşte ondan sonra başlar gerçek acılar. Ne kalmışsa bizimle, kalabalık gelir. Geriye neyi bırakmışsa bizim elimize, hep yük olur. Vazgeçmek ister, terk etmeyi deneriz bir bir…

Mesela onu hatırlatan geceleri terk etmek isteriz…

Önce karanlıktan korkmayı öğreniriz. Çünkü ne kadar karanlıkta kalırsak o kadar hatırlarız. Gözlerimizi kapatır, uyumayı deneriz. Bu kez de gözlerimizi kapattığınızda onun yokluğu gelir gözlerimizin önüne ve tekrar gözkapaklarımızı karanlığa açarız. Ama ne yaparsak yapalım, tek kişi uyuyamayız. Hatırımız uyanık kalır, güzel günleri hatırlarız.

Kalbimiz, sekizde sekiz kusurludur.

Böyle bir durumda çaresizliğin yemeğini vermeyi, yalnızlığın altını değiştirmeyi unutmamak gerekir!..

Mesela, herkesi terk etmek isteriz…

Herkes onun gibi gelir. Kime baksak onun yüzü, kiminle yeni bir merhabaya başlasak, onun sesi. Ve yanımızdan kim geçse, onun kokusu.

Onu kaybettiğimiz şehri dolaşmaya çıktığımızda, bir an kalbimizi evde yastığa sarılmış halde unuttuğumuzu fark ederiz.

Çünkü onu kaybettiğimiz yer koca bir şehirken; kalbettiğimiz tek yer rüyalarımızdır…

Evet, belki unutamayacağız. Unutmak için çalıştıkça kendimizi karşımıza almayı öğreneceğiz. Biraz kendimizden, biraz da gidenden eksilterek yaşamaya devam edeceğiz. Onun eksikliğini hissetmemek için gereken neyse, onu yapacağız. Kopmayacağız hayattan, çünkü koparsak uçuruma düşeriz ve bir daha dönüşümüz olmaz. Umudunu yitirmiş bir benlik, bir daha asla yolunu bulamaz.

Hem artık, daha güçlüyüz. Çünkü aşkta kaybeden taraf değil, kaybedilen tarafızdır. Bir aşkta kaybedilen, her zaman kazanmayı bilendir. Ve aslında kaybetmekten korktuklarımız, kaybettiklerimizdir.

Böyle söyleriz, kendi kendimize. Kendi kendimize, çünkü bu koca şehirde yapayalnızızdır. Çünkü dağın dağa kavuştuğu ülkelere inat, insan insana kavuşmaz burada.

“Biliyorum, bu şehrin azalmış bir gururu var

Sokakları haydut, binaları çete, havası zanlı

Hangi köşeye gidip bir bulmaca sorsam

Cevabı belli:

Bize bu memleketten tavşan çıkmaz

Şapkamız yırtık!”

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

4 Nisan 2015, İstanbul

Elveda Ayazağa,Merhaba Silivri…

Elveda Ayazağa,Merhaba Silivri…

1978 yılında Kiltaş’ı kurduğumdan bu güne tam 37 yıl geçmiş… O yıl doğanlar bugün olgun birer insan. Deneyimli birer çalışan, muhtemelen evli ve ergenlik çağına gelen çocukları var. Yani artık bilgi ve birikimleri de arttı, kendilerine olan güvenleri de… Bu demektir ki artık hayatlarında büyük kararlar alabilecek cesaretleri var. İş değiştirmek gibi, büyük açılımlar, büyük yatırımlar yapmak gibi… Ama öte yanda büyüyen sorumlulukları var. Tek başlarına olsalar sorun değil, “iki lokma bir hırka, nerde olsa bulurum” diyebilirler. Kolay değil risk almak. İnsanın bağları çok olduğunda korkuları da çok oluyor. Yani tam bir kafa karışıklığı. Gitmek mi kalmak mı? Değişmek mi, var olanı korumak mı? Büyümek mi, küçülmemek mi?

Çünkü alacağınız kararlar yalnız sizi değil, tüm sorumlu olduğunuz insanları da bağlıyor.

Kiltaş, bir kurum. Sanayi kuruluşu. Ama aslında yaşayan bir organizma. Hatta tıpkı bir insan gibi… İhtiyaçları var. İlgi istiyor, sevgi, emek istiyor. Masrafları var, moral istiyor, yenilenmek istiyor, güzel görünmek istiyor. Rekabet duygusu var, yarışıyor. Değişen dünyadan, Türkiye’nin sıkıntılarından en çok o etkileniyor. Kriz zamanları ürküyor, tedirgin oluyor; kara kara düşünüyor geleceği. İşler iyi gittiği zaman havaya giriyor, hep böyle gidecek sanıyor.

Çünkü Kiltaş, tek bir kişi kurmuş olsa da, onlarca kişinin çalıştığı, yüzlerce kişinin geçimini sağlayan bir çark… Orada birbirini tanımayan farklı dünyalardan, farklı kültürlerden gelmiş insanlar buluşuyor, bir amaç için çalışıyor. Sonra kocaman bir aile oluyorlar. Yani sözün kısası, sadece eşinizin, çocuğunuzun sorumluluğu değil; büyük ailenin sorumluluğunu da her an hissediyorsunuz. O güzel filmdeki gibi, insanın yeryüzünde kendisine en uzak olduğu nokta, kendi sırtıdır aslında…”

Hani bir çocuk büyür, büyür de ayakkabıları dar gelir ya; ayağı küçültemeyeceğinize göre yeni bir ayakkabı almak gerekir ya!.. Kiltaş’ın durumu da aynen öyle oldu. Biz de bunun üzerine uzun uzun düşündük, hesap yaptık, durumu tarttık, tartıştık ve nihayet yeni ve daha büyük bir yere taşınmaya karar verdik. Ünlü yazar Aldoux Huxley’i dinledik: Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlayamayabilirsin. Şimdi başla, şu anda bulunduğun yerden, elindekilerle başla” sözünü… Pir Sultan’ı dinledik, “dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan” deyişini… Lao-Tzu’ya kulak verdik, “binlerce km’lik bir yolculuk bile tek bir adımla başlar” diyen hayata bakışını… “Dağ ne kadar yüce olsa da, yol üzerinden geçer” atasözünden ilham aldık… Augustine’in dediği gibiydi dünya: “Dünya bir kitaptır ve seyahat etmeyenler, onun sadece bir sayfasını okurlar.” Paul Coelho’nun romanında anlattığı gibiydi hayat: “Doğduğumuz andan ölene kadar hayatımız sürekli bir yolculuktur. Manzara değişir, insanlar değişir, ihtiyaçlar değişir ama tren hep ileri gider. Hayat bir trendir, tren istasyonu değil…” Halil Cibran güç verdi bize; “Biz gezginler, en tenha yolu seçeriz. Günü bitirdiğimiz yerde, diğer bir güne başlamayız…”

Geceli gündüzlü çalışmalarla, tutkuyla ve inançla işi bitirdik ve geçtiğimiz haftalarda Silivri’de tamamladığımız yeni tesislerimize gittik.

Bu gidiş düşündüğümüz kadar kolay olmadı. Dile kolay, 37 yılın emeği, anıları vardı bıraktığımız yerde. O yüzden giderken karmakarışık duygular yaşadık.

Gitmek zordur bilirsiniz. Çok zor…

Şairlerin şairi Cemal Süreyya’nın dediği gibi, “Gitmekle gitmiş olamazsın. Gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır.”

Gitmek, kalamamaktır. Ne kadar da bencilce görünüyor! Bazen kaldığında da gitmiş olmak mümkündür oysa… Gitmek kartlardan büyüğünü çekip “hoşça kal” demektir.

Gitmek, kalma sayısından 1 fazlası. Ya da 1 eksiği…

Gitmek, yanında götürmediklerine cevaplanmamış sorular, ödenmemiş hesap bırakmaktır.

Zamanı var mı bu gitmelerin, yoksa rastgele de gidilebiliyor mu? Ya da gidenin sebebinin anlamlı olması, gidişini hafifletici sebep yapar mı?

Gitmek istemeyip de gitmek zorunda bırakılmak da var. Hepimiz en az bir kez yaşadık değil mi?

Yolun, yordamını bilmeden gitmeye başlama isteği… Başlarken kilometre hesabı yapacak bir haritası da olmadan hem… Ama yol üstünde olabilecekler var elimizde. İhtimaller sepetimizde… Gittikçe, varılacak yerin aslında olmadığını anlatan bir yola çıkarken…

Seneca, “Rüzgarın yönünü tayin edemeyiz ama geminin yönünü değiştirebiliriz” diyordu ve bu bizim hayatın akışını değiştirebileceğimize olan inancımızı güçlendiriyordu. Einstein gibi bir dâhinin sözünü dinlemeyecek miydik? “Mantık, sizi A noktasından B noktasına götürür. Hayal gücüyse, her yere.” Ve büyük usta Nazım, “bazen önemli olmamalı gidecek olan ya da gelmeyen… Çünkü bazen, başlaman gerekir her şeye yeniden” diyerek başlamamız gerektiğini hatırlatıyordu sanki…

Andre Gide’in, “kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe insan, yeni okyanuslar keşfedemez” sözü yalan mıydı? Can Yücel, “en uzak mesafe, birbirini anlamayan iki kafa arasındaki mesafedir” diyordu ya, demek ki birbirini anlayanlardan kurulu Kiltaş için mesafeler sorun olmamalıydı.

Hem Nobel’li şair Gabriel Garcia Marquez ne diyordu: “Gitme zamanı gelmişse ‘dur’ demenin, zaman geçmişse ‘dön’ demenin ve aşk bitmişse ‘yeniden’ demenin hiçbir anlamı yoktur.”

Elbette ki Edebali’yi de unutmadan!… Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.”

Unutmayacağız asla, bir kürek ve bir yürekle başladığımız yolculuğu… Kaybederken de kazandığımız büyük deneyimleri… “İşimiz onurumuzdur, hayatta olma nedenimizdir” duygusunu…

Seni hiç unutmayacağız Ayazağa.

Merhaba Silivri!..

Saygılarımla.

 

Nejat Gümüş

4 Mayıs 2015, İstanbul

İşimiz Gücümüz Yaşamak…

İşimiz Gücümüz Yaşamak…

“İşim gücüm budur benim

Gökyüzünü boyarım her sabah

Hepiniz uykudayken

Uyanır bakarsınız ki mavi

Deniz yırtılır kimi zaman

Bilmezsiniz kim diker

Ben dikerim!”

Şiirlerinde hayatı en masum, en çocuk doğallığıyla aktaran büyük usta Orhan Veli böyle söylüyor Dalgacı isimli şiirinde.

Herkesin işi/gücü ayrı. Ve inanıyorum ki yalnız insanların değil, tüm canlıların, hatta tüm cisimlerin, varlıkların bir varoluş gayesi var. Her şey bir işe yarıyor. Bir boşluğu dolduruyor. Belki de bu yüzden doğanın muhteşem dengesi. Bu taşlar yerinden oynadı mı doğal denge de bozuluyor, tabiat da öfkeleniyor. Afetlerle, facialarla denge oturuncaya kadar tabiat öfkesini gösteriyor.

İnsanın uygarlık serüveni çalışmayla başladı. Çalışmayla da devam ediyor. Kimileri için sadece ve sadece rızık için katlanılması gereken vazife gibi görünse de çalışma, kimileri için yaşamın gayesi olabiliyor. Belki de bu yüzden kimse kimseyi anlayamıyor. Ve kimse kimseyle uyum içerisinde olamıyor.

Mesela, bir işletmeniz var; bir fabrikanız… Farklı departmanları için farklı işgüçlerine ihtiyacınız var. Bu departmanların her biri ayrı ayrı ve birbiriyle uyum içerisinde çalışırsa işletme başarısı olarak iyi sonuçlar alacaksınız. Yüksek kazançlar sağlayacaksınız, çalışanlara ihtiyaçları oranında zam yapacaksınız, işleri büyüteceksiniz, hedefleri büyüteceksiniz, yeni çalışanlar alacaksınız, daha çok insana, daha çok aileye geçim kapısı olacaksınız. Devlete daha çok vergi vereceksiniz, ülke ekonomisi büyüyecek, dünya üzerinde daha fazla söz hakkımız olacak, insanlarımız daha yüksek bir refah seviyesine kavuşacak.

Ama birlikte çalıştığınız insanlar böyle bir bakış açısına sahip değilse, yüksek hedefleri, iş sorumluluğu ve disiplini yoksa, işi idare eder gibi yapıyorsa, bir fark yaratmıyorsa, vazgeçilmeyecek biri gibi davranmıyorsa, bir süre katlandıktan sonra tam bir hayal kırıklığı ile yollarınızı ayırıyorsunuz. Görünürde birinin ekmeğiyle oynuyor pozisyonundasınız. Oysa o pozisyonu daha fazla hak edecek birine fırsat veriyorsunuzdur. O kişiyi de uyarıyorsunuz, bundan sonraki iş hayatı için unutulmaz bir deneyim yaşatıyorsunuzdur; “bu anlayışla başarılı olamazsın” diyorsunuzdur.

Dünyaya bakın bir, heveslendiğiniz hayatlara, yerinde olmak istediğiniz insanlara bir bakın; o noktaya nasıl gelmişler, bir daha düşünün… Mesela, Alman Mucizesi diye bir şey var! 1945’de savaştan yenik çıkmış, ülke harabe halinde, pek çok insan gücünü kaybetmiş, inanılmaz boyutlarda savaş hasarları, tazminatları; ama aradan sadece ve sadece 20 yıl geçmeden dünyanın en büyük ekonomilerinden biri haline gelmiş. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, bunu yaratan müthiş Alman disiplini ve çalışkanlığı.

Benzer bir örneği de Japonya üzerinden verebiliriz. Almanlar gibi onlar da İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmışlar, ama bugün tüm dünyanın saygınlığını kazanan bir sanayi ve ekonomileri var. Pek çok teknolojinin mucitleri…

Biz galiba biraz tembel bir toplumuz. Şimdi bu yargıma bir çoğunuz, “iş var da çalışmıyor muyuz?” diyebilirsiniz. Ben işi olup da çalışmayan, çalıştığı işin hakkını vermeyenlerden söz ediyorum. Bunu şöyle genelleyebiliriz de…

Hani çoğumuz piyango, loto, toto, at yarışı gibi tutkulara sahiptir ya… Hayal kurarlar, büyük ikramiyenin kendilerine çıkması üzerine… Çoğumuz biliriz ki o hayallerin hemen hepsinde, o büyük ikramiye ile bir iş kurmak ya da işi büyütmek fikri yoktur. O parayı herkes nasıl yiyeceğini, hayatının geri kalan kısmında çalışmadan nasıl gezeceğinin hayalini kurar. Yani itiraz etseniz de etmeseniz de, çalışmak bir zorunluluk çoğumuz için!

Ben işini zorunluluk gibi görenlerden olmadım hiçbir zaman. Hangi işi yaptıysam, ki her yaptığım iş, aslında hayalini kurduğum iş değildi, o işe dört elle sarıldım. İşim hayatım oldu. Oysa kaç yıldır çalıştığımı bilseniz, bıkmış olmam gerektiğini düşünürsünüz. Yorulduğumu, yıprandığımı, artık çoktan emeklilik çağımın geldiğini, bir köşede oturup, hobi sahibi olmam gerektiğini söyleyebilirsiniz.

“Boyayalım abiler, parlatmazsam para yok!” diyerek boyumdan büyük boya sandığını sırtıma vurup caddeleri arşınladığımda da tutkuyla yapıyordum işimi. Gerçekten o boya fırçasını savurduğum ayakkabıları yeniymiş gibi parlatmadan bırakmıyordum.

“Çirkin Kral Yılmaz Güney’in son filmi Yedi Dağın Aslanı bu akşamdan itibaren sinemamızda” diyen çocuk sesimle sinemada yer göstericiliği yaptığım zamanda da böyleydim.

Bugün Kiltaş’ı yeni tesislere kavuşturduğumuz şu günlerde de durum değişmedi. İnşaat başladığından beri her hafta sonu geldiğim Silivri’de, son üç ay evimden, çocuğumdan uzak, burada yatıyor, burada kalıyorum. Ben işimi böyle yapıyorum.

Bunun hırsla, para kazanma tutkusuyla bir ilgisi yok. Bir şey yapmak, bir şeyi başarmak beni zinde tutuyor, en önemlisi mutlu ediyor. Hayatla bağlarımı koparmıyor.

Herkes başka türlü yaşıyor, başka hobileri vardır ya hani… Kimisi avcılıkla eğlenir, kimi futbol, kimi gezme meraklısıdır. Kimi yemek/içmekten keyif alır, kimi plak koleksiyonu yapar. Benim gibi kimileri de çalışır, hep çalışır. Çalışmaktan zevk alır, en yüksek mutluluklara o an vardığını hisseder. Yorulsa da bu yorgunluğu yine çalışarak atar.

Hayat böyle bir şey. Farklı insanlar, farklı yorum biçimleri, farklı hayatlar… Kimsenin kimseyi anlaması da zor, yargılaması da haksızca…

Zaten bunun için “Dünyada iki insan yok ki yaşadıkları duyusal dünyalar aynı olsun” diyor ünlü bilim adamı Paul Breslin. ABD’nin Philadelphia eyaletinde bulunan Monell Kimyasal Duyular Merkezi’nde görev yapan Breslin, “Gördüğünüz dünya, tattığınız yiyecekler, kokladığınız kokuların hepsi size özgün bir şekilde algılanıyor” diye açıklıyor.

Sözün sonunu söz ve yaşama ustası Nazım’ın dizelerine bırakalım:

“Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

bir sincap gibi mesela,

yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,

yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,

yani o derecede, öylesine ki,

mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

yahut kocaman gözlüklerin,

beyaz gömleğinle bir laboratuvarda

insanlar için ölebileceksin,

hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

hem de en güzel en gerçek şeyin

yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

yaşamak yanı ağır bastığından.”

Bakın, lafa takıldım. Şimdi müsaadenizle, işimin başına dönüyorum.

Sağlıcakla kalın!

Nejat Gümüş

14 Mayıs 2015, İstanbul

Akşam Hep Erken Gelirdi Çoçukluğumuza…

Akşam Hep Erken Gelirdi Çoçukluğumuza…

Çocuk, çocukluk edecek kimsesi kalmadığı zaman büyürmüş… Hepimiz annemizi/babamızı kaybettiğimiz zaman, evimize akşamın geliverdiği o gün, erkence oyunları yarım, oyuncakları ortada kalmış çocuklar gibi gittik…

Ansızın yağmur başladı. En tatlı yerindeydik oyunun. Saklanacak ne güzel yerler keşfetmiştik. Kaçacaktık, kovalayacaktık, yakalayacaktık, yenecektik… Sırası mıydı? Gök gürültüleri, şimşekler, patır patır inen deli damlalar, sonra dolu taneleri. Toprağı delecek gibi nasıl da iniyordu deli taneler.

Akşam erkence geliverdi. Yaz günleri uzundu uzun olmasına da, yetmedi. Oyuna yeni başlamıştık. Akşam hep geldi. Günler ne kadar uzarsa uzasın, akşam hep erken geldi. Gözümüz arkada gittik evlerimize.

Soğuklar başladı. Uzun günler geride kaldı. Yalnız çocuklar değildi sokaklara doyamayan, güneş de toprağımıza, göğümüze doyamamıştı. Kurşunî gökler altında, deli dalgalar vururken kıyıya, deniz gri toprak griyken, rüzgar sert haşin eserken, bir oyuncak kamyon, bir kürek kalakaldı uçuşan kumlar arasında. Patlak bir top, kuru dallara takılmış bir uçurtma kalakaldı.

Yarım kalmış da rüyalar uyanmışız gibi, yeniden gözlerimizi yumar gibi akşam hep erken geliverdi.

Çamaşırlar ipte kalır, belki yemek ocakta, izlediğimiz diziler yarım. Uzakların sonunu merak ederken yakın bir sona, sonumuza yakalanıveririz. Söylenmedik o kadar söz, kurulmamış o kadar cümle kalakalır; kalakalır kalem elimizde. Sofraların önünde elimizde kaşık kalırız. İşlerimiz, toplantılarımız, projelerimiz, evraklarımız, kazandığımız ve kazanacağımız o kadar kimlik kalakalır.
Yağmur yağmış gibi, aniden çağrılmışız gibi…

Baharlar ortada kalır, meyve verecek çiçekler dallardadır. Öfkelerimiz dimağlarımızdadır. Hırslarımız, hınçlarımız, kinlerimiz, intikamlarımız sıkılmış yumruklarımızdadır. Akşam gelir, yumruklarımız kendiliğinden, sessizce çözülür. Oysa yaz günleri henüz geliyordu. Tam da yavaş yavaş ısınıyorduk.

Resmimiz henüz bitmemişti ki… Evi boyadık, yeşil bahçemizi, elma ağaçlarımızı. Ağaç dallarına kurduk salıncağımızı, güneşi kondurduk göğümüze. Çiçekleri boyamadık daha, çiçek toplayan kızları ve havuzu. Ya evimizin önünden akıp giden kahverengi yol… Onu da boyamadık. Ama onu zaten boyamayacaktık. Yol olmamalı, gitmek olmamalı. Boyalarımız bitti, resmimiz bitmedi, tablolar yarım.

Ne zaman bindik dönme dolaba, ne zaman indiğimizi sandık? Dönmeye nerede başladık? Başımız dönüyor dönüyor. İnmedik dönüyoruz. Yalnızca daha büyük dönme dolaplara bindik. Zevkleri bitti, telaşı kaldı dönmelerin. Topaçlarımız vardı, döndürürdük. İpi dolar dolardık topacımıza, sonra salardık. Dönerdi, döndürürdük. Topaçlarımızı bıraktık, dönme dolaplara bindik. Döndürülüyoruz. Ve hiç inmeyeceğiz sanıyoruz. Çocuklar biliyorlar ineceklerini, akşam olacağını, eve gideceklerini. Oyunlarının biteceğini. Çünkü onların oyunları, oyuncakları gerçek. Büyüklerin oyunları, oyuncakları yalan.

Yalan oyunlarımızda gölgelerle boğuşurken yağmura yakalanıveriyoruz. Bitmemiş kavgalarımız, kazanılmamış savaşlarımız. Vurup kırıyor, bağırıp çağırıyoruz. Kavgalarını, dünkü küskünlüklerini unutup, bugün yeniden aynı ipe uzanan küçük ellerden, bir topun etrafında aynı kaleyi savunan küçük omuzlardan uzağız.

Bir gün büyüklerin büyük oyunları yarıda bittiğinde, geride büyük küskünlükler, kazananın da kaybettiği büyük savaşlar kalıyor.

Ellerimiz boş, gönlümüz hasret dolu gidiyoruz. Oturamayacağımız evlere baka baka gidiyoruz.

Fark etmiyor yaz ya da kış, uzun günler ya da kısa günler. Ne vakit gitsek yarım bir şeyler kalıyor. Karlar eridiğinde kızağımız bir kenarda kalıyor. Kardan adamımız eriyor, eriyor. Kışa yetişemeden karlar bitiyor.

Oysa emekliliğe ne vardı şunun şurasında. Torunlarla ancak keyfini çıkaracaktık oyunların. Gerçek oyuncakları yeniden ellerimize alacaktık. Gerçek oyunlara dönecektik. Akşam erken geldi. Çağrılıverdik.

Günlerden geriye ellerimizde neler kalıyor? Belki sadece ellerimizle bıraktıklarımız kalıyor. Belki yalnızca onlarla gidiyoruz. Toprağa bıraktığımız fidanlar, tohumlar; gönüllere ektiğimiz ferahlıklar kalıyor. Geriye bir tek rızası uğruna bıraktıklarımız kalıyor.

Birileri var ki, bilmedikleri bir yerden dönmeye başlamıyorlar. Döndürüyorlar topacı, dünyayı. Ellerinde hep oyuncaklar var, gerçek oyuncaklar var. Zevkine varıyorlar oyunların çocuklar kadar. Yap-bozlarını alıyorlar, kıtalar, okyanuslar, ülkeler, dağlar yapıyorlar-bozuyorlar. Şehirler kurup yıkıyorlar. Tahta mandallardan gökdelenler dikip bir parmak fiskesiyle muzip muzip gülerek deviriyorlar.

Akşamı dört gözle, özlemle bekliyorlar. Ve vakit gelip çağrıldıklarında, geride gözlerini arkada bırakacak bir dikili taş bırakmıyorlar.

Geriye toprağa dikili, gönüllere ekili tohumlar kalıyor.

Hayattan bize kalan, ne yaşadığımız bu dünyada; bizden hayata kalan ise ne bıraktığımız ardımızda…

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

7 Haziran 2015, İstanbul

Suskunluğum Asaletimdendir!…

Suskunluğum Asaletimdendir!…

Hani o filmlerde seyrettiğimiz, “birbirleriyle beslenip hiç büyümeyen insanlarız” belki de…

Suskunluk bir yerde başlar ama adı gibi sessizce gelmez hiç. Gürültülüdür gelişi. Kaygılı, korkulu, hazırlıklı, dikkatli, kesin! Ben her gelişinde o sevdiğim şarkıları söylüyorum bağıra çağıra… “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, yeryüzünde sizin kadar yalnızım”… Böylece gürültüyü bastırabileceğimi ya da en azından kendi sesimi daha iyi duyabileceğimi düşünüyorum. Bu tür beklenmedik zamanlarda insan biraz daha kendi içine dönüp, baş başa kalmak istiyor yalnızlığıyla. Yani yalnızlığını yalnız bırakamıyor bir türlü. Ya içe kapatan, ya dışa taşıran, ortalamayı asla beceremeyen kırılgan ruhumuzu da en çok aşk incitebiliyor galiba. Aşk da değil aslında; o bütünü oluşturan parçaların söz dinlemezliği ve ihaneti bizi vuran.

Mesela gideceği başka yeri olmayan birinin aitliği gibi sahiplik kurmuş üzerimize “tutku”, “alışkanlık” yaşamımızı tekdüzeleştirip yeniliklerden uzak tutmuş, “bağlanmak” elimizi kolumuzu bağlamış, “sevmek” desen tüm bu hisleri güçlendirerek bir “aşk imparatorluğu” kurmuş içimizde. Bizse kendi imparatorluğumuzda sözümüzü geçirememenin ezikliğini ve utancını bir an olsun duymadan “aşk”ın egemenliğine sığınmışız. Gönüllüyüz bu esirliğe, gururluyuz.

Sırası gelmişken, iyi mi, kötü mü hala çözemediğimiz bir de gururumuz var. Kazandıran, kaybettiren; hem kolayca geçilebilen, hem vazgeçilmezimiz olan gururumuz. İmparatorluğun sabit elemanı olmayan tek o var ruhumuzda. Bir de tamamıyla değişken sadakati saymazsak…

Ve “sadakat”. Konuşurken hepimiz birer sadakat timsaliyiz de, yaşarken de öyle miyiz? Geçmişe baktığımızda hangimizin yarı yolda bıraktığı insanlar yok ki!.. Hem de bazen bir hiç uğruna bile, zamansız yolcu ettiklerimiz, sonradan pişman olacağımızı bile bile gittiğine hiç üzülmemişiz gibi davrandığımız insanlar… Söylemediğimiz sevgilerimiz, aldattığımız duygularımız, başkası da kötü ama kendimizi aldatmalarımız.

Kim şimdi çıkıp da, “ben bunların hiçbirine karışmadım” diyebilir açık yüreklilikle? Diyen varsa, imparatorluğunun değişken elemanlarına dürüstlüğünü de katmak gerekir…

Suskunluk bir yerlerde başlar ama gelişi sessiz değildir hiç. Böyle gürültülü zamanlarda kendime sığınmalı, belki de biraz kendime kölelik etmeliyim diyorum ama cesaret edemiyorum. “Ben içime girsem, ya da içim dışıma çıkıp benle tanışsa, utancımızdan ne yapacağımızı şaşırırız” diye düşündüğümden bu kadar uzağım kendime…

Düşünürken, hissederken, konuşurken aklımıza ya da yüreğimize bir gün yeniden görünmek üzere, istem dışı kaydolan her şeyle yüzleşmek korkutuyor insanı belki de…

Tutku sahiplik kurmuş üzerimize, çek gelmiyor, it gitmiyor. Başına buyruk dolaşıyor damarlarımızda kan diye. Yani kanımız biraz alevli, biraz utanç dolu, bir o kadar da asil…

Bu asil kan içimizde dolanıyor durmadan. Bizi üzerine giymiş, duygularımıza sahip olmuş; üstelik her seferinde değişik maskelerle katılıyor hayatımıza. Biz de bu karışıklıkta ne zaman “asil”, ne zaman “avam”ı oynayacağımızı şaşırıyoruz genellikle.

Pişmanlıklarımızı, bizim en iyimser şekilde deneyimlerimiz dediğimiz hatalarımızı da işte bu önüne geçemediğimiz duygular oluşturuyor.

“Her an her şey olabilir” sloganıyla yaşayıp giderken, suskunluğu da yanımızda götürüyoruz her yere… “Aşık oldum”, suskunluk… “Aşk bitti”, suskunluk… “O gitti”, suskunluk..

En yakınımızda hep….

Neden tekrar tekrar yaşıyoruz bu sahneleri? Hiçbir eski, yeni başlangıçlar için tecrübe değil aşkta… Hatalarımızı, sonradan pişman olacağımızı bildiğimiz şeyleri; başımıza önceden geldiği halde, bile bile tekrar ettiğimiz ne var aşktan başka?

“Aşk”tan başka hiçbir şey yok elimizde aslında. Belki de bunu bildiğimizden onca sıkıntıya katlanmamız; kapıdan kovduğumuzu pencereleri açıp içeri almalarımız bu yüzden.

Bir gün kutsallaştırırken, az sonra lanetlemelerimiz de…

İşte tüm bu karşıt duyguları iç içe hissettiğimiz “aşk imparatorluğu”nda, iyi yaşamak için didinip duruyoruz. Her şeyi hak ettiğimizi düşünerek, hep daha iyinin, daha fazlanın peşinde koşarak. Çünkü insanız biz ve elindekiyle yetinmemek de bizlerin en büyük zaafıdır.

Hep en iyisi için savaşıyoruz ve kimse de “al bu da senin hakkın” demediğinden, en güzel aşk bahçelerinde en büyük savaş alanları yaratabiliyoruz bir anda. Birbirimizi kazanmak için girdiğimiz her savaşta, kendimizi biraz daha tükettiğimizi anladığımızda içimizdeki o gürültülü şehir, tüm ışıklarını söndürüp geceyi noktalamış oluyor. İyi geceler diliyor ayrılık…

Ve her şeyi suskunluğa uğurluyoruz.

Hani o seyrettiğimiz filmlerdeki gibi…

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

İstanbul, 24 Haziran 2015

Gidenlerin Aynası…

Gidenlerin Aynası…

“Birçok giden,

memnun ki yerinden

Çok seneler geçti,

dönen yok seferinden!”

Usta şair Yahya Kemal, böyle diyordu Sessiz Gemi isimli muhteşem şiirinde, gidenlerin ardından.

Hep bir giden vardır, değil mi?.. Bir yerden gitmek değil de, birinden gitmek zordur. “Giden”seniz eğer daha kolaydır da, “kalan” sizseniz o çok katlanılacak bir şey değildir. Kucağınızda zaman ayarlı bomba, çaresiz ve bir başınıza kalmışsınızdır ortalıkta…

Peki ya giden?..

Bir başka şairin dediği de doğru olabilir pekala… “Kimdi giden, kimdi kalan / Giden mi suçludur her zaman” dediği gibiyse ya?..

Gidenlerin aynasını anlamak zor iştir. Onun aynasında devler bile cüce görünür. Gidenlerin aynasında yalnızca anılar değil, anlar, yaşananlar, aşık olanlar ve olunanlar, her şey küçülür… Bir sevgili en çok “özledim” dediğin anda kaybedilir. Bir aşk en çok hatırlandığı anda unutulur. Bir yemin ancak bozulduğu anda edeni vurur… Ama gidenlerin aynası sağlamdır; kırılmaz, acıtır… Geçmişte bir yerde öylece durur…

Hayat bazen insanlara sürpriz yapıyor. İlginç anlarında ilginç yerlerden sizi yakalıyor. Ve siz artık size sürpriz yapılmışsa üzerine gidip onu tüketmeye çalışmıyorsunuz. Bazı şeyleri işaret olarak görmekten çıkarıyorsunuz. “Bazı anların değerini hiç azaltmadan, ancak böyle uzatıp saklayabilirim” diye düşünüyorsunuz…

Hayatınızda işaret sanarak peşinden gittiğiniz yanlış alarmları. Başka türlü bir ilişkiyle yaralarınızı sarabilecekken, sırf sevgili oldunuz diye yara açanları. Yan yana uzanıp birbirinize masal anlatabilecekken, göz göze birlikte gerçeğe teslim olduklarınızı düşünün. “Keşke karşılaşmasaydık, daha temiz kalırdık” dediklerinizi. “Keşke severken gözlerimizi kapatmasaydık” diye ağladıklarınızı. “Keşke demekten yoruldum, artık iyi ki demek istiyorum” çığlıklarınızı. Her şeyinizi bırakıp, bir başınıza peşinden gittiğiniz onca yol alarmını düşünün…

Oysa ki herkesin bir “kaza yerini terk etme” tarzı var. Kimi bekler, kimi kaçar. Kiminin isyanı bağırır, kiminin vicdanı susar… Kimsenin kalbine sığmayan, bir gün gelir kendi rengindeki başka bir kalbe sığar…

“Zamanı dolup hayatınızdan çıkamayanlar” ile “zamanı gelip hayatınıza giremeyenler” hakkında falcı kadının söylediklerini hatırlayın:

“Kalp dediğin şeyin de bir hacmi var canım. Her şeyi sığdıramazsın içine. Koruma bu kadar geçmişini, anılarını. Herkesi istifleyemezsin üst üste. Ölüyle canlıyı nasıl aynı yere koyabilirsin. Kalanlar kalsın, sen asıl unutulacakları unut, delirme…”

Kalbin de bir kapsama alanı var; kendine göre yetenekleri, kendine has nedenleri, sevme potansiyeli, hatırlama nöbetleri ve unutma zamanları…

Dönüp gelse şimdi, durup geçmişi mi çözmeye çalışırsınız; arada kaybettiğiniz habersiz zamanı mı sorgularsınız, yoksa şimdi kiminle ne yaptığını mı sorarsınız? En iyisi ayrılan yolların neden ayrıldığını bir kez daha hatırlamak. Yolunu çizmiş birine eğriliği gösterseniz kaç yazar. Siz de artık kendi yolunuzu önünüze katıp, çizgilerinizi çekmeyi öğrenmelisiniz sanırım… Hem geçmişe bir kayboluş, hem geleceğe bir varoluş çizgisi. Bir silgiyi sonuna kadar hiç kullanmadığınızı ve bu yüzden hiçbir aşkı da sonuna kadar yaşayamadığınızı kendinize anlatıp çantanızı hazırlamalısınız. Daha fazla geç kalmayın artık yenilere. Ve son sözlerinizi söyleyin son kez bakarken arkanıza:

“Eski acılarım rehber olsaydı bana hayatta, kestirmeden aşkların haritasını çizerdim. Ama ateşin düştüğü yeri yakması mantığıyla ne yazık ki herkes kendine yetecek kadar merhemle çıkıyor yola.”

Gidenlerin yolu açık olsun…

Nejat Gümüş

8 Temmuz 2015, İstanbul

Çöpçüler

Çöpçüler

Kiltaş’ı Silivri’ye, yeni fabrikasına taşıdık ya; bizden mutlu, bizden umutlu, bizden gururlu kimse yoktur sanırsınız.

Yok yok, maalesef öyle değil kazın ayağı.

Bürokrasiyle boğuşmamız bitmek bilmiyor. 4,5 sezon oynayan Yaprak Dökümü gibi uzadıkça uzuyor. Bakalım neler olacak!.. Tamam, herkes Necla ile Leyla’nın akıbetini gözünü kırpmadan takip ediyor ama olan evin babasına oluyor, bunu düşünen yok. Maazallah bu gidişle Ali Rıza Bey’den daha kötü olacak akıbetim.

Efendim, malumunuz dört aydır gündemimiz ve yaşama gayemiz fabrikaya elektrik bağlatma konusuydu. “Biz sizden bir türlü elektrik alamıyoruz, bu iş olmayacak galiba” dedik durduk, nihayet elektriğimizi bağladılar.

Şimdi de bir çöp meselesi var.

Diyeceksiniz ki, “Siz de sürekli sorun yaratıyorsunuz. Üzümün sapı, armudun çöpü diyorsunuz.”

İnanın biz öyle demiyoruz. Biz, “aslan yattığı yerden belli olur” misali, tüm yaşadıklarımıza rağmen temiz bir sayfa açmak, umutla ve iyilikle işimizi ve varlık sebebimizi sürdürmek istiyoruz. Ama olmuyor işte!

Yaz aylarında bulunuyoruz. Sıcaklar başladı. Kocaman bir fabrika. Artıkları, atıkları, çöpleri birikiyor. Birikmesin istedik.

Hemen Temizlik İşleri Müdürlüğüne başvurduk. Bize artıklar için çöp konteyneri verin dedik. Vermediler.

Canınız sağ olsun dedik, kendi konteynerimizi almaya karar verdik. Ama baktık iş bununla bitmiyor. Kamyonu lazım, şoförü lazım. Hepsi ayrı bir maliyet. Oldu olacak çöp işine girelim!..

Sonunda iki tane çöp konteyneri geldi. Tamam diyecektik ki, bir saat sonra arabayla geldiler, “af edersiniz, yanlış getirmişiz” diyerek aldılar götürdüler. Yerine iki tane ikinci el, kirli çöp konteynerleri bıraktılar.

“Eh, Allah razı olsun” dedik. İyi tarafından bakalım da artık şu kötü giden her şey kötü gitmesin diye düşünüyoruz. Hatta bir atasözüyle kendimizi rahatlatmaya çalıştık:

“Eskisi olmayanın yenisi olmaz.”

Bu sözün verdiği sakinleştirici etkiyle fabrikada uykuya dalmışım…

O da ne!

Büyük bir gürültüyle uyandım. Yer yerinden oynuyor, fabrikaya bir haller oluyor diye korktum.

Meğer gelenler konteyneri boşaltmaya gelen çöpçülermiş. Tangır-mangır çalışıyorlar. Ve saat gecenin 5’i.

Bu saatte geliyorlarmış burada…

Bu ses, bu korku uykumu da kaçırdı şimdi.

Koyun saymakla uyunmuyor, dilimde Erkin Koray’ın “Çöpçüler” şarkısı, kendime göre uyarlıyorum:

“İşten yana şansım yok

Ağlıyorum derdim çok

Umudumu kaybetmişim

Sordum sordum bilen yok.

Bu gece çok aradım

Aradım bulamadım

Kör olası çöpçüler

Uykumu süpürmüşler”

İyi uykular Türkiye!..

Nejat Gümüş

26 Temmuz 2015, İstanbul

Bitmez Tükenmez Geceler…

Bitmez Tükenmez Geceler…

Geceler yalnızların üstüne kabus gibi çökermiş. Yalnızca yalnızların mı? Çabuk büyümüşlerin, çocukluğu eksik kalmışların. Babası eksik sevmiş, annesi eksik yaşamışların. Oyuncaklarını doya doya oynayamamışların. Bayramlık elbiselerini doya doya giyememişlerin. Eksik sevilmişlerin, yanlış sevmişlerin. Aldatılmışların, ihanete uğramışların, ölüsü çok olanların.

Çünkü bazı geceler zaman, duracak kadar yavaşlar… Böyle anlarda insan, kendine hatırlayıp kederleneceği bir anı seçer istemeden… Binlerce kötü anı içinden en çok canını yakanı bulup çıkartır, bilinç ve öncesinin arafındaki çöplükten… Bazı geceler zaman, akmayı unutur. Canını ısırmak ister insan geçemeyen saatler boyunca… Belleği, yıllarca şımartıldıktan sonra terk edilen, artık sokak köpeği olmayı beceremeyen, ama gidecek bir evi de olmayan zavallı bir kaniş acınasılığıyla oradan oraya atlayıp durur. Bazı geceler zaman, bir yerlerde takılıp kalır. Bazı şarkılar sadece böyle zamanda dinleyelim diye vardır. “Geceler yârim oldu, anam anam garibim / Ağlamak kârım oldu, anam anam garibim”, ”Gecenin matemini aşkıma örtüp sarayım / Gittin artık seni ben nerde bulup yalvarayım”, “Çok geceler bekledim / belki gelirsin diye”, “Gözlerin doğuyor gecelerime”, “Dün gece mehtaba dalıp hep seni andım”, “Mehtaplı gecelerde hep seni andım / Belki gelirsin diye boş yere yandım” ile başlar, uzar gider…

Bazı duygular ancak böyle zamanlarda anlaşılabilir. “Kararmış tahta masamızda bir şişe şarap, Gecelerden bir gece bezginiz / Üstelik adam akıllı sarhoşuz”, “Geceleyin bir ses böler uykumu / İçim ürpermeyle dolar, nerdesin”… Bazı hikayelere sadece ve sadece böyle zamanlarda katlanılabilir. Bazı geceler, biri bir şiir okur, zaman buradan bir bıçak kadar sert, soğuk ve şeffaftır. Görünmez bir el onu ruhumuzun en hassas noktasına batırır…

Her gece sen girersin rüyalarıma
Her gece sen…
Paramparça olur uykularım
Karanlığın en koyulaştığı yerde
Kapının çalındığını duyarım
Açınca soğuk bir rüzgar çarpar yüzüme
Sen yoksun…
Kilitlenir dudaklarım
Gözlerim karanlıklarda boşuna arar seni
Sen yoksun…
Yalnızlığımı kadehlere doldurup
Tek başıma içmeliyim bu gece
Kırmalıyım kitapları
Evleri ateşe vermeliyim
Sen yoksun…
Zaman gitgide uzar
Altmış saniye bir dakika
Altmış dakika bir saat
Ve sabahın olmasına daha beş saat var
Beklemek bir çeşit ölmektir
Sen yoksun…
Bu bana her gece binlerce ölüm demektir.

Durup durup beni bu çaresizlik hançerliyor
Bu yolların bir yerde ayrılması,
Uzayan kilometreler…
O sefil, anlayışsız bakışları insanların
Dünya, o eski dünya değil
Tanrı’ysa çoktan unuttu bizi
Şu uçsuz bucaksız evrende
Ne derdimizi dinleyen,
Ne de bir anlayan var sevgimizi.

Ben her gece,
Gözlerim tavanda bir noktaya dikilmiş,
Seni düşünüyorum.
Ve sen o saatlerde,
Benim görmediğim rüyaları görüyorsun.
Bir böcek giriyor kafatasıma…
Her gece sen,
Bir cinnet gibi,
Kanıma yürüyorsun…

Kendisiyle hesaplaşması bitmemişlerin, umudunu yitirmemişlerin gecesi zifiri karanlık olurmuş… Yarası kabuk bağlamamışların, hala döner diye bekleyenlerin… Susanların, kağıda içini kusanların, içini iki kadehe akıtanların, boğazındaki düğümü çıkarmaya çalışanların uzun olurmuş gecesi.

Hatta derler ki, bırf birisi “iyi geceler” demediği için iyi geçmeyen geceler vardır…

İyi geceler.

Nejat Gümüş

1 Ağustos 2015, İstanbul

Zor Yollar,Zor yıllar…

Zor Yollar,Zor Yıllar…

“İnsanın içindeki iyilik de, kötülük de geceleri ortaya çıkar” diyor bir düşünür… Gerçekten de öyle. Mesela, hırsızlar, yol kesiciler, cinayet işleyecekler, birini kaçıracaklar, uyuşturucu satıcıları, kaçakçılar, suç makineleri hep geceyi kollar. Göz gözü görmeyen saatler onların iş başında olduğu saatlerdir. O yüzdendir belki de bütün bu kirli işlere, dönen dolaplara “karanlık işler” denmesi.

Başka bir tarafta da yazarlar, çizerler, sanatçılar geceyi bekler. Besteci ilham almak için, şair en yaralayıcı mısrayı yakalamak için, romancı hayal gücünü ikiye katlamak için el ayağın çekildiği saatlerde uyanıktır.

Yani geceyi nasıl değerlendirdiğiniz içinizdeki iyiye ve kötüye kalmıştır…

Yani iş biraz da “eğitim” meselesidir!

İyilik de kötülük de ailede öğretilse, bir yaşam biçimi olarak, bir ahlak kuralı şeklinde nesilden nesile aktarılsa da, dışarıdaki hayatın acımasızlığı, geçinme meselesi, kişi başına düşen gelir, insanın içindeki kötüyü ortaya çıkarmayı kolaylaştırıyor.

Düşünün ki, eğitimde 103’üncü sıradayız. Bütün bu yaşananlar rastlantı olabilir mi?.. Dünya teknolojisine, sanatına, kültürüne, ticaretine katkımız da ancak bu oranda gerçekleşiyor ne yazık ki… Sanayicinin yaşadığı sıkıntıların kaynağında da bu var. Kalifiye iş gücü sıkıntısı. Üstelik işin her aşamasında. Araştırmadan değerlendirmeye, üretimden pazarlamaya hep 1-0 geriden başlıyoruz. O yüzden kurumsallaşmamız zor oluyor, o yüzden krizlere karşı daha kırılgan bir yapımız var.

Yani aslında asıl gece, insanın içindeki karanlık. Toplumun karanlığı… Okuyan, düşünen, yazan, çizen ve bunları toplumuyla paylaşanlara boşuna “aydın” demiyorlar. Karanlığı aydınlattıkları için konuluyor bu sıfat… Sözün özü şu ki, eğitimde yüz üçüncü sırada olan bir toplum olarak karanlığımız çok fazla. Yollarımız, yıllarımız, sokaklarımız, sokaktaki insanlarımız…

Ve şehirler arası yollarımız, geceye düşen sislerimiz, sisteki çaresizliğimiz….

Yıllar önceydi. Hayatta genç, bu sektörde yeniydim. Hayallerim vardı, umutlarım vardı, gücüm vardı, bunlar artılarımdı. Ama tecrübem yoktu, param yoktu ve en önemlisi kimsem yoktu, bunlar da eksilerimdi. Hani derler ya, tek tabanca yola koyulmuştum. Kiltaş Marşı’ndaki gibi “bir kürek ve bir yürekle” çıkmıştım yola.

Afyon’dan İstanbul’a dönüyordum bir gece yarısı… Şantiyede işim bitmiş, yorgunluğu dindirmek, başardım demenin keyfini çıkarmak ve bıraktığım işlere dönmek, ailemi görmek için sabahı beklemeden yola çıkmıştım. Yolda öyle bir sise denk geldim ki, göz gözü görmüyor. Araçta tek başımayım, yanımda kimse yok. Cep telefonlarının hayatımızda olduğu zamanlardan çok daha önceleri… Bir bilinmezlikte tek başına… Gece, sis. Ne olacağı belli değil. Korkuyorum iyiden iyiye… Karanlıkta yürürken korkuyu yenmek için ıslık çalardık ya hani, açtım arabanın müziğini. Nilüfer söylüyor:

“Geceler, katran karası geceler

Ellerim tütün kokar gecelerde

Geceler, olmaz olası geceler

Açılır yelkenleri yalnızlığın

Vurur dalga sesleri yüreğimde.”

Böyle bir zamana, böyle bir duruma bundan etkili bir şarkı eşlik edebilir mi?.. Şarkı bana yoldaş oldu, korkularımı Nilüfer’le paylaştım; çektim arabayı bir yere; sabahın olmasını, sisin geçmesini bekledim.

Yalnız da olsa, bilmediği bir yola da sapsa, yolda da kalsa insanın inancı varsa, direnebiliyor.

Ne diyordu Bülent Ortaçgil, o naif şarkısında:

“Her siyahın bir beyazı,

Gecelerin gündüzü vardır.”

Yolunuz aydınlık olsun.

Nejat Gümüş

2 Ağustos 2015, İstanbul

Que Faire à la Fois?

Que Faire à la Fois?

Bugün Fransız heyetini konuk ettik ya, gündemimiz gereği Fransızca yazdım.

Anlamı: Ne Yapmak Gerek?

Sahi, ne yapmak gerek?

Benim aklım almıyor da…

Bakın hikayeyi baştan anlatayım.

Bir süredir bir Fransız grubu, Kiltaş’a ortaklık teklif ediyor. Ta Fransa’dan kalkıp üç kere görüşmeye geldiler. Araştırmışlar, sormuşlar, kendilerine en doğru ve güvenilir ortak olarak Kiltaş’ı değerlendirmeye karar vermişler. Elbette bundan onur duyduk. Güç birliği, büyük hedefler, daha büyük pazarlar, dinamizm heyecanlandırdı bizi de…

Geçen seferki toplantıda üçüncü ve son kez görüşüp bir karara bağlamak üzere bugüne randevulaştık.

Hazırlandık, beklemeye koyulduk. Ve geldiler!

Başka bir gün yok muydu da bu günü kararlaştırmıştık, bugünü bilerek mi seçmişlerdi hatırlamıyorum. Hatırladığım şey, bugün ülkeye yeni bir hükümet kazandırmak için iki büyük partinin koalisyon görüşmelerini karara bağlamaları da bugüne denk geldi.

Ve ne yazık ki, anlaşamadıklarını açıkladılar. Yorumlar ve değerlendirmeler başka bir koalisyon ihtimalinin zayıf olduğu ve yeni bir erken seçimin kaçınılmaz olduğu üzerine…

Ve bir de son günlerde tekrar başlayan terör olayları, çatışmalar, politikacıların şiddet dozu artan açıklamaları…

Dolar rekor üstüne rekor kırıyor, piyasalar belirsiz, insanlar şaşkın.

Nitekim bizim sektörde de, diğer tüm sanayi sektörlerinde olduğu gibi olumsuz yansımaları artmaya başladı.

Ve maalesef hissettiğim kadarıyla, ortaklık için kararlı olan Fransız grubun kafası karışmış… Türkiye’deki terör olaylarından endişe duyuyorlar, hükümetin kurulamıyor olmasının da olumsuz olacağını biliyorlar. Tabii bütün bunların ekonomi üzerindeki etkileri çok büyük olacak. Yabancı sermaye gelmeyeceği gibi kaçacak, yatırımlar duracak, para muslukları kapanacak, işsizlik, üretimsizlik had safhaya gelecek. Sanayici kazanamayınca eleman alamayacak, işçiler evine ekmek götüremeyecek.

Bu durumda siz olsanız ne düşünür, ne yapardınız?

Bizde yüzlerce, tüm Türkiye ekonomisinde milyonlarca insanın ekmeği, emeği, kazancı, iş umudu dört partinin 550 isminin insiyatifine kalmışsa vay halimize!

Demokrasi uzlaşma kültürü diyoruz ama yukarıdakiler uzlaşamazsa, sokaktaki insanın, mahalledeki komşuların uzlaşmasını nasıl beklersiniz?

Elin burnundan kıl aldırmayan kibirli Fransızları ülkenize gelmek için can atıyor, bizimkiler “aceleniz ne, bekleyin, ölmediniz ya” demeye getiriyor.

Biz ekmek derdindeyiz, onlar pasta…

Son söz:

Ekonomi yasta, sanayici hasta.

Nejat Gümüş

13 Ağustos 2015, İstanbul

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.