Yazar: Kiltaş

Kil`taşlama…

Kil`taşlama…

Hani adımız Kiltaş ya, “çamurcu” diye bize “taş” atmaya çalışanlar oldu. Küçümseyenler hatta… Ama biz, bize çamur atmaya çalışanları da, taşı iyi tanıdığımız için ne taştan korkarız, ne de taşı küçümseriz. Taşın ne anlama geldiğini, ne ifade ettiğini bir hatırlatayım istedim… İnsanlık tarihi taş üstüne yazılarak başlamıştır… İnsanın taşla hikayesi de vahşi hayata tutunma hikayesi olarak anlam kazanmıştır. Başta hayvanlar olmak üzere dış dünyanın tehdit ve korku veren güçlerinden kendini korumak için etrafına bakan insan, önce taş’ı farketti. Onun ağırlığı ile gücünü, sertliği ile şiddetini, işlenebilirliği ile de fonksiyonlarını keşfetti. Ve insanoğlunun taşla dostluğu işte böyle başladı. Medeniyet de taşla başladı. Yontma Taş Devri, Cilalı Taş Devri diye sürdü gitti. O taş yuvarlandı teker oldu, sivriltildi mızrak oldu, inceltildi bıçak oldu. Ve taş taş üstüne kondu, evler meydana geldi. Kısacası insanoğlu korunmayı da, barınmayı da taşın sayesinde başardı. Hatta ve hatta karnını doyurmayı, yani avlanmayı da taştan aletler yaparak gerçekleştirdi. Bugün geçmiş uygarlıkların izlerini de yine taş yığınlarından çözmeye çalışıyor arkeologlar, sanat tarihçileri, bilim adamları… Tarih, konuşma dilinin oluşmasından önce insanların resim ya da şekillerle birbiriyle iletişim kurduğunu söyler. Taş üstüne taşla çizilen şekiller birbirlerine mesaj verdi. Türk tarihi açısından ilk yazılı kaynaklar kabul edilen Orhun Kitabeleri de taş üstüne işlenen yazılardan ibarettir. Taşı keşfeden insanlık, taşın içindeki zenginliği de keşfetmeye başladı zamanla… Bir taşın öteki taşa benzemediğini gördü. Çakıl taşıyla yol döşedi, çakmak taşıyla o yolu aydınlattı. Değersiz bulduğuna değersiz taşları fırlattı; değerli taşları parlattı, en değerli varlıklarının boynuna taktı. Böylece kıymetli ile kıymetsiz ayrımını yapmış oldu. Değirmen taşı ile mahsulünü işledi, buğdayı un etti; bileme taşı ile kesici aletleri bileyledi. Zımpara taşı ile yonttu, kan taşı ile bedensel rahatsızlıklarına şifa aradı. Hayatın her yerinde kullanılan taş bu kadar kendine yer bulur da, dilde yer bulmaz mı? Ne çok sözümüz vardır taş üstüne!.. Yaptığımız işi küçümserler, zorlanmadan bir şeye sahip olduğumu söylemek için “taş attın da kolun mu yoruldu” derler. Yaşı geçkin bir dostumuzu, “sen gençlere taş çıkartırsın” diye motive ederiz. Erkekler arasında, fiziğine iyi bakmış bir kız için şöyle bir laf vardır: “taş gibi” deriz… Alışverişe gideriz, bir şeyi almak isteriz, yüksek bir fiyat söylerler, şaşırır, itiraz ederiz. “Bu ayakkabı taş çatlasa 70 Lira eder” diye bir cümle kurarız. “Taş çatlasa” sözü, “en fazla ederi budur” anlamında bir sözdür. Güçlü olana “taşı sıksa suyunu çıkarır” diye iltifat edilir, hantal olan “yürü taş arabası” diye aşağılanır. Cimri olanlar için “taşın yağını çıkarır” diye bir deyim kullanırız. Acıma duygusundan yoksun olana “taş kalpli” deriz. Kıskançlık duygularıyla birlikte hakkımızda ileri-geri konuşanlara karşı kendimize şu sözlerle moral veririz: “Meyve veren ağaç taşlanır.” Hiç beklemediğimiz birinden beklemediğimiz bir olumlu hareket geldiğinde şaşkınlıkla birlikte şu fikre kapılırız: “Ummadığın taş, baş yarar.” Kıyamet alameti gibi görürüz beklenmedik durumları, şaşırtıcı davranışları… “Başımıza taş yağacak” diye özetleriz. İçine düştüğümüz durumdan kendimizi sorumlu tuttuğumuz zaman da şu bilgeliğe erişiriz: “Başımızı yaran taş, başlarına attığımız taştır.” Birlik olmanın güzel olduğunu, bizi güçlendireceğini anlatmak için “yalnız taş duvar olmaz” deriz. Bu söz en çok da evlilik çağında kullanılır. “Taş yerinde ağırdır” deriz, kıymeti bilinen yerden gitmek isteyenler için. Hayatın her alanında, ama özellikle iş hayatımızda hangimizin önü kesilmemiştir, hangimiz birileri tarafından çelmelenmemiş, hangimizin tekerine taş konmamıştır ki?.. Ve hangimiz hiç ummadığımız bir anda, hiç ummadığımız birinden hiç ummadığımız bir hayal kırıklığı yaşamadık, “taş kesilmedik” ki?.. İşaret olsun diye yavuklunun camına taş atan da biz, sevap işlemek için şeytan taşlayan da biz. Susup susup da, tam söylenmesi gerektiği yerde “taşı gediğine koyan” da yine biziz. Bir büyük pişmanlıkta başımızı vurmadığımız taş kalmaz, en şiddetli öfkemizde de “taş üstünde taş” bırakmayız. Bu dünyadaki evini taştan yapan insanoğlu, ölümsüzlüğü de taş üstünde buldu. Adını mezar taşına yazdırarak, bir zamanlar bu hayatta var olduğunu unutturmamaya çalışıyor. Yani, sevgili dostlar, ekmeğimizi taş’tan çıkarıyor olmaktan gurur duyuyoruz. İşimizi hafife almaya çalışanlara tebessümle şu cevabı veriyor ve yolumuza devam ediyoruz: “Yuvarlanan taş yosun tutmaz!” Saygılarımla. Nejat Gümüş 30 Nisan 2014, İstanbul

Analara Kıymayın Efendiler!…

Analara Kıymayın Efendiler!…

Çocuk, asgari ücretin altında bile olsa, para kazanmaya başladığı anda babasına ihtiyacı olmadığını düşünürmüş. Ama değil koca bir adam, süperman de olsa ayağı tökezleyip düştüğü anda “anne!” diye çağırırmış.

Adam, dünyayı yenebileceğini düşünecek kadar güçlü de olsa, annesinin bir tek dileğine, bir tek duasına ihtiyaç duyarmış.

Evlat, dünyanın en pahalı ve ünlü restoranında da yemek yese, o yemeği en iyi annesinin yaptığına inanırmış.

Dünyanın en güzel ve ulaşılmaz kadını dahi ona, “seni seviyorum, sana çılgınlar gibi aşığım” dese, kendisini en çok sevenin annesi olduğunu bilirmiş.

Biz babaların asla anlayamayacağı özel bir ilişki var anne ile çocuğu arasında. Dünyanın en varlıklı ve en cömert babaları da olsak, bu özel ilişkinin önüne geçemeyeceğimizi hepimiz çok iyi biliyoruz aynı zamanda. Bu yüzden ben çocuğuma “annen mi, ben mi?” diye bir soru sorsam, eşim kazanan, ben kaybeden oluyorum. Bu soruyu eşim bana sorsa “annen mi, ben mi?” diye, kaybeden o oluyor. Yani özetle, kazanan her zaman anne. Yani en çok sevilen!..

Bu neden böyledir bilinmez. Yani olay sadece 9 aylık bir zamanda mı meydana geliyor? Bebeğin doğar doğmaz ilk ayırt ettiği şey neden yalnızca annesinin kokusu oluyor? Bu nasıl ilahi bir duygudur? Ve bizlere göre dünyanın en anlaşılmaz, en çekilmez, en dırdırcı, en kavgacı varlığı dediğimiz kadınlar anne olunca nasıl bir değişim gösteriyorlar? İki imparatorluğun birbirlerine savaş açmasının sebebi olan kadınlar nasıl bu kadar merhametli hale gelebiliyorlar? Kendisine aşık erkeği köle yapabilecek kadar gaddar olabilen, “hayır” demeyi müthiş bir haz duygusuyla yaşayan kadın, nasıl oluyor da çocuğunun kölesi olmayı gönülden kabul edebiliyor?

Eşlerine her istediğini yaptırmaktan zevk alan ve istekleri bir türlü bitmeyen kadınlar, bu sefer nasıl oluyor da çocuklarının her isteklerini yerine getirmek için saatlerini onlara göre ayarlayabiliyorlar?

Sabahın köründe bebeğin uyandığını başka hangi varlık uykusunda hissedebilir? Kim bir başkası için günde kaç sefer uykusunu bölebilir? Hangimiz çocuğu doyunca doymuş olur? Kim, çocuğun yüzüne baktığı anda bir şeyler olmuş olduğunu fark edebilir?

Annelik mutlaka ilahi bir duygu, Tanrı’nın kadınları en yüce makam ile taçlandırması bir bakıma… Dünyanın her yerinde de böyledir. Ama ben bir adım daha öteye gidip iddia ediyorum ki, annelik en çok bu topraklarda değerli. En yüce anneliği Türk kadınları yaşıyor bana kalırsa. Neden mi?..

İnsanın birini ne kadar sevdiği ona yalnızca nasıl davrandığı, nasıl baktığı ile açıklanmaz. Bazen de onun için neler yaptığı, nelerden vazgeçtiği, neleri göze aldığı ile değerlendirilir.

Erkek egemen Türk toplumunda toplumsal kuralların, baskı unsurlarının, ahlak ve töre anlayışlarının da etkisiyle kadın üzerinde çok büyük bir baskı var. Eğitimine izin verilmeyen, hayatına karışılan, taciz ve tecavüz korkusuyla büyütülen ve önemli kararlarında kendine sorulmayan bir kadın toplumunun uzantısıyız. Çok yerde de durum ne yazık ki hala bu anlayışla sürüyor. Bu anlayışın sonucu olarak kadınlar kendi istedikleri gibi bir evlilik kuramıyorlar. Sevmek, sevilmek, anlaşarak evlenmek çoğu kadın için mümkün olmuyor. Ve yanlış başlayan bir evlilik yanlışları çoğaltarak sürüyor. Sürüyor diyorum, çünkü bitmiyor, bitemiyor. Çünkü kadının bu evliliği bitirecek gücü yok. İki sebepten yok. Küçük sebep: ekonomik bağımsızlığının olmayışı. Ama büyük sebep daha önemli: Çocukları.

Hiçbir kadın, mutsuz olduğu, yolunda gitmediği evliliğini çocukları yüzünden bitiremiyor. Çünkü çocukları babasız büyüsün istemiyor. Üzülsün istemiyor. Onları üzmek yerine kendi hayatından vazgeçmeyi tercih ediyor. İşte annelik aynı zamanda böyle bir şey…

Hemen her evde karı-koca kavgaları oluyordur kuşkusuz. Ben çocukluğumda böyle kavgalarda hep annemden yana olurdum. Annemi üzgün gördüğümde onu üzen her kimse, babam da olsa çok kızardım. Bu tercihimin sebebi annemi çok seviyor olmam gibi görünse de, aslında hepimizin mağdurdan, baskı görenden, ezilmişten yana olmak gibi bir tavrı vardır bilirsiniz.

Anneler Günü’nde konunun buraya gelmesinin nedeni şu ki, insan hazır olmadığı bir zamanda annesini kaybedebiliyor. Aslında annenin ölümüne kimse hiçbir zaman hazır değildir ya… Ama işte o an aniden gelince “ah”lar, “vah”lar fayda etmiyor. Aklınız bir pişmanlıkla doluyor. “Şunu şöyle yapmasaydım”, “bunu dediği gibi yapsaydım”, “sözünü dinleseydim”, “yanında biraz daha kalsaydım” gibi keşke’ler içinizi kuşatıyor.

Büyük usta Nazım Hikmet’in dediği gibi:

“Analardır adam eden adamı

Aydınlıklardır önümüzde gider

Sizi de bir ana doğurmadı mı

Analara kıymayın efendiler.”

“Kıymayın”dan kastım: üzmeyin, incitmeyin, kırmayın, gözüne gölge düşürmeyin, yüzünün rengini soldurmayın. Sevginizi, ilginizi, zamanınızı verin. Doya doya yanında kalın, doya doya sevin. Kokusunu unutmayacak kadar öpüp koklayın.

Ve şunu unutmayın: “Hayat annede başlıyor, annede bitiyor.”

Bu sabah uyandığınızda annenizin sesini duymuşsanız, uzaklarda bir yerlerde de olsa annenizin yaşıyor olduğunu biliyorsanız, emin olun ki sizden mutlusu, sizden zengini, sizden iyisi yoktur.

Bu anın kıymetini yaşayın. Anneler Günü’nüz kutlu olsun.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

9 Mayıs 2014, İstanbul

Hazır,Yollara Düşmüşken…

Hazır,Yollara Düşmüşken..

“Ekmek parası” diyoruz ya… Ekmeğimizi “taş”tan çıkartmaya çalışıyoruz ya… “Çamurcu”yuz ya hani… Söz konusu Kiltaş ya!..

Kiltaş’ı bir dünya markası yapacaksak eğer, dünyayı dolaşmak gerekiyor. Türkiye’nin ısısını düşürmemiz gerekiyor. Biz de kendimizi yollara vuruyoruz.

Hammaddemizi Guyana’dan, toprağımızı Virginia’dan alıyoruz, en iyisini sunmak için. Böylece dünyanın bir ucuna almak için gidiyoruz, bir ucuna satmak için.

Türkiye’yi ise bayilerimizle, müşterilerimizle karış karış dolaşıyoruz. Şöyle bir düşündüm de, Virginia ve Guyana’nın refrakter malzemeleri meşhur. Ya bizim yörelerin en çok neyi meşhur? Benim aklımda neleri kalmış, sizlerle bir paylaşayım istedim…

Sırayla özetliyorum. Dediğim gibi, koca koca şehirler, tarihe uzanan uygarlıklar bir iki sıfatla özetlenemez elbette. Bu yüzden eksiklerim için hoşgörünüze sığınacağım.

Adana‘ya kebap yemeye gidilir. Adıyaman‘ın içli köftesi, Afyon‘un kaymağı meşhurdur. Ağrı, Türkiye’nin en yüksek tepesi Ağrı Dağı ile özdeşleşmiştir. Amasya’nın elması, Ankara’nın armudu… Turizm başkentimiz Antalya’ya en çok deniz ve güneş için gidilir. Artvin‘de hinkal yenir, Aydın’da incir.

Balıkesir’in kaplıcaları, Bilecik’in seramikleri ünlü. Bingöl’de Nemrut Dağları var, Bitlis’te beş minare. Bolu, göller dolu. Burdur’un kabak helvası enfestir. Bursa deyince aklımıza hemen kestane şekeri ve İskender’i gelir.

Çanakkale, daha yüce bir duyguyla hatırlanır: Çanakkale Şehitleri… “Leb” demeden Çorum deriz.

Denizli’nin horozları yalnız Özay Gönlüm’ün değil, hepimizin dilindedir. Mevsimi de geldi, Diyarbakır karpuzu gibisi dünyada var mı?..

Edirne’ye Mimar Sinan’ın şaheseri Selimiye Camisi için gidilir ama illa ki Edirne Ciğeri yenir.

Elazığ, Harput uygarlığının izleriyle dikkat çeker. Erzincan, türkülerde bağları ile meşhurdur ama biz en çok tulum peynirini biliriz. Dadaş şehri Erzurum, Oltu kebabı ve Oltu taşı ile özdeşleşmiştir. Orta Anadolu’nun modern kenti Eskişehir, mermeri, çiğ böreği ve çalışkan belediye başkanı ile hatırlanıyor.

Dünyanın en ünlü gurme şehirlerinden Gaziantep’e gittiğinizde yemeniz gereken en az yüz şehre özgü yiyecek vardır ama illa ki hepimizin favorisi baklavasıdır. Giresun fındık, Gümüşhane Kelkit Çayı demektir biraz da…

Hatay’da künefe, Hakkari’de Zap Suyu öne çıkar.

Isparta, gülleri ve Demirel “Baba”sı ile meşhurdur. İzmir, kumrusu, boyozu ve özellikle denizi kız, kızı deniz kokan özellikleriyle Ege’nin incisidir.

Kahramanmaraş’ın dondurması aynı zamanda milli gururumuzdur. Kars’a yolunuz düşerse mutlaka peynir alın. Özellikle de gravyer olanından… Kastamonu denince akla Ilgaz Dağı gelir. Tabii bir de Tosya pirinci… Daha Kayseri sınırlarına girer girmez burnunuza bir pastırma ve sucuk kokusu gelir ki, bu kokuya bütün dünya kayıtsız kalamaz. Kağıt kebabı Kırklareli’de yenir. Pekmezin hası Kırşehir’de yapılır. Kocaeli pişmaniyesini tatmadıysanız hala çok pişman olursunuz. Mevlana şehri Konya’da mutlaka etli ekmek yenir. Kütahya çiniciliği ile meşhur. Toprağının özelliğinden..

Malatya, kayısı ile ünlü; Manisa, mesir macunu ile… Medeniyetler şehri Mardin, sırf büyülü tarihi ile bile insanları çekmeyi başarmıştır. Mersin denince akla tantuni ve cezerye birlikte gelir. “Kız alırsan Muğla’dan, ev yaparsan tuğladan” sözünü hatırladınız mı?… Muş ismi nedense bana önce yanık bir türkü tadıyla dokunur: “Havada bulut yok, bu ne dumandır” diyen seste anlarsınız ki yolu yokuş Muş, hüzün kokar. Ama börülcenin en iyisi de burada pişer.

Nevşehir, Kapadokya ve Peri Bacaları ile haklı bir üne sahiptir. Niğde’den elma ve patates alınır. Tabii acele ederseniz. Yoksa “geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye” derler…

“Ordu’nun Dereleri” ve Hekimoğlu ile de hatırladığımız Ordu’da Karadeniz’in yöresel yemeği mıhlamayı mutlaka deneyin.

Türkiye’ye çay içiren Rize, Anzer Balı ile de meşhurdur.

Sakarya, bal kabağı ve patates diyarıdır. Samsun, dünyada tütün demektir, bizde ise 19 Mayıs. Cumhuriyetimizin ve Kurtuluş Savaşımızın fitilinin ateşlendiği yer. Siirt’e giderseniz mutlaka perde pilavı ile kalbur hurması yiyin. Sinop deyince çoğumuzun aklına Sinop Cezaevi gelmez ki!.. Bu sebeple Sinop’a gitmeyi kimseye dilemem. Bu güzel deniz kentimizin mısır çorbası ise dillere destan. Sivas: Pir Sultan, Aşık Veysel ve türkülerimiz.

Yanık sesli türkücülerin şehri Urfa, acılı ishot biberi ve çiğ köftesi ile meşhur. Ve tabii sıra geceleri ile…

Trakya kentimiz Tekirdağ’ın neyi meşhur peki: Rakısı ile köftesi. Daha ne olsun!.. Yaprak sarmasını sevenler, Türkiye’nin en iyi asma yapraklarının Tokat’tan geldiğini bilir. Güzel türküleri de az değil Tokat’ın. “Hey Onbeşli Onbeşli”, “Kalenin Bedenleri, Niksar’ın Fidanları”, “Değmen Benim Gamlı Yaslı Gönlüme” bunlardan benim ilk aklıma gelenler… Trabzon, Trabzonspor sayesinde tüm dünyada bir futbol kenti olarak tanınmaktadır. Biz ayrıca hamsiyi, Oflu Hoca’yı, Vakfıkebir Ekmeğini ve Akçaabat Köftesini de iyi biliriz. Tunceli’de mutlaka Pülümür Balı ve Şavak Tulum Peyniri istenir.

Dokumacılık şehrimiz Uşak, el dokuması halı ve kilimleri ile haklı bir ün sahibidir.

Van, Van Gölü, Van Kedisi ve otlu peyniri ile bilinir.

Yozgat, Testi kebabı ve mesire yeri Çamlık ile misafirlerini ağırlar.

Memleketim Zonguldak, “kara elmas”ı kömür madenleri haricinde Çaycuma Yoğurdu, Ereğli Çileği, Devrek Bastonu ile de bilinir.

Aksaray, bamyası, Bayburt tel helvası, Karaman koyunu, Kırıkkale silah fabrikaları, Batman petrolleri, Şırnak el sanatları, Bartın doğal güzellikleri, Ardahan kuymak yemeği, Iğdır pamuğu, Yalova yaprak pidesi, Karabük kuyu kebabı, Kilis firik pilavı, Osmaniye yer fıstığı ve Düzce çerkez tavuğu ile özdeşleşmiştir.

Yaşadığım şehir İstanbul ise bir anlamda Türkiye’nin özetidir, bunların hepsi vardır. Ama kendi tarihinden gelen yöresel özelliklere de sahiptir.

Mesela, yoğurt yemek için Kanlıca’ya gidilir. Salatalık (hıyar) için Çengelköy’e… Kız Kulesi’nin büyüleyici manzarasını görmek için Üsküdar’a gidilir, tarihi yarımadaya karşıdan bakmak için Galata Kulesi’ne… Beyoğlu’nun sanat kültür yaşamı ünlüdür, Eminönü’nün ‘balık-ekmek’i. Heybeli’de mehtaba çıkılır. Göksu “bir alem-i ab eyleme” yeridir. Yani içki meclisi burada kurulur.

Ve daha neler neler… Gördüğünüz gibi gerçek bir hazineye sahibiz ve biz hala çalışmaktan, bu nimetlerden faydalanmaya vakit bulamıyoruz.

Virginia’ya, Guyana’ya, Almanya’ya, Kütahya’ya derken bir yeri ihmal etmişim: Kalamış’ı!..

Bir tatlı huzur almaya gidiyorum Kalamış’a! Ne zaman dönerim bilinmez.

Huzurlu günler dilerim.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

27 Mayıs 2014, İstanbul

Baba Olmak Zor Zanaat…

Baba Olmak Zor Zanaat…

“Anne, gezindiğin bağ; baba, yaslandığın dağ” demişler…

İnsan sırtını kime yaslar? Güvendiği birine. Hayat boyu sırtını kime yaslar? En güvendiğine… Demek ki baba demek, güven demek. Destek olmak demek.

Hah, tam da buyuz işte! Destek olan.

Klasik roller var. Annelerimizin ya da büyükannelerimizin ev kadınlığı yaptığı, dışarıda çalışma işini ise babalara bıraktığı bir kültürden geliyoruz. Yani evi geçindirme sorumluluğu babadadır. Günümüzde her ne kadar kadınlar da artık büyük ölçüde çalışma hayatının içerisine girip eve ekmek getiriyor olsalar da, yine de asıl görev erkeklerde. Kadının çalışmama gibi bir lüksü var, ama erkeğin yok.

İşte bu noktada, erkeğin birinci derecede odaklandığı yer işi oluyor. Evleniyor, barklanıyor, çoluk/çocuk sahibi oluyor ama hayatının merkezinde hep işi var. Çünkü çalışmayan erkeğin kimseye hayrı dokunmuyor. Çünkü işi olmayana eş de vermiyorlar, ev de vermiyorlar.

Belki çok sert olacak ama işin en gerçekçi ifadesi şu olmalı: Erkeğin işi yoksa, onuru da yok.

Eşinden, çocuğundan başlayarak tüm topluma sıçrayan görünmez yargı bu.

Bunun farkında olan adamın psikolojisini bir düşünün. Gazetelerde okuyorsunuzdur, iflas eden işadamı kendini Boğaz’ın serin sularına bıraktı, intihar etti gibi haberleri… Düşünün ki, o noktayı hayatın bitim noktası görüyor. Çünkü böyle sorumluluklarla donatılmış.

Bir de ekonomik hayatın şu tarafına bakalım. Malum, nüfus artışımız çok. Gittikçe işsizler ordusu da çoğalıyor. Böyle bir durumda iş bulmak daha da zorlaşıyor. Bazen biz de firmamız insan kaynakları için ilan veriyoruz; mesela bir makine mühendisi alacağız, en az yüz tane başvuru var. İnsan üzülüyor, dışarıda kalacak olan 99 genç için. Herkesin bir işe ihtiyacı var. Ne diyelim, Allah yardımcıları olsun.

Diyeceğim şu ki, bir kadın anne olduğunu hissettiği an, bebeğini kucağına aldığı an ne hisseder? Mutlaka, yavrusunu emzireceğini, doyuracağını, altını temizleyeceğini, onu nasıl sevgi ve şefkat ile koruyacağını düşünür. İyimserdir. Bu yüzden çocuk ile anne arasında masum ve sevgiye dayalı bir ilişki kurulur.

Ya baba?.. “Müjde, baba oldun” sözü ile birlikte hayatın acımasızlığı, geçim sorunu ve daha bir yığın şey gözlerinin önünden geçer. Onun ihtiyaçlarını layıkıyla karşılayabilecek midir, iyi okullarda okutabilecek midir, iyi bir istikbal verebilecek midir, bisikletini, oyuncağını, bilgisayarını alabilecek midir?.. Endişe ve korkular peş peşe gelir.

Ve o günden sonra baba artık çocuğu ya da çocukları için yaşamaya başlar. Onlar için üretmeye, onlar için azar işitmeye, onlar için mesaiye kalmaya, onlar için evinden, ailesinden, yuvasından günlerce uzak kalmaya…

Yerin yüzlerce metre altında uzun saatlerdir gün ışığından ayrı kalan, zift bir ortam soluyan madenciyi orada tutan çocuklarıdır.

Gece bekçisini herkesin sıcacık yatağında uyuduğu saatlerde o kış ayazına mahkum eden, uykusuz bir geceyi tamamlatan da çocuklarına götürmesi gereken sıcacık bir ekmeğin hayalidir.

Muhasebeciyi milyonluk rakamlar arasında oynarken ve o rakamların binde birini kendine maaş olarak alırken dikkatini dağıtmayan da çocuklarına karşı duyduğu sonsuz sorumluluk duygusunun verdiği güçtür.

Yüzlerce çocuğu hayata hazırlarken, onlara doğruluk ve erdemi öğretirken geçim zorluğu çektiği için durakta abonman, pazarda limon, metro girişinde mendil satan öğretmenin, o sırada bir öğrencisi ya da bir öğrenci velisiyle karşılaştığında kızaran yüzünü tekrar gülümseten de çocuğuna vereceği bir oyuncağı alabilmiş olmasıdır.

Dışarıda ekmek aslanın ağzında ve bu vahşi aslanın midesine uzanan o babanın eli, o canavarla nasıl mücadele eder, nasıl kapar, bunu bilen yok. Baba parayı nasıl kazanır, günü nasıl geçer, neler yaşar bilen yok. İşte bu telaş, yorgunluk ve tükenmişlikten sonra eve gelen babada çoğu zaman ne çocuğunun saçını okşayacak enerji, ne eşine güzel söz edecek moral kalıyor.

Derler ki, “erkek bulur, kadınsa onu güzelleştirir.” Bir de başka bir şey söylemişler: “Erkek dünyayı, kadınsa erkeği parmağında çevirir” diye… Dünyanın insanlık tarihi, uygarlık tarihi de böyle başladı, böyle devam ediyor. Tekerleği icat eden, ateşi bulan insan, bugün baş döndürücü bir hızla teknoji dünyasında takip edemeyeceğimiz hızlı değişimleri sunuyor. Erkek egemen iş dünyasında büyük açılımlar, büyük yatırımlar, büyük transferler var. Dev gibi şirketler kuruluyor, dev gibi ortaklıklar oluşturuluyor. Dünya küçük bir köy oldu, her gün yeni pazarlar arayışındayız. Amerika’da üretilen bir bilgisayar aynı gün elimizde olabiliyor. Daha çok çalışıyor, daha çok üretiyoruz. Neredeyse işkolik olduk, deli gibi çalışıyoruz. Emekli oluyoruz, başka bir işte çalışmaya devam ediyoruz. Çocukları tatile, yazlığa gönderiyoruz, biz yine çalışmaya devam ediyoruz.

Çalış, çalış, çalış!

İşçisinden memuruna, sendikacısından sanayicisine, sanatçısından sporcusuna kadar bütün bu amansız savaş, bütün bu delicesine yarış, bütün bu kazanılan paralar, girilen borçlar, çekilen krediler, heyecanlandıran yatırımlar, yemeyip/giymeyip yapılan tasarruflar, her şey ama her şey onlar için.

Masum bir gülümsemesiyle, “ba-ba” diyen sesiyle içimizi bir anda ısıtan o hayatın muhteşem varlıkları, çocuklarımız için.

Onlara daha iyi bir gelecek bırakmak için.

Bütün kaygımız da, bütün tutkumuz da, bütün korkumuz da, bütün umutlarımız da bunun için.

Bize dünyanın en değerli payesini armağan eden, tüm yaşadıklarımızı katlanılır kılan biricik varlıklarımız, çocuklarımız için.

Babalar Günü’müz kutlu olsun!

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

İstanbul, 12 Haziran 2014

Beni Bu Havalar Mahvetti!…

Beni Bu Havalar Mahvetti!…

“Beni bu güzel havalar mahvetti,

Böyle havada istifa ettim

Evkaftaki memuriyetimden.

Tütüne böyle havada alıştım,

Böyle havada aşık oldum;

Eve ekmekle tuz götürmeyi

Böyle havalarda unuttum.”

Şair Orhan Veli’yi olduğu gibi beni de bu havalar mahvetti…

Havalar bu sıralar tam da İstanbul’dan kaçılacak gibi… Bir memleketi olsa insanın, doğup büyüdüğü… Çocukluğuna tekrar döneceği. Memleketinde bir evi olsa; evin yakınında komşuları, akrabaları. Büyükannesi, dedesi. Arkadaşları. Gazoz aldığı bakkal, kunduralarını boyattığı boyacı, sıcak ekmek aldığı fırın… Herkes orada olsa. Ama en çok da annesi. Annesi mutfakta olsa. Daha içeriye girmeden miss gibi yemek kokuları sarsa etrafı. Karnın da kurtlar gibi aç olsa. Biraz kızarak, ama sevgiyle baksa annen sana. Sarılsan, bir daha bırakmamak üzere. Koklasan… Doya doya.

Yola çıksan sonra. Rüzgara karşı bisikletle yarışsan. Ne terlersin, ne de üşürsün. İşte özgürsündür. Dünya senindir adeta. İşte belki de huzur, belki de mutluluk budur.

Şimdi oralarda olup o sessizlikte, o evlerin arasında bisiklete binmek ne kadar da güzel olurdu. İstanbul’dan uzakta, dertlerden uzakta bir an için özgürleşme, doğanın huzur veren rahatlatıcı kokusunu hissetme… Ne güzel olurdu o eski çocukluğumuzu bulmak, arkadaşlarımızı bulmak, dertler küçülür, amaçlar ise hep büyümek olurdu…

Eskiye ve geriye gitmek ne güzel olurdu. Neden mutluluklar hep geçmişte ya da neden hep geçmişe baktığımızda mutluluklar orada.

Günler gelir geçer, anlar gelir biter. Sonra bir bakmışın ki artık sende eski yerinde değilsin… Belki içimizdeki çocukluğumuzdu bizi sürekli geçmişe baktıran, belki de günümüzün stresli hayatıydı gözlerimizi geçmişe yönlendiren. Günümüzdeki insanların özellikle büyük şehirlerde yaşayan büyük çoğunluğun bunalıma girmesine neden olan işte bunlardan birisidir.

Bizler hep mutluluğu arayıp duruyoruz; çoğunlukla da hep yanlış yerlere bakıyoruz. Ufacık anlık aldatmacalara düşüyoruz.

O kadar çok çalışıyor, o kadar çok iş odaklı yaşıyoruz ki işimizle evleniyor onunla flört eder hale geliyoruz. Kendimize vakit ayırmayı unutuyoruz. Etrafımızdaki güzelliklerin farkına varamıyoruz. Böyle anlarda hep geçmişe bakıyor geçmişte yaşadığımız mutlu dolu anları, arkadaşlıkları, sevgileri arıyoruz. Bu arayış içinde bunlara tekrar sahip olabilmeyi isterken aslında daha da uzaklaşıyoruz kendimizden ve de mutluluklardan.

Kaçımız tek başına doğa yürüyüşüne gitti, kaçımız tek başına denizde kıyıdan yüz metrelerce uzakta yüzdü, kaçımız tek başına bir deniz kıyısında kitap okumayı seçti, ya da kaçımız sevgisini dile getirdi, kaçımız…

Geceleri gökyüzünü izlerim kendi yalnızlığımı daha çok hisseder acizliğimi görürüm. Bazen de gündüzleri bulutları bir şeylere benzetir çocukluğuma dönerim. Akşamüstleri ise çimlere yatar batan güneşi izler güzel günleri getiririm aklıma. Yine gece olur yakamozu izler yaşamı sorgular daha da çok yalnızlaşır, geçmişin hesaplarını yaparken bulurum kendimi. Geçmişime üzülür geleceğimden endişelenirim. Sorgulamalar hiç bitmez hayatımdan, anlam veremem bu dünyanın ve insanın düzenine. Ararım hep yanımda bir dost, bir sevgili. Ama bir bakarım ki dün yanımda olanlar, yok oluvermişler bugünde. Üzülürüm verilen emeklere, bağlanılan umutlara ve hayallere.

Bazen tüm geçmişi ve tüm duyguları geride bırakarak gitmek isterim buralardan…. Sadece anılar yeter bana. Bazen, “Gerçek hayat, gerçek insanlar bunlar değil” diye tüm dünyaya kafa tutmak isterim.

Ve bazen sadece susmak isterim. Sessizliğin tüm soruların cevapları olduğunu bilirim…

Hayat bazen bizi olmak istemediğimiz kişiler olmamız için zorlar durur. Ve bu olduğunda biz genellikle eskiden olduğumuz o küçücük parçaya tutunmaya çalışırız. Belki bir oyuncağa, belki çocukluk anılarımıza, belki bir eşyaya… Küçücük bir yadigâr bize “gerçekte kim olduğumuzu” hatırlatır. Ama şirketleştirilmiş bir dünyanın içine itildikçe ve çevremizi kurtarma hayalimizden uzaklaştıkça o yadigâra daha da sıkı tutunuruz. Ve hiçbir zaman olmak istediğimiz yerde olamayız.

Hayatımızın en mükemmel anlarını ille de kendi elimizle yaratmamız gerekmiyor. Bunlar aynı zamanda bizim başımıza gelenler de olabiliyor. Hayatımızın akıbetini etkilemek için harekete geçemeyiz demiyorum. Harekete geçmemiz gerek ve geçeriz de. Ama şunu unutmamak gerekir ki herhangi bir gün, evden dışarıya adımımızı atarız ve tüm hayatımız sonsuza kadar değişebilir. Yaşamın bir planı vardır çünkü…

Ve o plan sürekli hareket halindedir. Bir kelebek kanatlarını çırpar ve yağmur yağmaya başlar. Korkutucu bir düşünce olsa da aynı zamanda harikadır da. Makinenim tüm o küçük parçaları biz tam olarak olmamız gereken yerde tam olarak olmamız gereken zamanda bulunalım diye sürekli çalışır. Doğru yerde, doğru zamanda. Hayatımızdaki büyük şeylere neden olan bir sürü küçük şey vardır. Tüm o ufak şeylerin bizi götüreceği yeri ve buna ne kadar minnettar kalacağımızı bilseydik eğer yine aynı şimdiki düşünce tarzımızla yaşar mıydık?

Son sözüm; mutluluğun aslında ayrıntılarda ve bardağın dolu kısmında olduğu düşüncesini benimsemeyi bilmeli hayatın aslında istenirse bir oyun parkı olduğunu anlar hale gelmeliyiz. O ayrıntıları aramak, görmek ve stratejilerle oluşmuş insan ilişkilerinden uzaklaşmak dileğiyle…

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

İstanbul, 27 Haziran 2014

“Bir Avuç Kül Oluverdim,Külüm Havaya Savruldu”

“Bir Avuç Kül Oluverdim,Külüm Havaya Savruldu”

“Kapıları çalan benim

Kapıları birer birer,

Gözünüze görünemem

Göze görünmez ölüler.

Saçlarım tutuştu önce

Gözlerim yandı kavruldu,

Bir avuç kül oluverdim

Külüm havaya savruldu.”

Livaneli’nin bu enfes şarkısı öyle derinden etkiler ki beni… Bir insan olarak bile yüreğinizi burkabilen bu şarkı, hele de bir babaysanız daha sarsıcı olabiliyor.

Nazım’ın 1945 yılında Hiroşima’ya atılan atom bombasının tahribatına ilişkin yazdığı bu şiirini tüm dünya biliyor aslında. Bir kız çocuğunun gözünden savaşın acımasızlığı anlatılıyor.

Savaş başka bir zamanın konusu da, aslında kız çocuklarına ilişkin duygularımı paylaşmak istedim. Çünkü son zamanlarda küçük kız çocuklarına ilişkin kötü haberler geliyor. Malum benim de bir kızım var. Her anne baba gibi çocuklarımız, özellikle de kız çocuklarımız hakkında kaygılanmamak imkansız.

Öyle şeyler yaşanıyor, öyle şeyler duyuyoruz ki, güvensizlik korkuya dönüştü.

Oysa yirmi birinci yüzyıldayız. Bilgi çağında. Bir saniyede dünyanın başka bir köşesinde olanı biteni öğrenecek bir dönemde hala bırakın insanları, çocukları bile kız/erkek diye ayırıyor olmak, toplumsal bir utanç meselemiz oluyor. Tacize ve tecavüze, sonrasında da öldürülmelerine giden olayları duyunca kanım çekiliyor.

Nasıl bu hale geldik? Ya da hep böyle miydik?

Oysa daha dün gibiydi, sokaklarda kızlı-erkekli oyunlar oynadığımız. Bilgisayarlarımız yoktu, atarilerimiz yoktu. Oyunları sokakta oynar, arada parklara giderdik. Hava kararıncaya kadar dışarıdaydık. Acıkınca eve girer, çıkar, sonra oyunumuza devam ederdik. Hepimiz kardeştik, kardeş gibiydik. Herkes amcamız, teyzemizdi.

Ne oldu böyle?

Kentleşmenin, büyük kente göçün yarattığı kargaşa, yabancılık ve nemelazımcılık mı başlattı bütün bunları? Neden “biz” ve “başkaları” olduk? Neden başkaları denince aklımıza iyi şeyler gelmiyor? Yalnızca “hepimiz insanız” diye bir temel değere sarılamıyoruz? İnsan olmak yetmiyor mu bize? Bizi yalnızlıktan alıp evrensel bir kalabalığa, bir sahiplenmeye, bir kollanmaya götürmüyor mu?

Afrika’daki açlara, Filipinler’deki sel feleketi yaşayanlara üzülmüyor mu, yardım etmiyor muyuz? Marmara Depreminde tüm dünyanın iyilik elleri üzerimizde değil miydi? Bütün bunlardan çok daha fazla ortak değer varken, aynı dili, aynı dini paylaşıyorken, aynı topraklar üzerinde aynı bayrağın gölgesinde nefes alıyorken bütün bu yaşananlar neyin nesi?

İnsanları böylesine canavarlaştıran nedir ki? Aileler sevgi, saygıyı mı öğretemiyor? Devlet onları çaresizlikten ve suça meyletmekten kurtaracak çözümler mi üretemiyor? İş, okul, sosyal statü mü veremiyor? Din alimleri dini mi iyi anlatamıyor? Yoksa bu kadar insanın içine bu canavarlar, bu cani ruhlar nasıl girdi?

Para mı bu kadar yalnızlaştırdı, bencilleştirdi ve gözünü kararttı insanın acaba? Her şey para için mi? Öyleyse bile bunun çocuklarla ne ilgisi var? Bu başka bir şey olmalı.

Bu toplumun kız çocuğuna, kadına bakışındaki büyük arızaları işaret ediyor. Bu erkek egemenliğindeki az gelişmişliğin, eğitimsizliğin, yanlış bilgilerin, gelenek ve törenin kadını ezen ve suçlayan alışkanlıklarından geliyor.

Kız çocukların okutulmaması ve kadınların çalıştırılmamasını da kapsayan bir dizi engeller var hala. Yani hala erkekler kadınların çocukluktan itibaren bekçiliğini yapıyor ve onları koruma ve kollama görevinin kendilerinin birinci vazifeleri olduğunu düşünüyor. Oysa insanı kadın erkek ayırmadan bir birey olarak gördüğünüzde ve her bireye güvenmeyi öğrendiğinizde hayat sizin yükünüzü de alıyor. Herkes kendi başının çaresine bakabiliyor. Türkiye’de ve dünyada pek çok örneğini görebildiğiniz gibi her konuda ve her alanda kız çocukları birincilikler kazanıyor, başarılı oluyor; kadın sanatçılar, kadın sporcular, kadın bilim adamları ve hatta kadın politikacılar dünyayı değiştirebilecek güce sahip olabiliyor.

Türkiye’de bu konuda muhteşem bir kadın zenginliğine sahip. Nene Hatunların, Halide Ediplerin, Sabiha Gökçenlerin ulusuyuz biz. Yoktan var eden kadınların çocuklarıyız. Boşuna bu endişe, boşuna bu güvensizlik.

Biz kadınlarımızın, kız çocuklarımızın yerine ne kadar çok karar verir, ne kadar az onlara fırsat verirsek, o kadar çok onların gelişimini engellemiş oluruz. İşte asıl o zaman onlara en büyük kötülüğü yapmış oluruz. İnsani değerleri, sevgiyi ve saygıyı öğrettiğimizde aslında dünyayı öğretmiş oluyoruz.

Şunu biliyor ve inanıyorum ki, Türkiye’de erkekleri eğitirsek, kadınları eğitmiş olacağız. Çünkü kadının cahilliği, erkeğin cahilliğinin sonucudur.

Erkeğin kadın ve kızlar üzerindeki ilgisini kendine çekip, kendini geliştirmesi, yetiştirmesi ve en önemlisi de ehlileştirmesi, sorunun çözümü olacaktır.

Nefsinin ehlileştirilmesi, dürtü ve heyecanlarının dizginlenebilmesi toplumsal tehditleri de ortadan kaldıracaktır. Kadını poşete koyup saklamak, gizlemek yerine erkeğin her kadını cinsel obje gibi görmekten vazgeçmesi sorunun gerçek çözümü olacaktır.

Ve en önemlisi erkeğin içindeki birikmiş enerjinin doğru kanallara, doğru ilgi alanlarına; kendine ve topluma yarayacak bir üretim hayatına yansıtılması, hepimizi daha iyi bir geleceğe taşıyacaktır.

Bırakın kadınların namus bekçiliğini yapmayı! Herkes bir başka erkek ya da erkeği için namuslu yaşamıyor, kendi için namuslu olmayı seçiyor. Üstelik namus ve namuslu olmak yalnızca kadınların sorumlu olduğu bir değer değildir. Ve namus yalnızca cinsellikle açıklanabilir bir şey olamaz. Hırsızlık, yolsuzluk, sahtekarlık, yalancılık ve daha pek çok şey var.

Lütfen, sizi dünyaya getiren o muhteşem kadını, annenizi düşünün. Varsa kız kardeşinizi. Varsa kızınızı. Varsa eşinizi, yeğeninizi, kuzeninizi…

Allah’ı düşünün! Peygamber’i, Kur’an’ı!.. Hiç birinde bir başkasına kötülük, hele de korumasızlara, güçsüzlere, çocuklara, kızlara, kadınlara bir kötülük yapılmasını onaylayan tek bir söz bulamazsınız.

Ve onurunuzu, adınızı, ailenizi, geleceğinizi düşünün. Pişman olacak bir hareket yapmayın, insanların hayatlarını karartmayın.

Kız çocuklardan elinizi çekin.

Şeker de yiyebilsinler!..

“Çalıyorum kapınızı

Teyze, amca bir imza ver

Çocuklar öldürülmesin,

Şeker de yiyebilsinler.”

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

10 Temmuz 2014, İstanbul

Menekşe Gözler Hülyalı…

Menekşe Gözler Hülyalı…

Eski fotoğraflara bakmak pek aklıma gelmez ama geçen gün bir çekmeceden eski bir fotoğraf çıktı ve bana geçmişi hatırlattı.

“Vay be, bu ben miymişim!” diye eski formumu düşünüp canımı sıkacaktım ki, can sıkıntısı yerine tatlı bir gurur ile doldum baştan ayağa. Öyle ya, yanımdaki kadın Türkiye’nin değil, dünyanın güzel, üstelik gelmiş geçmiş en güzel kadınlarından birisiydi. Bir erkek için bundan daha havalı bir şey olabilir miydi?..

Kim mi? Hayal gücünüzü zorlayın…

Yok, aklınıza gelmeyecek biliyorum. Peki, “Artist” desem?.. “Kleopatra” desem?… “Liz” desem?.. Belki gene olmayacak. Ya, “Menekşe Gözlü” desem?…

Elizabeth Taylor, elbette…

Geçmiş zamana denk gelen bir tatlı anı, Milano’dan… Elbette ki o dünyanın hayran kaldığı güzel bir sanatçıydı ve ama ben de sonuçta bir Türk erkeğiydim. Liz’i bilmeyen yoktu ama Türk erkeğini bilmeyen de yoktu… Üstelik o bir sinema oyuncusu olabilir ama ben de bir sinema filminde, hem de Ayhan Işık ile oynamıştım. Benim oskar almamam dışında şartlar eşit gibi görünüyordu. 🙂

Şaka kısmı bir yana, Liz Taylor’un çekim alanına girmemek imkansızdı. Daha yanına gelmeden bir bahar esintisi gibi savrulan parfümü başınızı döndürüyordu. Ve sonra sizi yerinize mıhlayan o gözler gerçekten olağanüstüydü. Üstelik yıllar geçtikçe yaşanmışlıkla, akılla daha bir derinleşmiş, dünyanın en ünlü ve zengin erkeklerini peşinden koşturmuş olan bu ünlü kadın daha anlamlı bakmayı öğrenmişti sanki…

Bizim kuşaktaki erkekler iyi bilirler, gençliğimizde kızlar ya Türkan Şoray gibi gözlerini kırpıştırır, ya Hülya Koçyiğit gibi koşar, ya Muhterem Nur gibi öksürürdü. Hollywood sinemasını takip edenlerimiz, daha Avrupa görmüşlerimiz ise saçlarını Audrey Hepburn gibi kestirir, Brigitte Bardot gibi sarıya boyatır, Marilyn Monroe gibi gözlerini kısarak gülerdi.

Erkekler de Ayhan Işık gibi konuşur, Yılmaz Güney gibi sigara içer, Ediz Hun gibi bakardı.

Herkes birini taklit ederdi de, galiba taklit edilemeyen tek yıldız Elizabeth Taylor’du. Çünkü onun en karakteristik özelliği ve diğerlerinden ayrılan yanı gözleriydi. Menekşe rengi gözleri.

Siyah ve kahverengi Türkiye’de en çok bulunan göz renkleri. Yeşile ve maviye az da olsa rastlıyoruz. Ama ben bu yaşıma kadar başka bir kimsede menekşe rengi göz duymadım, görmedim. Bu bakımdan merak ederdik. Çocukluğumuzda televizyonlar siyah-beyaz olduğu için Liz’in gözlerinin rengini göremezdik, ama sinemada denk geldiğimizde ya da renkli mecmualarda dikkatli bakardık.

Aslında ben hiç menekşe göze rastlamadım diyorum ama işin ilginç yanı bizim şarkılarımızda menekşe gözler üzerine yapılmış besteler var. Eğer bestecileri de benim gibi Liz aşığı değilseler, onlar başka bir menekşe gözlüyü tanıma şansına sahip olmuşlar.

“Menekşe gözlerde hiç vefa yokmuş” diyen bir Şekip Ayhan Özışık bestesi var. Bir “Ninni” diye de bilinen ve Müzeyyen Abla’nın çok güzel seslendirdiği “Yine o menekşe gözler aralı” şarkısı var. Bir de Yesari Asım Arsoy bestesi var, “Menekşe gözler hülyalı, bakışları çok manalı / Gönül yakıcı hep o gözler, meğer ezelden sevdalı” diye başlar…

Sinemaya daha on yaşındayken çocuk yıldız olarak bir Lassie filminde başlayan Taylor, 18 yaşına geldiğinde dünyanın tanıdığı bir star olur. Sayısız ilişki, yedi tane evlilik, beş oskar adaylığı, kazanılan iki oskar ödülü, alkol bağımlılığı, hastalıklar, ameliyatlar derken 79 yıla sığdırdığı hayatında tutkuları büyük bir aşkla ve mizahla yaşadı.

O, yirminci yüzyılın en büyük yıldızlarından biriydi.

Gördünüz işte, bir fotoğraf insana neler neler hatırlatıyor!.. Hayat hızla yaşanıyor, an dediğiniz göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçiyor, bir fotoğraf pozu üç saniyede veriliyor ama anlamına kitaplar yazılabiliyor.

Gençliğimde olsaydı fotoğrafın altına belki de şöyle bir not düşerdim: “Elizabeth Taylor’un gözlerini alamadığı Türk”… Eğlenceli de olurdu. Ama şimdi hayat biraz daha nostaljik olmaya başlamışken konuyu biraz daha alaturkalaştırırarak, “Gel etme eyleme, aksi söz söyleme / Beni reddeyleme canım, gülüm” diye bir şarkının sözlerine teslim olurdum.

Üstelik çok büyük başka bir ortak özelliğimiz daha vardı: İkimiz de taş ustası, taş tutkunuyuz.

O, dünyanın en değerli taşı olan elmas tutkunu. 69 ve 34 karatlık elmasların da içinde olduğu çok büyük bir taş koleksiyonu var.

Ben, Kiltaş’a sahibim. Onun elmasları, benim refrakterlerim var. Elmaslara ateş gibi kadınlar dayanamıyor ama refrakterler en güçlü ateşe dayanabiliyor.

Sonrası mı?.. O kendi taşlarına döndü, ben Kiltaş’a… O güzel gözleriyle erkekleri büyülemeye devam etti; ben bir güzel gözlüye gönül verdim, evlendim, kızım oldu… O dünya yıldızı olarak yaşadı ölümüne dek; ben kendi yıldızımı buldum, onunla yaşıyorum.

Yıldızınız parlak olsun.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

31 Temmuz 2014, İstanbul

Böyle Kazanılır Ekmek Parası!…

Böyle Kazanılır Ekmek Parası!…

“Güneşli bir günde

Masmavi göreceğiz Karadeniz’i

Balkaya’dan Kapuz’a kadar,

Karış karış biliriz bu şehri;

EKİ’nin çiçekli bahçeleri,

Rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla;

Paydos saatlerinde yollara dökülen,

Soluk benizli insanlarıyla.

Siyah akar Zonguldak’ın deresi

Yüz karası değil, kömür karası

Böyle kazanılır ekmek parası…”

Türk şiirinin usta kalemi Orhan Veli, memleketimi böyle anlatmıştı… Nasıl yakıcı, nasıl sarsıcı bir şiirdir!.. Ama asıl sarsıcı olanı bu kaderi yaşayanlardı. Yalnızca Zonguldak’ın dereleri değildi siyah akan, insanların gözyaşı da siyah akıyordu. Değiştiremedikleri, değiştiremeyeceklerini düşündükleri kara yazılarının dışa vurumu işte böyle bir şeydi. Her sabah evden vedalaşır gibi ayrılmak öyle ağır gelirdi ki madende çalışanlara; kim bilir belki de daha çocukları uyanmadan kapıdan çıkmayı bu yüzden tercih ediyorlardı…

İnsan günde kaç kez ölümü düşünür? İnsan her sabah ölümün peşinden gider mi? Bu meydan okumaya, bu direnmeye, ama aynı zamanda bu teslim oluşa “ekmek parası” diyorlardı.

Ekmek Parası!

Benim çocukluğumda ekmek parası böyle kazanılırdı. Ölümü göze alış olduğuna göre çok kıymetli bir şey olmalıydı diye düşünürdüm, ekmek parasını…

Hayata erken atılanların dilinde başka türlü söyleniyor bu sözcük. Çocuktum, ayakkabı boyadığım zamanlar. Daha boya sandığının altında zorlandığım yaşlardaydım. Ama hayatın yükünden daha ağır değildi taşıdığım, ya da parasızlıktan, çaresizlikten daha fazla acıtmıyordu canımı. “Boyayalım, parlatalım mı abiler?” diye yanaşıyordum insanlara. İnsan insanın yüzüne bakar, ben ayaklarına bakıyordum, bana iş çıkar mı diye… Ondan sonra bir tanışma, bir sohbet başlıyordu, boya sırasında… Bir yandan işimi özenle yapmaya, alacağım kuruşları hak etmeye çalışıyordum, bir yandan da abilerin, amcaların sorularına cevaplar veriyordum:

– Kaç yaşındasın sen?

– 9 yaşındayım amca

– Okula gidiyor musun peki?

– Gidiyorum.

– Neden boyacılık yapıyorsun öyleyse?

– Ekmek parası…

Tam olarak değildi tabii ki. Ekmek parasının gerçek anlamda ne olduğunu 13-14 yaşlarında apar topar toplanıp şehri terk ettiğimizde, İstanbul’a gelirken bile anlamamıştım. Biz kimden kaçıyorduk, neden kaçıyorduk, evimizi, komşularımızı, arkadaşlarımızı, mazimizi neden bırakıyorduk anlamsız geliyordu her şey… Ben bir şey bilmiyordum, babam biliyordu.

Umudunu yeni bir hayata, yeni bir başlangıca taşımak isteyen babam biliyordu en iyi ekmek parasının ne olduğunu… Çünkü derler ki: “Kadını tüketen yürek yarası, erkeği tüketen ekmek parasıdır.”

Hayatta erken olgunlaştığımı düşünürüm zaman zaman. Erken hayata atılanlar erken olgunlaşıyor. Öldürmeyen acı güçlendiriyor, düşe kalka yürümesini de öğreniyor insan. Aklına yüreğini, yeteneklerine şansını da ekleyince yürüyüş bir maraton koşusuna dönüşüyor, ardınıza bakmadan nefesinizin yettiği sürece koşuyorsunuz.

Ne için? Eve ekmek parası yetiştirmek için.

Belki de bu yüzden ekmek çok kıymetli. Belki bu sebeple ekmek kutsal. Alınterine bulandığı, bedelleri ödendiği, her lokmasında bir mücadele olduğu için…

O yüzden gençlere bu konuda bir çift sözüm var, bir büyükleri olarak… Hani derler ya “ekmek aslanın ağzında” diye… Artık o ekmek aslanın midesine indi. Onu oradan almanız gerekiyor. Üstelik o ekmeğin çok sayıda talibi var. Ekmek kavgası diye bir büyük yarışın içine giriyorsunuz.

Bütün mesele onurunuz ve namusunuzdan ödün vermeden o ekmeği alabilmek. Aklınızı, bilginizi, deneyimlerinizi büyüterek; işinizi hayatınızın odağına alarak, rekabet dünyasında öne geçmeye çalışarak, ötekilerden daha iyi olarak, yarışacak kimse bulamazsanız kendinizle yarışarak, gelişmelere açık olarak, söylenenlere kulak vererek, kendinize güvenerek, sağlam, dürüst, tutarlı ve sürekli bir başarıyı kovalayarak işyerinizin vaz geçilmezi olmalısınız.

Ateşi bulan, vahşi hayvanları evcilleştiren, atomu parçalayan, uygarlığı bilgi çağına taşıyan insan aklı için bu da zor olmamalı diye düşünüyorum.

Başarılar sizinle olsun.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

12 Ağustos 2014, İstanbul

Eylül`de Gel, Eylül`de

Eylül`de Gel, Eylül`de

Yaz biter; deniz, güneş, Ege, Akdeniz, yazlık, parmak arası terlik, mayo, yaz aşkları, eğlence, dinlenme tatil biter, Eylül gelir.

Ağustos biter, Eylül gelir.

Bazıları yaz bittiği için, dolayısıyla da Eylül geldiği için mutsuzdur, biraz da hüzünlüdür. Tıpkı sonbaharın gelişi gibi… Zannederler ki, Eylül neşeye, eğlenceye, enerjiye, güzelliğe bir nokta koyar.

Oysa bilmezler ki, noktadan sonra yeni bir cümle başlar. Yeni planlar, yeni hayaller, yeni başlangıçlar vardır. Her Eylül ile yeni bir yıla umutlu bir başlangıç yapılır. Üstelik dinlenmiş, enerji toplanmış, moral depolanmış, en zinde ve konsantre bir halde… Yok yok, yanlış duymadınız, yılın başlangıcı Eylül’dür aslında. İnanmazsanız televizyonlara bakın. Yeni yayın dönemi Eylül’le başlar. Yılın en iddialı dizileri, en sansasyonel programları bu ayda seyirci karşısına çıkar. Futbola bakın mesela, ligler, Avrupa liglerinin başlangıcı bu aydır. Eylül sezon başlangıcıdır her alanda. Yani başlangıçtır.

Demek ki, yaza nokta konur ama ardından Eylül ile yeni bir başlangıç yapılır. İş dünyası, eğitim dünyasında da durum budur. Okullar açılır. Yazla birlikte durgunlaşan ekonomik hayat, Eylül’le birlikte canlanmaya başlar. Gelecek yaza kadar çok çalışılmalıdır, çok iyi projeler hazırlanmalıdır, çok kazanılmalıdır ki, gönül rahatlığı ve gelir bolluğuyla tatile çıkılabilsin.

Eylül, aslında hüzün değil, umut ayıdır. Bitiş değil, başlangıçtır bir bakıma. İşte onun içindir ki, aşk şarkılarının unutulmaz şarkıcısı, kadife sesli Alpay, “Eylül’de Gel” demiştir.

“Eylül’de gel Eylül’de, okul yoluna

Konuşmadan yürüyelim, gireyim koluna

Görenler dönmüş, hem de mutlu diyecekler

Ağaçlar başımıza konfeti gibi yaprak dökecekler.”

Bu şarkıyı ne zaman dinlesem, pişmanlıklarım aklıma gelir. Söyleyemediklerim, kırdıklarım, yarım kalanlar, eksik bırakılanlar… Sonra, pişmanlıkları ve eksiklikleri tamamlama umudunu yaşamaya başlarım. Çünkü şarkı aslında biraz hüzünlü ama daha çok umutludur. Ben de hayatta umudumu hiç yitirmem. Hala kurtarılacak bir şeyler, düzeltilecek işler, özür dilenecek kişiler, gönlü alınacak çocuklar vardır. Hala yetişilecek yerler, kazanılacak ihaleler, tamamlanacak sözler olmalıdır. Umut varsa yapacak işler; yapacak işler varsa yaşam enerjisi, gençlik vardır.

Eh, bunlar için Eylül’den daha iyi bir tarih var mıdır?..

Koca yaz boyunca stresi ve yorgunluğu atmışızdır, başımızda güneş, ayaklarımızın altında su varken ve hem bedeni, hem ruhu dinlendirirken düşünmeye de bolca vakit oluyor tabii. Düşündükçe de insan kendini eleştirebiliyor, olaylara başka bir gözle bakabiliyor, kızgınlıklar unutuluyor, sitemler yeni düşünce modelleriyle eritiliyor ve hayata, kendine ve başkalarına yeni bir şans verme düşüncesi yeşeriyor.

Hesapta bir pişmanlık itirafında bulunacağım, bir özür dileyeceğim; bin dereden su getirdim, bakar mısınız!.. Ne zormuş insanın kendisiyle hesaplaşması!.. Galiba bize bir şeyler yanlış öğretildi. Ego ve kibir duvarlarını yıktığımızda galiba daha adaletli ve vicdanlı olacağız. Hep başkalarını suçlamak, yanlış insanlar, şanssızlık gibi kendimizden yana bahanelere sığınmaktan vaz geçeceğiz. Kendimizi kurtarırsak, hayatımızı da kurtaracağız bir bakıma.

Aramızda bir yanlış anlama olduysa, bilerek ya da bilmeyerek bir hata yaptıysam, kalbinizi ve umutlarınızı kırdıysam, hakkınız kalmışsa bende, puzzle’ın parçaları tamamlanmamışsa…

Bilerek ya da bilmeyerek bana bir hata yapanlar, kalbimi kıranlar, hakkım kalanlar, özür dileyecekler, bir açıklama borcu olanlar, sorun yaşadıklarımız…

Gelin, daha yaz ertesi sıcakları gitmeden, güneş bizi tümüyle terk etmeden aramızdaki buzları eritmenin tam zamanı!

Arınmanın, yenilenmenin en güzel mevsimidir bu!

Yaz döneminde sınavlarını başarıyla veremeyenler için son bir şanstır Eylül. Bütünlemeyi de veremezsek, bütünüyle kaybetmiş olacağız.

Sonra aynı şeyleri bir daha yaşayacağız.

Bir daha… Bir daha… Bir daha…

Ve ders almadan, “nerde hata yaptım” demeden, ve sorunu bilmeden. Farklı insanlarla da olsa aynı hataları, aynı açmazları yaşayacağız. Takılıp kalacağız aynı yerlerde, bozuk bir plak gibi.

O yüzden… Üstümüzdeki yüklerden kurtulmak için… Kafamızı rahatlatmak, vicdanımızı hafifletmek için… Yeni sezona akıl ve beden sağlığını geliştirmiş olarak girmek için… “Hayat bu, yarına çıkamamak da var” diyerekten… Kul hakkıyla gitmemek için, diyorum ki: “Eylül’de gel!”

Kendinizle, insanlarla ve yaşadıklarınızla yüzleşme sınavında başarılar dilerim.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

5 Eylül 2014, İstanbul

Veda…

Veda…

“Tren kalktığında bembeyazdı yüzün

Son bakışımızda o an birbirimize

Bir ömür görüşemeyecektik, biliyorduk

Bunu açık açık ikimiz de.

“O akşam ölüler gibiydik” ayrılırken

Diyen karşılıklı mektuplar aldık

Ama bütün bu sözlere rağmen

Hayatta kaldık.

Derin yaralar iyileşir tekrar

Ve yürek uyur

Her acı, her acı diner zamanla

Unutulur.”

Nordahl Grieg isimli bir şair böyle anlatmış vedasını…

Demek ki veda dünyanın her yerinde aynı yaşanıyor. Ölü gibi bembeyaz yüzler, suskunluk, derin bir iç çekiş, kabulleniş, sonsuz bir acı…

Hangimiz yaşamadık ki vedaları!.. Hangimiz gitmedik, gitmek zorunda kalmadık ki!.. Hangimiz terk edilmedik ki?.. Ve sonunda terk edile edile terk etmeyi de öğrendik. O zaman kırılan kalplerimiz, şimdi kırıyor başka kalpleri.

“Gidiyorum” der, hazır değilseniz buna, o anda dünya da, hayat da ayaklarınızın altından çekilir gider. Giden o değildir aslında, sizin kalanınızdır. Sizde ne varsa almış götürmüştür.

Yok yok, bazı şeyler bırakır. Öyle bırakır ki, kimse götüremez onları. Mesela yalnızlık bırakır, korkular bırakır. Sevgisizlik, güvensizlik, huzursuzluk, uykusuzluk bırakır. Sigara, alkol, onu unutmak için, unutturmaya çalışacak ne varsa onları bırakır. Duygusunu sizde bırakır, ama sizi çekip alır ve öyle gider.

Veda diyorlar buna. Ya da elveda.

Tıpkı Orhon Seyfi Orhon’un şiiri, Yusuf Nalkesen’in bestesiyle yürekleri sızlatan o ünlü şarkıdaki gibi:

“Hani o bırakıp giderken seni

Bu öksüz tavrını takmayacaktın

Alnına koyarken veda buseni

Yüzüme bu türlü bakmayacaktın.

Gelse de en acı sözler dilime

Uçacak sanırdım birkaç kelime

Bir alev halinde düştüm eline

Hani ey gözyaşım akmayacaktın.”

Ayrılığın son anıdır veda. Haberli gidişin adıdır. Belki de onca yaşanandan sonra, iyi bitirme niyetidir bir bakıma. İşleri zorlaştırmamaya çalışmaktır. Bilemiyorum, karmakarışık, bir yığın şey var içinde.

Emin olduğum kısmı şu ki, veda ayrılığın seramonisidir. Böyle büyük aşka böyle büyük ayrılıklar yaraşır demenin özetidir bir bakıma.

Oysa birçoğumuz vedalaşmayı sevmeyiz. İşi zora sokmaktan kaçınırız aslında. Sessizce ve kimsesizce çekip gitmeyi tercih ederiz. Acıtmamak, incitmemek niyetiyle böyle yapmayı seçeriz ama aslında kendi acımızdan kaçıyoruzdur farkına varmadan. Bizim gücümüz yoktur o anı yaşamaya. Yüzleşmeye, o anı doğru ifade edecek cümleler bulmaya cidden gücümüz yoktur. Çok ağır gelir.

Vedalaşma anı gariptir aslında… “Kendine iyi bak” demek, “İyi ki seni tanıdım” demek, “Hakkını helal et” demek ne kadar bomboş gelir karşıdakine, bunu bilemeyiz o an. Sadece söylememiz gereken sözler bunlarmış gibi söyleriz. Ama bize bu cümleler söylendiğinde kulağımız duymuyordur bunları, sözcüklerin hiçbir gücü yoktur, hiçbir iyi dilek acımızı dindiremiyordur. Öfkeleniriz hatta, “madem beni iyi ki tanıdın, neden gidiyorsun?” demek isteriz… O, “kendine iyi bak” dediğinde, “nasıl bırakıyorsun ki, kendime iyi bakayım?” diye haykırmak isteriz. Vedanın sözcükleri, dilekleri, kurulan cümleler değildir akılda kalan tarafı. Yıkım anıdır. Suskunluktur, ifadesizliktir. Sonsuz üzüntüdür. Terk edilmişlik, yalnız bırakılmışlıktır. Yalnızlıktan korkmaktır. Yatağın boş kalacak öteki tarafından ürkmektir. Ardından gelecek ve bir daha hiç gitmeyecek soğuk kış mevsiminden korkmaktır. Elleri hep üşüyecektir, yüreği hiç ısınmayacaktır. Herkes biraz ona benzeyecek, ama kimse ona asla benzemeyecektir. Bir daha sevmeye dermanı kalmayacaktır. Ne dermanı, ne umudu, ne hevesi, ne inancı olmayacaktır.

Vedalaşmak mangal gibi yürek ister aslında. Hayatla, ilişkiyle ve kendine yüzleşmek ister. Helalleşmek ister karşısındakiyle. “Hakkını helal et, bilerek ya da bilmeyecek kırdım, üzdüm seni” demektir. Kul hakkıyla gitmekten korkmaktır belki de. Öteki tarafta onu bekleyen ebedi cehennem azabından kurtulmanın bir yoludur kimbilir… Bir insanın kalbini çalmak en büyük hırsızlık sayılmaz mı? Ya bir insanın duygularıyla oynamak? Umutlarını yok etmek? İnançlarını tüketmek? Aşka saygısını bitirmek? İnsanlara güvenini son buldurmak? Yaşama tutkusunu yok etmek? İntihara meyilli, yaşayan bir ölü bırakmak?

Kolay mı bütün bu duyguların altından kalkmak? Bu anlamların karşılığını bulacak bir vedalaşmak kolay mıdır?

Kolay mıdır, hiçbir şey olmamış gibi “hakkım helal olsun, güle güle git. mutlu ol” dedirtmek?..

Acı bitmeden, yaralar kabuk bağlamadan, yerine yeni mutluluklar koymadan kimse kimseye hakkını helal edemez. Nezaketen “ediyorum” dese de yalandır bu…

Bir de vedasız ayrılıklar vardır. Hala gittiğine inanmadığımız. Hala dönecek diye umut ettiğimiz. Bize hiç gitti gibi gelmeyen gidişler vardır.

Ayrılık mı daha büyük ölümdür, ölüm mü daha büyük ayrılıktır?.. Halk ozanına bakarsanız, “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar, elli dirhem fazla gelmiş ayrılık” diyor… Ya ölen kişi anneniz ise? Ya “görüş günü değil” diye izin verilmeyip de, vedalaşamadan kaybetmişseniz onu? Ya hala ve sonsuza dek hayatınızın en büyük pişmanlığı, en büyük öfkesi, en derin yarası oysa?.. “Acaba ne söyleyecekti bana?”, “Ne öğütler verecekti?”, “Bari son kez onu ne kadar sevdiğimi söyleyebilseydim!” gibi binlerce pişmanlık ve yarım bırakılmışlıkla bırakmışsa sizi?..

Ne denebilir ki! Ayrılık insanın ateşle imtihanıdır bir bakıma. Sonunda ölüm olduğunu bile bile yaşamaya bu denli tutkulu olmak da insanın en büyük çelişkisidir; ayrılığı bile bile bu kadar büyük sevmek de…

Ebedi ayrılık bizim elimizde değil ama, buradaki ayrılıkları biz, bitmeyen egolarımız, aç gözlülüğümüz, hırslarımız, korkularımız yaratıyor. Ardımızda, artlarında harabeler bırakarak…

Zaman herşeyin ilacı deniyor ama, bunu yaratan zaman değil, insanın hayata bağlanma isteği. Tekrar tekrar denemek isteyişleri, bir sarmaşık gibi birine inanıp tutunma arzusu… Başaran başarıyor. Her veda yeni bir başlangıca yol açıyor. Yeni insanlar, yeni arayışlar, yeni heyecanlar. Hafıza unutuyor olanları. Yalnız kalp unutmuyor. Beyin ile uyumlu olduğu tek bir kare, bir tek fotoğraf, yalnızca bir an ile sınırlı: Son Bakış

Akılda kalan o. Yaşadıkça hayalden gitmeyecek olan an o. Tıpkı Aysel Gürel & Onno Tunç & Sezen Aksu klasiğinde olduğu gibi:

“Bir söz bitişi gibi son buldu sevişler

Bir yaz güneşi gibi eritir hep bu terk edişler.

Bir an bitişi gibi ömrün gidişi gibi

Veda ederken aşk ateşi gibi söner iç çekişler.

Aman aman acı yüzler kurşun gibi izler

Son bakıştaki o yüzler kaldı aklımızda.”

Kimseyi yarım bırakmayacağınız, yarım bırakılmayacağınız, vedası az bir hayat diliyorum.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

14 Eyül 2014, İstanbul

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.