Yazar: Kiltaş

YAŞAM USTALARINA SAYGILARIMLA…

YAŞAM USTALARINA SAYGILARIMLA…

Picasso, ünlü bir restoranda yemek yerken, restoran sahibi yanına gelip kendisinden hatıra olarak peçeteye bir şeyler çizmesini ister. Picasso peçeteye çabucak bir resim yapar ve adama “Buyrun, borcunuz 80 Frank” der. Adam “Aman Bay Picasso! 2 dakikada çizdiğiniz şey nasıl 80 Frank eder?” “Hayır bayım” der, Picasso. “2 dakika değil. 40 yıl artı 2 dakika.”
İşte bir usta size bir şeyler anlattığında biliniz ki, o ders veya öğütler onun sadece dakikalarını değil, yıllarını aldı.
“Gençler bilebilseydi, yaşlılar yapabilseydi” der bir söz. Derin ve acı da olsa gerçek bu işte…. Gençken, damarlarınızdaki kan daha hızlı ve daha heyecanla akarken, bütün dünyayı değiştirebilirmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Aklınızdan geçen fikirler birbirinden ilginç oluyor. Daha asi, daha agresif ve daha inatçı davranıyorsunuz. Önünüzde hiç bitmeyecekmiş gibi uzanan bir hayat ve size sınırsız gibi gözüken fırsatlar oluyor. Her yeni günün yeni ve hoş sürprizler getireceği düşüncesinin esiri olup eldekileri bol keseden dağıtmak bir çeşit cesaret gösterisi haline geliyor. Ama bu arada sinsi bir düşman, hiç durmadan ve kendisini hissettirmeden ilerliyor. İsmi: zaman. Onu durdurabilecek hiçbir silah yok. Sizin için günün birinde dursa bile, diğer canlılar için işlemeye devam edecek. Dünyada geçirdiğimiz her günün bir diğer anlamı, sona bir adım daha yaklaşmamız. Yaşamak sandığımız soluk alışverişi aslında her gün ölmek. Yaşlanmaksa, kaba bir tabirle, günden güne tazeliğini yitirmek; yani bayatlamak… Düz mantıkla bakıldığında yaşlanmanın özenilecek bir tarafı yok. Ama hayat tam da öyle değil. Bir şeyleri alırken, bir şeyleri veriyor. Azalan şeylerin yerini artan şeyler alıyor. Çünkü yaşlandıkça daha verimli çalışan eşsiz bir organ var: Beyin!
Beyin, akıl denen soyut kavram ve tecrübe adı verilen yardımcı oyuncuyla buluştuğunda, ortaya en güzel gençlik günlerinde ulaşılamayan bir kıvam çıkıyor.
Kaybetme ihtimali kapıya dayanmış ve hayat artık sınırsız gözükmemeye başladığında toparlanıyorsunuz. İtici bir iç hesaplaşmaya girişiyor ve muhasebeye başlıyorsunuz. Bu oyunun en sıkıcı yanı ise “keşke” başlıklı bölümler. Çünkü bir kere başladınız mı sonu gelmiyor ve artık yapacak hiçbir şey yok. İstediğiniz kadar “keşke” diye başlayan cümle kurun, geri sarmak ve o ana dönmek mümkün değil. İşin ironik yanı ise şu. Siz, zamanında bir yol ayrımına gelmişsiniz ve tercihinizi kullanmışsınız. Şimdi aradan yıllar geçtikten sonra yaptığınız seçimin sonuçlarını biliyorsunuz. Belki memnun değilsiniz ve başlıyorsunuz “keşke öyle yapmasaydım” faslına. Ama aslında öbür türlü yapsaydınız ne olacağınızı bilmiyorsunuz. Yani diğer yol hâlâ bilinmezliğini koruyor. Bu anlamda tüm tercihlerinizi, geriye dönüp aksi istikamette kullansanız belki de ortaya daha vahim sonuçlar çıkacak. Düşünce zincirinde bu noktaya ulaşınca bir cankurtaranınız var: Kader! Hiçbirimiz yaratılmadan önce ilahi olarak yazılmış hayat senaryolarımız… Yani aslında ne zaman hangi yol ayrımına geleceğimiz ve seçimimizi nasıl kullanacağımız hep önceden belli. Kaza ve kader konuları, ancak uzmanları tarafından ele alınabilecek derin ve tehlikeli konu başlıkları. Çünkü tam anlaşılmadığında kişiyi sıkıntıya sokabilecek akıl karışıklıklarına yol açabiliyor. İradeyi saf dışı bırakmak çizgisine iteliyor. Ama yine de sonuçta kader var. Zaten kadere iman ettik. Dönüp dolaşıp başladığımız yere vardığımızda görüyoruz ki “keşke” kelimesi aslında sözlüğümüzde bulunmaması gereken bir sözcük. Olası tek faydası, bundan sonraki hayatımızda doğru kararları verebilmemiz için ders teşkil etmesi. Uzun sözün kısası, bütün sağlık problemlerine, bıkkınlıklarına ve yorgunluklarına rağmen yaşlılar müthiş bir hazineye sahip. Gençler ise dolu dizgin yaşamlarında bu hazineye sahip olabilmek için bir şeyden vazgeçmek zorunda: Gençlikten!
Sözün özü, yaşam, yana yana sönen ve her çocuk doğduğunda yeniden parlayan bir alevdir.
Bazen düşünürüm şu anki aklım ve tecrübemle tekrar 20 yaşında olsaydım. Kadere de inanırım, şikayetim de yok ve hayatı keşkelerle yaşamayı sevmem. Ancak geriye dönüp baktığımda bazı şeyleri daha farklı yapar, bazılarını da yapmazdım diyorum. Bu yaşın deneyimleriyle 20 yaşına dönebilseydim belki de pek çok şey o zaman yaşanılandan daha iyi ve güzel olurdu.
Bizler eskiye dönemeyiz. Böyle bir şansımız yok. Ama edindiğimiz yaşam tecrübelerini çocuklarımıza, gençlere anlatarak, onlara yol göstererek, onların hayatını çok daha güzel yaşamalarını sağlayabiliriz.
Bazılarınızın, “Nerde öyle söz dinleyen genç?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Burada hem size, hem onlara iş düşüyor. Bir kere önce siz gerçekten onlara hayat koçluğu yapabilecek bilgiye sahip olacaksınız. Sadece onlardan daha yaşlı olmanız bir şey ifade etmez. Tecrübe dediğin çoğu zaman, boşa geçirilmiş yılların tekrarı demektir. Böyle olmayacak.
Gençlerin de kendilerinden daha tecrübeli olan büyüklerinin sözlerine kulak vermeleri ve uygulamaları gerekiyor. Hayat tecrübesi çok önemli.
Hayatı ıskalamadan yaşamış, dünyanın pek çok yerini gezmiş, çok okumuş, iş hayatında olsun, özel hayatında olsun pek çok tecrübe edinmiş büyüklerinizle bir arada olmaktan ve onların gerçek yaşamlarından alınmış başarı veya başarısızlık hikayelerini dinlemekten zevk alın. Size yol gösterir ve ışık tutar.
Onlar yaşam ustaları. Ustalara saygı gösterin ve onlarla zaman geçirmeye çalışın. İyi bir çırak olun.
Büyük bir fabrikada ana makine arıza yapmış ve tüm üretim durmuş. Bir türlü makineyi çalıştıramamışlar. Fabrika sahibi bu makineden iyi anlayan usta bulunup getirtilmesini istemiş. Ustayı bulup getirmişler. Usta bir müddet makineye bakmış, orasını burasını ellemiş. Sonra eline bir çekiç alıp bir yerine bir kere vurmuş. Ve makine çalışmaya başlamış. Usta, fabrikaya 1000 USD fatura göndermiş. Fabrika sahibi bunu çok bulmuş ve “Alt tarafı bir çekiç darbesi, bu ne biçim fiyat” diye düşünmüş. Ve ustadan fatura detayını istemiş. Gelen cevap şöyleymiş: “Çekiçle bir kere vurma: 1 USD, nereye vurulacağını bilme: 999 USD”
Bana bir şeyler kazandırmış olan tüm yaşam ustalarımın ellerinden öpüyor ve saygılarımı sunuyorum. Umarım ben de sizler gibi, gençlerin yaşamına bir nebze deneyim ve bilgi katabilirim.

Nejat Gümüş
İstanbul, 29 Mart 2013

Önemli olan…………

Önemli olan…………

Hani özellikle biz anne-babaların, çocuklarının geleceğine, geleceğini kuracak olan mesleğine ilişkin kaygıları vardır ya… Bu kaygılar büyüdükçe, davranış biçimimiz onlar adına karar vermek, onların kararlarını yönlendirmek boyutuna varıyor.
Hepimiz çocuğumuzun doktor, mühendis ya da buna benzer bir meslek sahibi olmasını istiyoruz. Oysa ki, herkes doktor, mühendis olsa, diğer işler ne olacak? Bir ülke, hatta bir dünya kaç doktor ve kaç mühendisi barındırabilir? Peki yemekleri kim yapacak, ekmeği kim pişirecek, hesapları kim tutacak, hastaya kim bakacak, giyeceklerimizi kim dikecek, cep telefonlarımızı kim tasarlayacak, traşımızı kim yapacak?..
Tabii burada iş bencilliğe geliyor. “Öteki işleri ötekiler yapsın. Benim oğlum doktor olsun”…
Neden doktor? Neden mühendis? Parası daha çok diye mi? Bu ülkede kaç mühendis var, işsiz biliyor musunuz? Doktorlardan daha iyi para kazanan pazarlamacılar var mı, yok mu peki? Ya da ortaokul terk futbolcunun bir transferde aldığı 3 milyon dolara ne demeli?..
Para değilse mesele, ne? Prestij mi? Etiket mi?.. Ya itibar? Ya güven? Ya dürüstlük? Bunlar daha mı az prestij katar insan hayatına?..
Önemli bir yerde, önemli bir işte görev alması mı önemli olan? Önemli biri gibi hissedilmesi mi peki?..
Önemli olan nedir peki sizin için?.. Ya da önemli kişi kimdir?..
Hani bazen deriz ya, “sen benim için çok önemlisin” diye… Bu önem, hangi zamana ilişkin, hangi ihtiyaca dönük bir itiraftır, bir değerlendirmedir?..
Mesela, bu ülkenin en önemli kişisi kimdir? Cumhurbaşkanı mı, Başbakan mı? Ülke yönetimine ilişkin her şey iki dudağı arasından çıkacak bir çift söze bakıyorsa, evet. Hepimizin hayatını değiştirecek bir kararı açıklıyor, bir kanun, hatta yeni bir anayasa çıkıyorsa, daha önemlisi ne olabilir ki?
Benim için eğer gecenin üçünde bir seyahatten dönüyorsam, açlıktan midem kazınıyorsa, açık bir yer yoksa ve yiyecek bir lokmaya muhtaçsam, işte o anda sabaha hazırlanan bir fırından yayılan miss gibi sıcacık ekmek kokusu bana dünyanın en değerli hazinesi; ve o ekmeği pişiren fırıncı dünyanın en önemli insanı gelir.
Böbrek taşı düşürdüğüm o günde, sancıdan yerleri tırmaladığım, kendimi sokağa attığım, acilen bir hastaneye yetişmeye çalıştığım saatlerde, dakikalar sonra sokağımdan geçen ve kendimi içine atıp, “en yakın hastaneye” diyebildiğim taksici benim için dünyanın en önemli insanıdır.
Annem hastanede yatarken, bir yandan özenle tedavisini gerçekleştiren, bir yandan da moral veren, iyileşeceğini söyleyen doktor ve hemşire kuşkusuz o günlerde benim için dünyanın en önemli insanıydı…
Bilmediğim bir ülkede, bilmediğim bir dille bilmediğim bir yolu bulmaya çalışırken kaybolmuşken, bana yardımcı olan, tanıyormuş gibi sorunumu çözen afacan çocuk dünyanın en önemli insanıdır.
Tertemiz giyecekler, tertemiz bir banyo, tertemiz bir odada huzur içinde uyumamı sağlayan temizlikçim benim için dünyanın en önemli insanıdır.
Yüklü siparişleri zamanında teslim etmek için gece-gündüz vardiyalı çalışan üretim işçilerim benim için dünyanın en önemli insanıdır. İdeal ısıyı, ideal suyu, ideal malzemeyi tutturabilen, kusursuz bir iş çıkaran elemandan daha önemli kim olabilir ki?..
Bankaların kapanmasına dakikalar kala, malum İstanbul trafiğinin kilitlenmesine rağmen, alternatif yolları deneyerek tam zamanında oraya ulaşan, ödemeyi son gününde ve son anda da olsa gerçekleştirmeyi başaran şoförüm benim için dünyanın en önemli insanıdır.
Şirket olarak bütün rakamları ona emanet ettiğim, gelirleri ve giderleri onun enerjisine bıraktığım, belki bir yanlış rakamla sonumuzu getirebilecekken, “bu ayı da temiz atlattık” diyebilen finans sorumlum, benim için dünyanın en önemli insanıdır.
“Anlaşmayı imzalattık” diyerek haftanın en güzel haberini veren, belki de günlerce süren kahırlı bir yolculukta ve Anadolu yollarında, ekmeği aslanın midesinden alan dinamik satış ekibim benim için dünyanın en önemli insanıdır.
35 yılın birikimini, yatırımını, dünümü ve yarınımı, onlarca ailenin rızık kapısını emanet ettiğim güvenlik görevlim, gece bekçim işini özenli yapmasa, fabrikanın güvenliğini sağlamasa, ne fabrika kalır, ne benim fabrikatörlüğüm… O yüzden benim için dünyanın en önemli insanı odur.
Sekreterim, ofis boyum, genel müdürüm, koordinatörüm, muhasebecim, mali danışmanım, avukatım, kimyagerim, mühendisim, çaycım, aşçım, kısacası tüm çalışanlarım, bir an geliyor dünyanın en önemli işini onlar hallediyor; dünyanın en önemli insanı o an için onlar oluyor.
Hayatın zor koşullarıyla mücadele ederken kendime sakladığım, biriktirdiğim, ertelediğim; zaman zaman da içinden çıkamadığım sorunları düşündüğüm ve “hayat ne kadar da anlamsız” diye iç geçirdiğim bir anda, en azından bir telefonla sesini duyduğum, beni dinleyen, anlayan, iyi hissettiren bir dost sesi ile moral depolarken, o dost benim için dünyanın en önemli insanı oluyor.
Bazen deli-dolu, bazen dolu-dolu, bazen de plastik bir çiçek gibi, boş bir havuz gibi anlamsızca yaşarken; hayatla, geçmişle, yaşananlar ile hesaplaşırken ve hala içimde saklı tuttuğum cümlelerin ağırlığını taşırken, “sen de benim hatalarımdan birisin” diyen iç çekişli ve hüzünlü sesi ile duygularıma tercüman olan şarkıcı, benim için dünyanın en önemli insanı olabiliyor.
Hayat böyle bir şey işte sevgili dostlar!.. İster “kainatın yaratıcısı hiçbir şeyi nedensiz yere yaratmaz” deyin, ister “doğanın kusursuz dengesi” deyin, herkesin diğerlerinden daha önemli olduğu zamanlar vardır. Hepimiz mükemmel işleyen bir çarkın dişlileriyiz ve bu çarkın dönmesi için hepimize ihtiyaç var. En küçük çark dahi devreden çıksa, sistem durur.
O yüzden önemli olan, şu ya da bu olmak değil.
Önemli olan iyi insan olmak ve işini iyi yapmaktır.

Saygılarımla.
Nejat Gümüş
7 Mart 2013, İstanbul

Beşiktaş’ım sen çok yaşa!..

Beşiktaş’ım sen çok yaşa!..

Her erkek çocuğunun yürümeye başladığı ve koştuğu zamanlardan başlayarak hayatına mutlaka bir futbol topu girer… Kız çocuklar için bebek ne anlama geliyorsa, erkek çocuklar için de futbol o kadar anlam bulur…
Futbol oynayan/oynamayan herkesin de tuttuğu bir takım vardır. İster sempatizanı olsun, ister fanatik bir taraftarı, mutlaka bir takımı vardır. İnsanlar başarıyı sevdiği için başarılının yanında olur. Bu da doğal olarak sizi üç takımdan birinin taraftarı yapacaktır… Ya Galatasaraylısınızdır, ya Fenerbahçeli, ya da Beşiktaşlı… Tabii ki bunların dışında herkes doğduğu ya da yaşadığı şehrin takımını da tutar.
Benim takımım Beşiktaş.
İnsanlar hangi takımı neden tutarlar, o takımın taraftarı olmalarında nelerin etkisi vardır, kuşkusuz herkesin başka türlü bir hikayesi vardır. Aile etkisi (özellikle baba), takımın o döneme denk gelen başarısı, taraftarlığa zemin oluşturan bir yıldız oyuncu etkisi gibi… Mesela, Metin Oktay, Hagi, Alex, Can Bartu, Sergen, Feyyaz gibi yıldız futbolcuların etkilediği ve taraftar yaptığı çok kişi var…
Ben 8 yaşlarındaydım Beşiktaşlı olduğumda… Beşiktaş o yıl “Şenol-Birol-Gol” tezahüratlarını yaratan ve bir efsane olan Şenol ve Birol’un golleriyle şampiyon olmuştu ama ben bütün bunları bilmeden taraftarı olmuştum Siyah-Beyazlıların… Çok sevdiğim bir dayım vardı ve dayım fanatik derecede Beşiktaşlıydı. Beni de Beşiktaşlı yapmak istiyordu. Kısa süre sonra dayım amansız bir hastalığa yenik düşmüş ve aramızdan ayrılmıştı. Ben de sağlığında onun sözünü dinleyememiş olmanın verdiği suçluluk ve üzüntü ile ve dayıma olan büyük sevgim ile Beşiktaşlı olmuştum.
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki Türkiye’de en fazla taraftarı olan takım Galatasaray. Ve onu hemen Fenerbahçe takip ediyor. Üçüncü sırada da Beşiktaş… Zaten biliyorsunuz bu üç takıma “Üç Büyükler” denir.
Neden taraftarlar bu takımları tutuyor derseniz, herkes kazanmak istiyor. Başarılının yanında olmak, o başarıdan kendine pay çıkarmak, takımlarının başarıları ile kendi hayatlarındaki başarısızlıkları kısmen de olsa unutmaya çalışmak gibi psikolojik ve sosyolojik sebepler olabilir. Galatasaray ve Fenerbahçe’nin çok sayıdaki şampiyonlukları, Galatasaray’ın UEFA ve Süper Kupa şampiyonlukları gibi somut örnekler bu taraftar sayısını izah edebilir…
Beşiktaş, şampiyonlukları ve aldığı kupalar gibi başarı ölçüsüne göre üçüncü sırada olduğu için üçüncü büyük taraftar sayısına sahip. Ama ben size başka bir şey söyleyim: İddia ediyorum ki Türkiye’nin en sevilen takımı Beşiktaş’tır. Çünkü diğer tüm takımların taraftarlarının kendi takımları dışında en sevdikleri takım Beşiktaş’tır.
Beşiktaş taraftarı farklıdır. Çünkü onlar takımlarını, diğer takım taraftarları gibi sevmez. Ölçüsüz, hesapsız ve beklentisizce sever. Gönülden ve ölümüne bağlıdır takımına… İnanmıyorsanız üç takımın da maçlarına gidin, tribün ambiyanslarını, heyecan ve tutkuları yerinde izleyin, hak vereceksiniz bana…
Galatasaraylı aristokrattır. Biraz okullu, biraz Avrupalı, biraz eğitimlidir. Bu yüzden heyecanı daha azdır.
Fenerbahçeli, takımı başarılı olduğu müddetçe taraftardır. Üç maç üst üste kötü sonuç alınırsa, kim olsa barınamaz orada. Gerekirse futbolcularını döver, kulübü basarlar.
Ama Beşiktaşlı öyle değildir. Onlar futbolu sadece şampiyonluk olarak görmezler. Bir yaşam kültürü, bir eğlence, bir tutku, bir sahiplenme, bir “takım olma” haliyle yaşarlar. Beşiktaşlıların taraftarlığı pazara kadar değildir. Hepsi bir yana, dünyada Çarşı Grubu gibi bir taraftar topluluğu var mıdır?..
Beşiktaş’ım renkleriyle de ayrıdır diğerlerinden… Beşiktaş en asil iki rengi, üstelik birbirine zıt iki rengi aynı formada buluşturmuş; üstelik son derece uyum içerisinde sunmuştur. Hatta bir rivayete göre başlangıçta kırmızı-beyaz olan takımın kırmızı rengi, kaybedilen Balkan Savaşı üzerine, ölenlerin yasını tutmak için, siyaha dönüştürülmüştür.
Siyah ile beyaz, dengedir aynı zamanda… Zıtlıkları barındırmaktır. Bana kalırsa siyah-beyaz filmlerde kalan masum aşkların, masum insanların, masum ilişkilerin, tertemiz hayatların hafızalarımızdaki değeri gibi temizdir Beşiktaş sevgisi. Onun içindir ki, Galatasaray kadar lobisi olmadığı, Fenerbahçe kadar çığırtkan olmadığı için en çok canı yanan, en çok hakem hatasına maruz kalan, en az hakkı korunan takım olmasına rağmen Beşiktaş, hep mağrur, hep gururludur. Onun içindir ki bu takımın her şampiyonluğu tertemizdir, içerisinde tek bir şaibe olmadan…
Mağrurdur Beşiktaş’ım, çünkü Kartallar mağrurdur. Ömer Hayyam’ın dediği gibi, “Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar / Güneş yalnız da olsa etrafa ışık saçar / Üzülme doğruların kaderidir yalnızlık / Kargalar sürüyle, kartallar yalnız uçar.”
Öyle ya, öteki adımız: “Kara Kartallar”… 1942 yılında şampiyonluğa emin adımlarla koşan Beşiktaş, 19 Ocak günü Süleymaniye takımı ile maça çıkar. Öyle bitmek bilmeyen hızlı akınlarla saldırmaktadır ve üst üste goller atmaktadır. O sırada tribünlerden gelen bir ses herkesin dikkatini çekmiştir: “Haydi Kara Kartallar. Hücum edin Kara Kartallar”… Şeref Stadı’nı dolduran binlerce taraftar ve maçı takip eden gazeteciler, çınlayan sesle donup kalmıştır. Son derece isabetli bir benzetmedir o anda yapılan. O sezon rakiplerini ezip geçen Beşiktaşlı futbolcuları “Kara Kartal”dan, oynadıkları futbolu “Kara Kartal gibi hücum etmek”ten başka bir şekilde tarif etmek mümkün değildir. Tribünlerden gelen sesin sahibi ise Mehmet Galin isimli bir balıkçıdır. Ve tabii maç 6-0 Kara Kartalların üstünlüğü ile sona ermiştir.
Baba Hakkı, Şükrü Gülesin, Süleyman Seba, Necmi, Sabri Dino, Erkan, Fehmi, Sami, Süreyya, Kaya, Vedat Okyar, Yusuf, Suat, Sanlı, Faruk Güven, Rasim Kara, Ziya Doğan, Fikret, Tuğrul, Necdet, Ali Kemal, Bora, Haluk, Şaban, Metin, Ali, Feyyaz, Şifo Mehmet, Rıza, Samet, Ertuğrul Sağlam, Gökhan, Recep, Kadir, Ulvi, Mehmet Ekşi, Sinan, İlhan Mansız, Tümer, Sergen, Ahmet Dursun, Oktay Derelioğlu, Nihat Kahveci, Ferdinand, Carew, Bako, Pancu, Amokachi, Giunti, Zago, Pascal Nouma, Cordoba, Ricardinho, Delgado, Ronaldo, Bobo ve daha nice Kartal… Futbol zevkimizi güzelleştiren, takım olma gururumuzu yaşatan futbolcularımız…
Beşiktaşlı olmak ayrıcalıktır; hesapsızca sevmektir, aşktır. Beşiktaşlı olmak, “iyiler mutlaka kazanır” diyerek, umudu hiç kaybetmemektir. Beşiktaşlı olmak, kaybederken de çok şey kazanmaktır. Beşiktaşlı olmak, haksız bir kazanç sağlamak yerine, “gönüllerin şampiyonu” olmayı tercih etmektir.
Tüm takımlarımızı seviyorum ama ölene kadar da Beşiktaşlıyım.

Saygılarımla.
Nejat Gümüş

Yaşamak zor zenaat!..

Yaşamak zor zenaat!..

“Hayat ne fazla gülmek, ne de yasa girmektir / Geleneği çiğnemek, talihi devirmektir / Dünyayı parmağının ucunda çevirmektir / Yaşamak yatağından seller gibi taşmaktır.
İnsan ki gelir geçer, dünyada nefes gibi / Ne büyük ızdıraptır yaşamak herkes gibi / Yükseksen tatlı bir ses, olamaz bu ses gibi / Yaşamak kartal gibi göklerde dolaşmaktır.
Yaradan her mahluktan farklı yarattı bizi / Zaman bir avuç toprak yapsa da cismimizi / Kainat hayretlerle anmalı ismimizi / Yaşamak asırları bir hamlede aşmaktır.”
Büyük ozanımız Sabahattin Ali yaşamayı böyle yorumlamış…
……………………………………………………………………………………………………..
Geçmişten bu güne kadar sayılabilir bir süre nefes almış olmak mıdır yaşamak? Yoksa nefes alabildiğiniz süre içerisinde yapabildikleriniz midir?
Eğer hayata dair bir beklenti içerisindeyseniz cevabınız muhtemelen ikincisi olacaktır. Çünkü nefes alabildiğiniz süre içerisinde yapabildikleriniz kadar yapmayı tasarladıklarınız olacaktır. Herhangi bir şey tasarlamıyorsanız, zaten yaşam sizin için nefes alabildiğiniz zaman diliminden ibaret bir kavram olarak kalır. O zaman tekrar aynı soruyu soruyorum: Yaşamak nedir?
Eğer hayat bilinmeyene doğru hızla giden bir otomobilse, etrafından geçen görüntülerin arasından, mutlu bir yüz ya da sıcak bir bakışı yakalayabilmektir. Yok, ağır aksak giden bir trense yaşamak, tünelin sonundaki ışığı beklemektir; bazen sabırla, bazen bastırılamaz bir isyan duygusuyla.
Engin denizlerde zaman zaman süzülen, zaman zaman alabora olmaktan son anda kurtulan bir gemiyse yaşamak, bitmeyecek sanılan fırtınaları göğüslemek; ayakta kalma savaşı vermektir, fırtına sonrasındaki sakinliği yaşamak için.
Kocaman ormanda yalnız kalan bir ağaç olmaksa yaşamak, direnmektir soğuk kışların fırtınalı karlarına. Duymamaktır koca ormanın kulakları sağır eden gürültüsünü. Sırt çevirmektir tüm uğultularına dalların.
Ya da paylaşmaksa eğer yaşamak, sıcacık bir çıtır simidi ikiye böldüğünde, büyük parçasını uzatabilmektir karşındakine çekinmeden.
Sevmekse eğer yaşamak, sevmese de sevebilmektir, karşılık beklemeden, sevgiyi alışverişe dönüştürmeden.
Eğer bunların hiçbirini yapamıyorsanız, bitkisel bir hayattır yaşamak. Nefes alışverişini sağlayan fişlerin çekilmesinin beklendiği…
Düşünürlerin düşünürü Mevlana der ki, “Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur / Düşmem dersin düşersin / Şaşmam dersin şaşarsın / Öldüm der durur / Yine de yaşarsın.”
Yaşamak, fırsattır… Güzelliktir, mutluluktur… Yaşamak, meydan okunmasıdır sana, oyundur… Yaşamak, aşktır… Bilmecedir… Yaşamak, verilmiş bir sözdür… Yaşamak şanstır!..
“İnadına yaşamak” der kimi; hiç yaşamadım ki ben inadına. Hepsi kendim içindi. Kırılan kırıldı, kimi üzerine alındı küstü; anlam veremedim. Kimseyle kapanmamış hesabım olmadı ki benim… Ben anları hep böyle yaşıyorum işte, hep tutkuyla, pervasızca yaşıyorum… İki ucu açık mavi kalemle yazar gibi…
Nazım’ın dediği gibi, “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine”…
Ya da yine Usta’nın dizeleriyle: “Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda / yahut kocaman gözlüklerin / beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin / hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için / hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken / hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde”…
Yaşamak, herkes size deli derken, hiç kimseyi umursamamaktır… Öleceğini bile bile gitmektir bir yere mesela, üzüleceğini bile bile sevmektir, sesinin kısılacağını bile bile bağıra bağıra şarkı söylemektir, güzel olmayacağını bile bile bir yemeği yapmaya kalkışmaktır… Özgür olmak ve sevmektir kısaca, yaşamak…
Gençliğimizin en çok okunan şairi Ümit Yaşar Oğuzcan’a göre ise, “Kimine çözülmeyen kördüğümdür yaşamak / Kimine yaşadıkça bir ölümdür yaşamak / Varoluşun gizine erenler için / Ölmezlik kitabında bir bölümdür yaşamak.”
Yaşamak yalnızlıktır biraz da… Aslında tam tersiyken yaşam başlı başına dönülüp de bakıldığında her şeyin yalnız atlatılması, yalnız göğüslenmesidir. Yaşamak ayakta kalmaktır… Yaşamak nereye bastığını bilmektir… Yaşamak boyun eğmemektir.
”Gecenin en karanlık anı şafağa en yakın olan andır” denir. En umutsuzluğa kapıldığınız, “ben yoruldum, vazgeçiyorum” dediğiniz vakitlerin peşinden, rahat soluklar alabileceğiniz zamanlar gelecektir. Pes etmez, ayaklarınızı sağlam basmaya, hayata tutunmaya devam ederseniz.
Umut verici gelişmeler bazen hiç ummadığınız bir teklif olarak çalar yılgın yüreğinizin kapısını, bazen de yıllardır hayal ettiğiniz bir şey gerçekleşir… Yeter ki yaşam denilen sahneyi terk etmemiş olun, “hâlâ buradayım, ben varım” deyin.
Halk aşığı da demiş ki: ”Yaşamak nedir ki can neye yarar / Hayatta emelin var olmayınca / Yuva ne demektir ev neye yarar / Evde güler yüzlü yar olmayınca”…
Yaşamak; gülmek, ağlamak, sevinmek, üzülmek, bağırmak, sakinleşmek, hasta olmak, mutlu olmak, sağlıklı olmak, stres yaşamak, antidepresan kullanmak, evlenmek, boşanmak, doğum yapmak, sevmek, aldatmak, aldatılmak, anlaşılmak, anlaşılamamak, uykusuzluk, okul, meslek, içmek, gezmek, eğlenmek, piknik yapmak, intihar etmek, ölmek, ölememek, yolda yürüyene kızmak, otobüs şoföründen azar işitmek, sinirlenmek ve yine de bunların hepsi geçip gittiğinde “ne güzel günlerdi” diyebilmektir.
Belki de yaşamak, size verilmiş bir kalem ile boş bir kağıda yazmak ve çizmektir…
Bana göre ise “yaşadım” diyebilmek için bir kere çok fazla şarkı, çok fazla şiir bilmek lazım… Sonra bağıra çağıra söyleyecek ses de lazım. E, gülümseyecek cesaret de lazım.
Yoksa sahiden zor zenaat!..

Saygılarımla.
Nejat Gümüş
İstanbul, 13 Şubat 2013

Ateşle Oynuyoruz!..

Ateşle Oynuyoruz!..

Kiltaş, biliyorsunuz refrakter üretiyor. Refrakter de ateşe dayanıklı malzeme demek…
Yine Kiltaş’ın www.kiltas.com.tr web sitesine girdiğinizde hemen karşınıza “Ateşe Giden Yol” ibaresini görürsünüz. Yani anlayacağınız işimiz “ateşle oynamak”… Hani büyüklerimizin, bir bilinmez maceraya atıldığımızda, boyumuzu aşan bir işe girdiğimizde ya da tehlikeli birine yanaştığımızda, bizi korumak için yaptıkları uyarıda dedikleri “Dikkat et, ateşle oynuyorsun” sözüne inat, biz tam 35 yıldır ateşle oynuyoruz. Bizim için 35 yıl oldu ama, bilim adamlarına göre ateşin bulunuşu tam bir milyon yıl önce gerçekleşmiş. Yani bu demektir ki, aslında insanoğlunun ateşle oyunu bir milyon yıldır devam ediyor.
Ateş deyip geçmeyin, ateşin bulunması insanlık tarihinin dönüm noktası olarak kabul edilir. Hatta uygarlığı başlatan buluş da denilebilir… İnsanlar Bakır Çağı’ndayken, bakırı kalayla eriterek daha sert bir karışım olan tuncu bulurlar ve böylece Tunç Çağı başlar.
Yıldırımların ormanlara düşmesi, şiddetli fırtınalarda ağaç dallarının birbirine sürtmesi ve yanardağdan akan lavların oluşturduğu doğal yangınlar sonucu ateşin bulunduğu tahmin edilmektedir. Ateşin yanıcı bir madde olduğunu anladıklarında ondan uzak durmaya çalıştılar. Ancak daha sonra ısınmak için ateşi kullandılar. Avlandıkları etleri pişirmeyi düşündüler ve daha iyi tat aldılar. Hastalıkları iyileştirmek için bitkileri kaynattılar. Ve böylece ateş hayatın pek çok alanına girdi… Geceyi aydınlatmak, vahşi hayvanlardan korunmak, aletleri işlemek gibi önemli işlevleri yerine getirdi.
Ateşin gücü, önceleri bu gücü yönetmeyi bilmeyen insanlar için ilahi bir güç gibi yorumlandı. Mitler ve efsaneler, yüzyıllardır ateşin gücüne inanıldığını gösteriyor. Kutsal ateşe yüzyıllar boyunca tapılmış, düşmanları sınamakta ve cezalandırmakta kullanılmıştı. Bugün bile dinin ve ruhsal gücün sembolü olarak kabul ediliyor. Tarihteki kültürlerin çoğu, ocaktaki ateşin sönmesinin kötü şans getireceğini düşünürmüş. Bir Kızılderili halkı olan Iroquoislar, ateşleri söndüğünde yok olacaklarına inanırmış.
Ateş, yalnız ilkel dinlerde değil, ilahi dinlerde de önemli bir yere sahiptir. Örneğin bizim dinimizde ateş, insanları günahlarından arındıran bir güce sahiptir. Keza cennet ile cehennem kavramlarına bakacak olursak, cehennemin ateşten ibaret bir yer olduğu tanımlanır. Çocukken ateşe yaklaşmayı yasaklayan anlayış, “cıss” diye korkutmadı mı hepimizi? Yetişkin olduğumuzda da cehennem korkusuyla yanlışlardan korumaya çalışmıyor mu dinimiz?.. Ünlü halk ozanı Pir Sultan Abdal der ki: “Cehennem dediğin dal, odun yoktur. Herkes ateşini kendi götürür.” Bir başka ozan Seyrani de, “Yolcu, ateş yanmak ile yol yanmaz / Erenlerin dokuduğu çul yanmaz / Cehennemde günah yanar, kul yanmaz / Ben günahtan sürmelenmiş gözlüyüm“ dediği mısralarında bizi korkularımızla yüzleşmeye çağırıyor.

Ateşin büyük bir güç olduğu inkar edilemez bir gerçek. Tıpkı diğer büyük güçler gibi, doğru kullanıldığında çok büyük faydaları, yanlış kullanıldığında da çok büyük zararları olabiliyor. Bir yanda insanları soğuktan, kıştan koruyoruz soba yakarak, öte yanda sistemi koruyacağız diye diri diri insanları yakıyoruz. Yemekleri pişiren ateş, ormanları da yakıp çöl ediyor. Enderunlu Vasıf, “Ateş kenarı, kış gününün lalezarıdır” diyerek, ateşin sunduğu o tatlı sıcaklığın hepimizi nasıl mutlu ettiğini anlatıyor.
“Çabucak koca bir ateş yakmak isteyenler, cılız samanları tutuşturmakla işe başlarlar” diyen ünlü yazar Shekespare de, büyük olayların küçük sebeplerden çıktığını işaret ediyor.
Phyhagoras, “Altın ateşle, kadın altınla, erkek de kadınla erir” diyerek tutku ve zaaflarımızı ele veriyor. Nazım Hikmet, “Sen yanmasan, ben yanmasam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” diyerek, toplum bilinci ve sorumluluklardan söz ediyor. Bazı değerler için insanın seve seve ateşe gideceğinin kararlılığını vurguluyor. Bir başka ünlü şairimiz Bedri Rahmi Eyüboğlu, “Yanmak damar damar, nefes nefes / Yaşamak tükene tükene” diyor, tutkulu bir hayatın izlerini sürerek… 35 Yaş şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı, “ Kadrini bilmek lazım artık her açan gülün / Şükretmek, türküsüne daldaki her bülbülün / Yanmak da olsa artık artık, aşk ile yaşıyorum” diyor.
Ve tabii Mevlana!.. “Yanmak var, yanmak var. Odun yanınca kül olur, insan yanınca kul olur” diyen büyük düşünür… “Hamdım, piştim, yandım” diyerek ateşte yanmanın, tava gelmenin olgunlaşmak için gerekli olduğunu, acılardan geçen insanın derinleştiğini nasıl da güzel anlatıyor…
Ateş, şarkılarımızda da sık sık yer alır. Bazen ağır aksak bir Ege türküsünde karşımıza çıkar, “Ah bir ataş ver, cigaramı yakayım” diyerek, bazen de “Yangın olur, biz yangına gideriz” diyen bir İstanbul türküsüyle coşturur bizi… “Ayrılık ateşten bir ok / Nazlı yardan hiç haber yok / Benim derdim herkesten çok / Ben nasıl yanmayım dağlar” diyen hüzünlü şarkı, “Sönmez artık yüreğimde yanan bu son ateş”, “Bu ateşi sen yaktın / Gel de sen söndür”, “Ateş olup yaksan da / Gonca güller taksan da / Affetmem asla seni”, “Bir ateşim yanarım, külüm yok dumanım yok / Sen yoksan mekanım belli değil, zamanım yok”, “Biraz kül biraz duman / O benim işte / Kerem misali yanan / O benim işte” ve “Beni yak kendini yak her şeyi yak / Bir kıvılcım yeter ben hazırım bak” diyen şarkılar hep ateşi anlatır. Tabii ki burada söz konusu olan aşk ateşidir. Yürek yangınıdır.
Ocaktaki, sanayideki ateşi dindirmeye refrakterlerimizin gücü yetiyor da, yürek yangınına kaç Kiltaş kurulursa kurulsun, çözüm olmuyor. Aşkın yakıcılığından nasibini almış kocaman bir adam bile çocuklaşıyor, çaresizleşiyor ve “Anne bak yine terli terli aşk içtim. Ateşim düşmüyor yarin yüreğine” diyecek hale geliyor.
İşte böyle sevgili dostlar, işimiz zor; ateşle oynuyoruz. Zamanında ateş efendiymiş, şimdi bizler refrakterlerimizle ateşin efendisiyiz.
Bu arada epeydir yazı başındayım; izninizle bir sigara içeceğim.
Ateşi olan var mı?

Saygılarımla.
Nejat Gümüş

Hayatta koşuştururken arkada bıraktıklarımız

Hayatta koşuştururken arkada bıraktıklarımız

Şimdi çocukluğumun geçtiği o şirin kasabada, o sessizlikte, o evlerin arasında bisiklete binmek ne kadar da güzel olurdu. Metropol telaşından ve dertlerden uzakta bir an için özgürleşme, doğanın huzur veren rahatlatıcı kokusunu hissetme… Ne güzel olurdu o eski çocukluğumuzu bulmak…
Neden mutlulukları hep geçmişte buluruz? Ve neden hep geçtiği zaman fark ederiz mutlu olduğumuz anları?
Zaman gelir, geçer; sonra bir bakmışın ki artık sen de eski yerinde değilsin… Belki içimizdeki çocukluğumuzdu bizi sürekli geçmişe baktıran, belki de günümüzün stresli hayatıydı gözlerimizi düne yönlendiren.
Bizler hep mutluluğu arıyoruz. Çoğunlukla da yanlış yerlerde…
Bazen çok çalışıyor, iş odaklı yaşıyoruz… Kendimize vakit ayırmayı unutuyoruz. Etrafımızdaki güzelliklerin farkına varamıyoruz. İşte böyle anlarda hep geçmişe bakıyor geçmişte yaşadığımız mutlu dolu anları, arkadaşlıkları, sevgileri arıyoruz. Bu arayış içinde bunlara tekrar sahip olabilmeyi isterken aslında daha da uzaklaşıyoruz kendimizden ve de mutluluklardan.
Kaçımız tek başına doğa yürüyüşüne gitti, kaçımız tek başına denizde kıyıdan yüz metrelerce uzakta yüzdü, kaçımız tek başına hayalinin peşinden gitti, imkansızı istedi, ya da kaçımız umudu olmasa bile sevgisini dile getirdi?..
Geceleri gökyüzünü izlerim kendi yalnızlığımı daha çok hisseder acizliğimi görürüm. Bazen de gündüzleri bulutları bir şeylere benzetir çocukluğuma dönerim. Akşamüstleri ise çimlere yatar batan güneşi izler güzel günleri getiririm aklıma. Yine gece olur yakamozu izler yaşamı sorgular daha da çok yalnızlaşır, geçmişin hesaplarını yaparken bulurum kendimi. Geçmişime üzülür geleceğimden endişelenirim. Sorgulamalar hiç bitmez hayatımdan, anlam veremem bu dünyanın ve insanın düzenine. Ararım hep yanımda bir dost bir sevgili. Ama bir bakarım ki dün yanımda olanlar yok oluvermişler bugünde. Üzülürüm verilen emeklere, bağlanılan umutlara ve hayallere. Bir avuç çakıl taşım vardı elimde her giden götürdü bir tane geriye kalan ise boşluk sadece. Yatağıma yatar uyuyuveririm biran önce. İsterim günler hemencecik geçsin diye. Düşünürüm hala bu dünyadaki benim rolüm nedir diye? Kendimi bir anda oyundan çıkartılmış hisseder üzülürüm, ne yapacağımı bilemez sahte gülücükler yaratır kendi içimde Polyanacılık oynarım. Son bir umut arar tutulacak yeni dallar hedeflerim. Ama attığım her adımda cebimdeki misketlerden bir tane daha düşer yere. Misketlerim düştükçe de neşemi kaybederim. Yeni hayaller yaratır onlar için yaşamaya başlarım. Sahte hayaller, sahte insanlar, sahte sevgiler.
.. Ve bazen gitmek isterim buralardan tüm geçmişi ve tüm duyguları geride bırakarak. Sadece anılar yeter bana. Sanki bir önceki hayatımda ben bunları yaşamıştım diyerek hatırlayacak kadar yabancılaşmak isterim kendimden. Bir başka diyar bir başka BEN…
.. Ve bazen tüm dünyaya kafa tutmak isterim gerçek yaşam gerçek yaşanılanlar ve gerçek insanlar bunlar değil diye…
..Ve bazen sadece susmak isterim. Sessizliğin tüm soruların cevapları olduğunu bilirim…
..Ve bazen sadece manyetik dalgaların yerimi tespit edemediği anlar ve yerlerin olmasını isterim.
Kaybolabildiğim anlar olsun isterim. cep telefonu kimi durumlarda en değerli hazinelerimden biri olan özgürlüğümü alır elimden. Kaybolmayı başaramam. Özgürlük için yapılması basit aslında. Arada sırada kapsama alanının dışında olmak. Uzun zamandır görmediğim dostları çat kapı ziyaret etmek, bir kitabı bir anı, bir sohbeti bölmeden yaşamak. Hayatın akışına kapılmak, sessizliğe kulak vermek…
İşte her insanın yukarıda yazdığıma benzer dönemleri ve de hisleri olmuştur. Hayat bazen bizi olmak istemediğimiz kişiler olmamız için zorlar durur. Ve bu olduğunda biz genellikle eskiden olduğumuz o küçücük parçaya tutunmaya çalışırız. Belki bir oyuncağa, belki çocukluk anılarımıza belki de bir parça mücevhere. Küçücük bir yadigâr bize “gerçekte kim olduğumuzu” hatırlatır. Ama şirketleştirilmiş bir dünyanın içine itildikçe ve çevremizi kurtarma hayalimizden uzaklaştıkça o yadigâra daha da sıkı tutunuruz. Ve tam zamanında hiçbir zaman olmak istediğimiz yerde olamayız.
Hayatımızın en mükemmel anlarını ille de kendi elimizle yaratmamız gerekmiyor. Bunlar aynı zamanda bizim başımıza gelenlerde olabiliyor. Hayatımızın akıbetini etkilemek için harekete geçemeyiz demiyorum. Harekete geçmemiz gerek ve geçeriz de. Ama şunu unutmamak gerekir ki herhangi bir gün, evden dışarıya adımımızı atarız ve tüm hayatımız sonsuza kadar değişebilir. Yaşamın bir planı vardır çünkü…
Ve o plan sürekli hareket halindedir. Bir kelebek kanatlarını çırpar ve yağmur yağmaya başlar. Korkutucu bir düşünce olsa da aynı zamanda harikadır da. Makinenim tüm o küçük parçaları biz tam olarak olmamız gereken yerde tam olarak olmamız gereken zamanda bulunalım diye sürekli çalışır. Doğru yerde, doğru zamanda. Hayatımızdaki büyük şeylere neden olan bir sürü küçük şey vardır. Tüm o ufak şeylerin bizi götüreceği yeri ve buna ne kadar minnettar kalacağımızı bilseydik eğer yine aynı şimdiki düşünce tarzımızla yaşar mıydık?
Son sözüm; mutluluğun aslında ayrıntılarda ve bardağın dolu kısmında olduğu düşüncesini benimsemeyi bilmeli hayatın aslında istenirse bir oyun parkı olduğunu anlar hale gelmeliyiz. O ayrıntıları aramak, görmek ve stratejilerle oluşmuş insan ilişkilerinden uzaklaşmak dileğiyle…

2012’nin Ardından…

2012’nin Ardından…

Bir yılı daha uğurluyoruz. Acısıyla, tatlısıyla, dört mevsimi, gecesi ve gündüzüyle dolu dolu bir 365 günü daha maziye bıraktık.
Ve şimdi herkes bu günlerde bir yandan yeni yıla ilişkin umut, beklenti, hayaller ve planlarını paylaşırken, bir yandan da geride kalan yılın muhasebesini yapıyor.
2012 yılı nasıl geçti?..
Kazandıklarımız, kaybettiklerimiz…
İş dünyasının ve ekonomik ilişkilerin hayatın her alanına yön verdiği bir dünyada kazanç ve kayıplar da bu yönde değerlendiriliyor doğal olarak…
Kayıplarımız mesela…
Bazen kaçan bir fırsat olarak düşündük, bazen bir daha asla telafi edilemeyecek zarar. Kimimiz bir rakamla büyük ikramiyeyi kaçırdık, kimimiz başka bir rakamla milyon dolarlık ihaleyi… Herkesin kaybı kendine göre büyük oldu. Bazılarımız da kaybettiklerimizin altında kaldık, ezildi adeta!.. Sağlığından olanlar, itibarından olanlar, çevresinden olanlar…
Oysa bu kadar mı hayat? Değer mi bütün bunlara?.. Hayat kazancın olduğu kadar kaybın da olduğu bir oyun değil midir? Havaya attığınız bir madeni paranın “yazı” kadar “tura” gelme ihtimali de yok mudur? Yıl sadece bahardan mı ibarettir? Şu günlerde kışı yaşamıyor muyuz? Tekrar bahar gelmeyecek mi peki? Yenile yenile yenmesini de öğrenmiyor muyuz sanki? Hem hayat en yalın haliyle bir hırka ile birkaç lokmadan ibaret değil midir?.. Yeter ki onurumuz kaybolmasın, inandırıcılığımız, güvenilirliğimiz, saygımız kaybolmasın. Yeter ki değerlerimize bir şey olmasın!..
Bir toplumu büyük yapan, ortak değerleridir. Bir insan kolay yetişmiyor ve iyi yetişmiş bir insan çevresini aydınlatıyor, bir topluma yön verebiliyor. Düşünce, sanat ve spor dünyasının değerleri de düşünce ve duygularımızı ortak paydada buluşturuyor, bizi toplum haline getiriyor. 2012 yılı ulusal değerlerimiz açısından oldukça kayıp verdiğimiz talihsiz bir yıl olarak geçti. Çok önemli insanlarımızı kaybettik…
Ekrem Bora. Yüzlerce filmde Türkan Şoray’a, Hülya Koçyiğit’e ve daha nice kadın stara eşlik etmiş, büyük karakterler yaratmış, sayısız ödüllü oyuncu… Yeşilçamın unutulmaz jönü…
Berkant. Samanyolu’nu bilmeyen var mı?.. “Bir Şarkısın Sen” diyerek ilk kez bir Türk şarkısını dünyaya ezberleten şarkıcı…
Müşfik Kenter. Tiyatronun en büyük aktörlerinden, Türkiye’nin en güzel seslerinden biri. Orhan Veli’nin şiirlerini en güzel okuyan sanatçı…
Ayten Alpman. “Bir Başkadır Benim Memleketim” şarkısıyla hepimizi coşturan, müziğimizin gelmiş geçmiş en büyük seslerinden biri… “Tek Başına”, “Ben Böyleyim” ve daha nice unutulmaz şarkının usta yorumcusu…
Meral Okay. “İkinci Bahar” dizisinin unutulmaz Kasap Melahat’ı, reyting rekorları kıran “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin senaristi dev kadın…
Metin Erksan. Susuz Yaz filmiyle Berlin’de Altın Ayı ödülü kazanan, Türk Sinemasını dünyaya tanıtan usta yönetmen… Sayısız filmi arasında “Yılanların Öcü”, “Acı Hayat”, “Kuyu”, “Sevmek Zamanı” gibi sinema tarihinin başyapıtlarını katmış usta sinemacı…
Halit Çelikoğlu. “Bir Sevgi İstiyorum”, “Gözlerin Doğuyor Gecelerime”, “Senin Olmaya Geldim”, “Gökyüzünde Duman Duman Bulutsun” ve hepimizi ağlatan “Eller Kadir Kıymet Bilmiyor Anne” şarkılarının söz yazarı…
Yusuf Kurçenli. “Karartma Geceleri”, “Gramofon Avrat” gibi filmlerin, “Baba Evi”, “Umut Taksi” gibi dizilerin ödüllü yönetmeni…
Abdurrahim Karakoç. Türk halk şiirinin keskin kalemi. “Sarı saçlarını deli gönlüme, bağlamışım çözülmüyor Mihriban. Ayrılıktan zor belleme ölümü. Görmeyince sezilmiyor Mihriban” dizelerinin şairi…
Orhan Boran. Radyo ve televizyon çağının ilk büyük sunucusu, sunucuların duayeni…
Neşet Ertaş. Yüzlerce türküyle efsaneleşen gönül adamı… “Evvelim Sen Oldun Ahirim Sensin”, “Zülüf Dökülmüş Yüze”, “Zahidem”, “Kendim Ettim Kendim Buldum”, “Yalan Dünya” ve daha neler neler…
Lefter Küçükandonyanis. Yalnız Fenerbahçe’nin değil, herkesin sevgi ve saygısını kazanmış, gelmiş geçmiş en büyük futbolcularımızdan. Ya da kısaca futbolumuzun ordinaryüsü…
Erol Günaydın. Tiyatro dünyamızın ustalarından. Unutulmaz karakterlerin dev oyuncusu, tekerlekli sandalyesinde bile muhteşem bir oyunculuk performansı veren büyük sanatçı…
Kerem Güney. “Aldırma Gönül”, “Elveda Meyhaneci” gibi herkesin dilindeki şarkıların yaratıcısı besteci-şarkıcı…
Sabri Ülker. Bisküvi imparatorluğunun kurucusu, büyük sanayici. Ülker’i yaratan adam…
Güngör Dilmen. “Midas’ın Kulakları”, “Ben Anadolu”, “Deli Dumrul” gibi eserleri tiyatroya kazandıran ünlü oyun yazarı…
Leman Çıdamlı… En sevilen kaynana. Unutulmaz “Kaynanalar” dizisinin sevilen sanatçısı…
Ve daha kimler yok ki!.. Türk Sinemasının 70’li yıllardaki jönlerinden Ünsal Emre… Usta tiyatrocular Baykal Kent, Cüneyt Türel, Erdoğan Tuncel, Bilgin Adalı, Ergin Orbey, Erol Kardeseci, Tuncer Sevi, şair Bilgin Adalı, sinema oyuncuları Hamit Hasbakal, Evin Esen, Rafi Emeksiz, turizmci-yazar Kemal Suman, yönetmen Meriç Soylu, senarist Metin Açıkgöz, Karadeniz türkülerinin sevimli türkücüsü Kamil Sönmez, genç yönetmen Seyfi Teoman, Ayna grubunun sevilen müzisyeni Cemil Özeren, eski futbolcu ve teknik direktör Erdoğan Arıca, ünlü müzik yazarı ve bestecisi İlhan Mimaroğlu, gazeteci-yazar Yurtsan Atakan, Eskişehirsporlu genç futbolcu Ediz Bahtiyaroğlu, şarkıcı Azer Bülbül, motosiklet şampiyonu Kemal Merkit ve Atatürk’ümüzün manevi kızı Ülkü Adatepe…
Tabii bu büyük kayıpların dışında, sesiyle hepimizi büyüleyen dünyaca ünlü Amerikalı pop şarkıcısı Whitney Houston ve Dallas dizisinin kötü adamı J.R. olarak tanıdığımız sinema oyuncusu Larry Hagman’ı da 2012 yılında kaybettik.
Bunlar ortak kayıplarımız. Elbette ki hastalık, yaşlılık, terör, trafik terörü ve daha başka sebeplerle aramızdan ayrılan yakınlarımız oldu…
Ama işte, hayat böyle bir şey… Bir bayrak yarışı gibi sanki… Birileri gidiyor, ardında bir boşluk bırakarak; birileri geliyor, hayata başka bir anlam katıyor. Dün Zeki Müren, Esengül, Barış Manço ve Cem Karaca’nın şarkılarına tutunanlar, bugün Tarkan, Hadise, Sibel Can ve Şebnem Fera’tan güç alıyor. Dün Uğur Mumcu’yu, Abdi İpekçi’yi takip edenler, bugün Yılmaz Özdil’e, Ece Temelkuran’a yaslanıyor. Necdet Tosun, Adile Naşit ve Kemal Sunal’ın acısı dinmese de Cem Yılmaz, Binnur Kaya ve Olgun Şimşek ile kahkahalarımız çınlamaya devam ediyor.
Söyleyeceğim o dur ki dostlar, hayatı olduğu gibi kabul etmeliyiz. Hep aynı cesaretle, hep aynı olgunlukla. Telaşsız, korkmadan, ürkmeden. Hayata inanmak lazım. Kendimize de… Kayıpları kazanca dönüştürecek olan müthiş bir sermayemiz var çünkü: Aklımız.
Bir de bütün karşımıza çıkacak olumsuzluklara karşı içimizi iyi tutacak başka bir sermayemiz var: Yüreğimiz.
Medeniyetler kuran, medeniyetleri değiştiren de insanoğlunun bu aklı ve yüreği olmadı mı? Albert Einstein, “İnsan aklın sınırlarını zorlamadıkça hiçbir şeye erişemez” der.
Biz Kiltaş olarak herkese tüm hayallerinin gerçekleşeceği harika bir yeni yıl diliyoruz. Siz de dileyin. Ve dileğinize yürekten inanın.
İnancın önünde ne durabilir ki!..
Mutlu Yıllar.

Nejat Gümüş

“Mış” gibi değil!..

“Mış” gibi değil!..

Bakıyormuş gibi bakmayacaksın. Bakacaksın gözlerinin içine içine. Bakışların yakalanırsa mahcup olursun korkusu taşımadan. Anlamaya çalışarak, anlatmaya çalışarak, derine derine bakacaksın. Bakışlarınla mıhlayacaksın hatta, kah durduracak güçte; kah harekete geçirecek cürette…
Gülüyormuş gibi olmayacaksın. Güleceksin içten geldiği gibi. Samimi, doğal, olduğun gibi… Dişlerin görünecek, kahkahan çınlatacak bulunduğun ortamı. Senin gülmenin iştahıyla gülecek diğerleri de… Neşen saracak dünyayı.
Gidiyormuş gibi durmayacaksın. Ya gideceksin, göze alarak her şeyi; gittiğin yeri bilmene gerek olmadan, sadece burada kalmayı istemediğin için. Ya kalacaksın, gözünde başka bir şey olmayarak. Direnmeyi, sabretmeyi, katlanmayı, umut etmeyi seçtiğin için değil, kalmayı istediğin için ve bunun sana yetecek güçte olduğunu bildiğin için. Geride bıraktıklarına bakmayacak, bir gözün arkada gitmeyecek; gitmen gerektiği gibi gideceksin. Yüklerinden kurtulmuş, hafiflemiş olarak.
İnanıyormuş gibi inanmayacaksın. Şüphelerinin üstüne gideceksin. Korkuya, kuşkuya yer bırakmayacak kadar emin olacaksın. Tüm ruhunla, tüm bedeninle inanacaksın ona. Kutsal bilerek, bilimden de destek alarak… Yolunu şaşırmadan, bir yolunu bulup saklanmadan teslim olacaksın. Ödül ve cezayı düşünmeden, men edilme korkusu duymadan, “hak” bildiğin yolda tek başına da olsa yürüyeceksin.
Biliyormuş gibi davranmayacaksın. Ya bileceksin enine boyuna, ya bilmediğini söyleyeceksin ezilip büzülmeden. Utanmadan, sıkılmadan. Bilmediğinden utanıyorsan, öğreneceksin. Bilgiye teslim olacaksın, bilgiliye kulak vereceksin. Bildiğin şey bir işe yarayacak, hayatına katkı sağlayacak. Birilerine karşı kendini iyi göstermek için kullanmayacaksın yalnızca.
Uyuyormuş gibi yummayacaksın gözünü. Uyuyacaksın güvenerek. Kuşkuların, tek gözü açık tavşan uykusuna yatırdığı yabancılaşmış kent insanı gibi olmayacaksın. İlişkilerin, çevreni saranlar senin seçimlerin olacak, inandığın, iyi bildiğin… Güven vereceksin, güven duymayı öğreneceksin. Kaybetmekten çok kazanmayı göze alarak…
Seviyormuş gibi yapmayacaksın. Seveceksin tüm benliğinle. Yüreklice, tutkuyla, aşkla!.. Her şeye göğüs gerecek, tüm dünyayı karşına alacak kadar… Anlamaya çalışarak, emek vererek, vazgeçmeyerek… Yeni bir başlangıç yapacak, beyaz bir sayfa açacak kadar iyimser olacak; ben demekten vazgeçip biz demeyi diline dolayacaksın. Yalnız onu değil, sevdiklerini, ailesini, alışkanlıklarını, kısacası onun dünyasını da seveceksin.
Çalışıyormuş gibi dolanmayacaksın ortalıkta. Çalışacaksın. İşini severek, sorumluluklarının farkında olarak… Hayattaki en büyük dayanağının işin olduğu bilinciyle. Her gün yeni bir ekmek kavgasının başladığı bilinciyle… Dışarıda sayısı milyonları bulan işsizlerin yerine tehdit oluşturduğu bilinciyle… İşini hak ederek, en son gözden çıkarılacak kişi olacak kadar başarı kazanarak, korkmadan, saklanmadan, başka yollara sapmadan… Kendin için, sorumluluklarını duyduğun yakınların için, diğer çalışma arkadaşlarının hakkını yememek için, onların ekmeğiyle oynamamak için… Çalıştığın işletmenin devamlılığı için, daha çok kazancın daha çok iş kapısı demek olduğu bilinciyle. Daha gelişmiş bir Türkiye, daha güzel bir dünya için çok çalışacaksın. Kimseyi kötüleyerek, tepeleyerek değil; iyiliğini çoğaltarak, kendini yükselterek yerini koruyacaksın. Alın terini akıtarak, aklını devreye koyarak, inisiyatif alarak, işe dört elle sarılarak çalışacaksın. Kötü düşünmeden, iyilik dileyerek… Bir başarı öyküsü yaratarak!..
Yaşıyormuş gibi nefes almayacaksın. Yaşayacaksın. Hayatın sana sunulmuş en büyük armağan olduğunu bilerek. Dünyayı gözlemleyerek, güneşin doğuşu, batışı, karın yağışı, çiçeğin açışı, kelebeğin uçuşu sana heyecan verecek. Yalın ayak çimlerde koşarak, mis gibi havayla ciğerlerini doldurarak… Etrafa bakarak, insanları tanıyarak, hikayelerine kulak kabartarak. Her gün en az bir insan tanımayı başaracak kadar… Kendini yenileyerek, ufkunu genişleterek. Dünyanın tüm güzel seslerine kulak kabartacak, müziği yüreğinle dinleyeceksin. Hüzünlü bir ayrılık şarkısında gözlerin yaşaracak, iyimser bir bahar şarkısında yüreğin kabaracak, için içine sığmayacak. Etrafında olan bitenlere kayıtsız kalmayacak, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” demeyeceksin. Kendin için istemediğin şeyleri başkası için de istemeyeceksin. Okuyacak, öğrenecek, karşı çıkacaksın. Bilinçlenmekle kalmayacak, çevreni de aydınlatacaksın. Yanlışa karşı çıkacaksın ama başka doğrular olduğunu da unutmadan. Farklı olana saygı duymasan bile tahammül etmeyi öğreneceksin. Kadını, çocuğu, fakiri, köylüyü, deliyi, sakatı küçük görmeyeceksin. Çünkü yaşamak, Usta’nın dediği gibi, ciddi bir iştir; şakaya gelmez…
“Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.”

Nejat Gümüş

Vazgeçmeyi bilmek!..

Vazgeçmeyi bilmek!..

Kimse sizi itip çekmeden, ne yapmanız gerektiğini söylemeden ve tek başına kendi yolunuzda yürüdünüz mü hiç?.. Tam da olmasını istediğiniz gibi… Birilerinin hayatının bir yerlerindeki boşlukları doldurma zorunluluğu olmadan… Birilerinin geçmiş ideallerine, gelecek beklentilerine destek verme yükümlülüğü taşımadan… Birilerinin sizi çok beğenmesini sağlamaya çalışmadan… Atacağınız her adımda, “acaba doğru mu yanlış mı” diye düşünmeden… Evde annenizle babanız arasındaki sevgi dengesini kaybettirdiğiniz hissine kapılmadan… Koruma kılıfı içinde, birçok egoistçe baskıya maruz kalmadan… Özgür yetiştirilme adına, damdan düşer gibi kendinizi hayat karşısında yapayalnız hissetmeden… Nerede ne yapması gerektiğini bilmeyen insanların elinde, yaşamınız ve benliğiniz gözünüzün önünde yok olup gitmeden… Birilerinin ters etki ve davranışlarının kurbanı olmadan… Çevrenizdeki en güvendiğiniz büyüklerin sizi aldattığını anlayarak, derin üzüntülere dalmadan… İç dünyanızda oluşturduğunuz, kendinizi kurmaya çalıştığınız o en zorlu mücadelenizde, ayağınıza çelme takılmadan… Hatta hayatınızda kendi kendinize attığınız çelmelerin bedelini, mutluluğunuzu yitirerek ödemek zorunda kalmadan… Bazen sendeleyerek.. Bazen tökezleyerek, bazen sersemleyerek… Bazen ağlayarak, bazen öfkelenerek… Bazen ümitsizliğe kapılarak, bazen ne yapacağınızı bilemeyerek… Bazen her şeyin üzerinize geldiğini düşünerek, bazen de sizi kimsenin anlamadığını düşünerek… Bazen çaresizliğe kapılarak, bazen azarlanarak… Bazen gülerek, bazen sevilmediğinizi düşünerek… Bazen “ben kimim” diye endişelenerek, bazen kendinizi kandırılmış hissederek… Bazen huysuzlaşarak, bazen aksileşerek… Bazen kızarak,bazen kızdırarak… Ama her şeye rağmen mutlu, her şeye rağmen umutlu, her şeye rağmen gelecekten ümitli, her şeye rağmen kendi değerlerinize sahip çıkarak… Her şeye rağmen mutluluğu kendi içinizde bulacağınızı bilerek… Her şeye rağmen hayatın yaşamaya değer olduğunu, her şeye rağmen dünyada eşsiz olduğunuzu, her şeye rağmen birilerinin sizi hep sevdiğini düşünerek. Her şeye rağmen birilerini kazanmak için mücadele verdiğinizi, her şeye rağmen mutlulukların, uzanıp alabileceğiniz kadar yakın olduğunu… Her şeye rağmen en kötü anlarınızda bile, bir yerlerde sizin için harika bir çıkış bulabileceğinizi… Her şeye rağmen sizi siz yapan, size kendinizi iyi hissettirebilecek iyi yanlarınızın varlığını… Her şeye rağmen kendiniz olmayı ve kendi yolunuzda yürüyor olmayı hiç denediniz mi?
Ya ara sıra kendinizi dinlemeye de zaman ayırıyor musunuz? Bazen en uçuk fikirler gelmiyor mu aklınıza? Aşk, meşk ve adı konulmuş birçok içgüdüsel ve sebepsiz şey arasında bazen kendinize de zaman ayırdığınız olur mu? Bazen lambayı kapatıp, ses çıkaran bütün nesneleri ve çevrenizdeki herkesi susturduktan sonra kendi kendinizi dinler misiniz siz de? Gece karanlığında çıkıp şehrin sessiz yollarında yürür müsünüz? Ya da balkona çıkıp karanlıkta kendi karanlığınızın aydınlandığını görmek için çabalar mısınız? Çevrenizde aradığınız mutlulukların aslında sizin içinizde olduğunu hissettiniz mi hiç? Yorgunluğunuzun had safhaya ulaştığı anlarda dinleneceğiniz vahaya bir dakikalık düşünme mesafesinde olduğunuzu okudunuz mu zihin haritanızda? Aşka, sevgiye, dostluğa ve anlayışa olan susuzluğunuzu dindirmek için düşünce ırmağından bir damla yudumlayarak gidermek gelmedi mi hiç aklınıza? Bütün bütün herkesin sizi dışladığında, geceleri korkusunu üstünüze saldığında, gündüzleri insan kalabalıkları sizi boğarcasına üstünüze aktığında “ben dimdik buradayım ve sizin hepinize karşı koyacak gücün sahibi benim!” diyebildiniz mi hiç? Yalnızlığın tadına vardınız mı? Düşüncenin gücüne ulaştınız mı? En büyük korkunuzun üzerine basıp “yendim seni” diyebilecek kadar cesaret sarhoşu oldunuz mu hiç? Sizin dışınızda gelişen eylemler yüzünden boğazınıza gelip düğümlenen her neyse, bir hışımla tükürdünüz mü? Burnunuzun direği sızlarken gözyaşlarınıza “dur, ben ancak mutluluktan ağlarım” diyebildiniz mi? İçinizden size istediklerinizi yapamayacağınızı söyleyen sese “kes sesini” dediniz mi var gücünüzle? Kulaklarınıza gelen sinek vızıltılarının “sen yapamazsın” deyişlerine “bekle ve gör, en iyisini henüz yapmadım” deme kararlılığını gösterdiniz mi hiç? Eğer bunların hepsini yaptıysanız büyük ihtimalle yalnız kalmışsınızdır. Yalnız kalsanız ne olur ki? Kendini bilene bütün dünya engel olmaya kalksa kaç yazar? En iyi dostunuz yine kendinizsiniz. Kendinizi ihmal ederseniz, yine kendinizi kaybedersiniz. Kaybettiğinizi anlamaya başladıklarında ise herkes kırar sizi. Çok kırarlar…
Ben de bazen çok kırıldım, bazen belki de kırdım… Ama “hata insana mahsustur” dedim, affettim, af diledim.
Kimileri birden fazla kırdılar kalbimi, ama ben onları yine de affettim. Onlar belki beni saflıkla yargıladılar. Belki de içten içe sinsice güldüler. Ama asıl unuttukları şuydu: Ben aldanmadım. Aldanan her zaman kendileri oldular, ama bunu anlayamadılar. Bir insan kaybının ne olduğunu bilemedikleri için… Kaybetmek onlar için bir alışkanlık haline geldiği için.
Oysa ben hiç insan kaybetmedim.
Sadece zamanı geldiğinde vazgeçmeyi bildim, o kadar… Vazgeçtiklerimi ardımda bıraktım ve kendi yolumda yürümeye devam ettim.
Aslolan da zaten yolun nereye vardığı değil; yolda ne yaşadıklarınız değil midir?..

Yolunuz açık olsun.

Nejat Gümüş

Sahi, sevgi neydi?..

Sahi, sevgi neydi?..

Her şeyi kendi içinde görmek ve kendini her şeyde görmenin adıymış sevgi… Sonsuzlukmuş, bencil olmamakmış…
Kayıtsız, şartsız ona güvenmekmiş bir de… Nedensizce ve delicesine özlemekmiş, onun yokluğunda… İliklerine kadar duymak, tırnaklarına kadar hissetmekmiş sevgi…
Hayatın anlamı diyorlar ona; yalnız insanların değil, tüm canlıların yaşama sebebiymiş… Öyle bir etkisi varmış ki sevginin, “sen ordan bir ‘canım’ dersin, benim kalbim kaburgalarımın altına sığmaz burada” sözünü hissettirebiliyormuş…
Kalp mi insana “sev” diyen, yoksa yalnızlık mı körükleyen?.. Sahi nedir sevmek, bir muma ateş olmak mı, yoksa yanan ateşe dokunmak mı?..
Şems-i Tebrizi, “Sevmeyene karınca yük, sevene filler karınca / Dağı bile taşır insan aşık olunca, inanınca” diyor… Küçük İskender’e göre ise, birini gerçekten sevdin mi; yaşı, ne kadar uzakta olduğu, boyu, kilosu sadece lanet birer sayıymış… Özdemir Erdoğan şarkısında, “Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir / Bazen küçük bir an için ömür bile verilir” diye anlatıyor sevgiyi…
Halil Cibran, “Sevgi bir şey istemez, tamamlanmaktan başka” diyor… Mevlana, “Sevgi karanlık bir tünelde yakılan mum ışığı gibidir; size yolunuzu gösterir ama uzakta ne olduğunu söylemez” diyor.
Fuzuli’ye sormuşlar, “Sevmek mi daha güzeldir, sevilmek mi?” diye; “Sevmek” demiş.. “Çünkü, sevildiğinden hiçbir zaman emin olamazsın”… Nazım Hikmet, “Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim. Aklıma gelişini seveyim. Ne güzel de darma duman ediyorsun beni” diyor dizelerinde…
Dostoyevski der ki: “Sevmek, güzel birinde aşkı aramak değil; o kişide bilmediğin bir zamanın beklenmedik bir anında kendini bulmaktır.” Can Yücel, “Tabaklarda kalan son kırıntılar gibiydi sana olan sevgim. Sen beni hep bıraktın, bense hep arkandan ağladım” diyor…
Ağlamak için zamanınızın, ağlayacak kimsenizin olmadığı hayatlarda ise sevmek bu denli arsızca, bu denli çok, bu kadar coşkulu yaşanmıyor. Hayata dişlilerin dokunduğu yerden başlarken, çok şey istemedim ben… Aynı büyüklerden bir şey istememek gerektiğini öğreten çocukluğum gibi, hayat da kendisinden çok şey istemememi fısıldadı kulağıma. Öyle kızarak, emir verir gibi değil. Görmüş geçirmiş bir ağabey gibi kolunu omzuma atıp, elinde tespihini sallayarak söyledi. Yani kızmadım, korkmadım, üzülmedim. Samimi bir haldi hayatla aramdaki muhabbet.
Azın/çoğun ne olduğunu öğrendim zamanla. Neye nasıl bakarsan, azlığı-çokluğu bakışının belirlediğini gördüm. Çok sevginin, sözler, hediyeler, maskeler, yapmacık tavırlar olmadığını; utanan bir çift göz olduğunu gösterdi güzel bir kız. Yanında olmanın değil, yolunu gözlemenin ayrı bir sevgi olduğunu anladım. Çok sevgi istemedim. Çünkü sevginin azı – çoğu olmadığını beni her zaman aynı şekilde seven annem gösterdi. Onu kaybettiğimde hayatımın fonunu belirleyen sevgi lugatını daha iyi okuyabildim. Onun gidişi ile emek- sevgi ilişkisi anladım. Bana çok emeği geçti, önce emek vermeyi, sonra sevmeyi öğrenmişim meğer fark etmeden.
İnsanlardan dürüstlük istedim. Çok değil, biraz. Meğer dürüstlüğün azı daha betermiş; bunun beni taşımayacak bir dala tutunmak olduğunu da defalarca düşerek öğrendim.
Kadınlardan da çok şey öğrendim. Öğrettim mi bilmiyorum. Hayatta ne kadar başarılı olursan ol, kadınların seni tam tersi hale sokmak için hiç zorlanmadıklarını gördüm, izledim, dinledim. Güzellikler de onlardan, çirkinlikler de. Belki de bu yüzden onlara hiç küsemedim. Kızdım ama kovamadım, sarıldım ama tutamadım. Az ve çok kavramı hakkında da çok şey öğrendim onlardan.
Az söz ile çok şey anlatmaya çalıştım. Çok söz ile az şey anlatmaya çalıştım. Gördüm ki söylenen sözün azı çoğu fark etmiyor. Söylemek istediğimi gözlerimden okuyanları gördüm. Hatta söylemeyi akıl edemediklerimi bile okuyanları. Çok şey anlatmak isteyip de tek kelime anlatamadıklarım da oldu, hem de çok.
Çok sevdim, çok kızdım. Az ile olan ilişkim bu noktadan sonra zedelendi. Çok şaşırmadım, çünkü hayatta hiçbir şeyin azının kendini gösteremediğini de gördüm. Çok olmak gerekiyordu. Bazen oldum, bazen olamadım. İki laf ettiğim kadınlarda aklım kaldı. Saatlerce konuştuğum kadınlar karşımdayken, gözlerimden onların kayıp gitmesi belki bundandır. Bazılarını gönlümle sarmaladım, bakışlarımla kucakladım, ama onlar sarılmadığım için küstü. Az çok sevdim kısacası. Az olanlar aklımda, çok olanlar geçmişimde. Biraz da bu yüzden az sevmeye başladım galiba. Geride kalmasınlar, aklımda olsunlar diye.
Beni annem kadar sevecek ve babam kadar merak edecek kimse yoksa eğer, kimse bana sevgiden, aşktan söz etmesin diye düşündüm bazen de…
Şimdi ise şairin dediği gibi, çocuk değilim artık; büyüdüm. Biraz yorgun, biraz kırgınım yine de… Giden yolunu, kalan yerini bilsin sadece…
Sevgisiz olmaz elbet… Ne kadarına yetiyorsa yüreğin, o kadar sevmelisin. Onurlu olmalı gelişler. Bir kadının ana oluşu, bir erkeğin adam oluşu gibi asil ve olgun… Omuzların dik, alnın açık tüm kalbinle gelmelisin. Ne kadarına yetiyorsa yüreğin, yettiği kadar sevmelisin. Aklını başından alacak kadar değil, aklı başında olacak kadar sevmelisin.
Senden çok onun ihtiyacı olan bir şeyi ona vermişsen, bu bir hediyedir. Ondan çok senin ihtiyacın olan bir şeyi ona vermişsen, işte bu sevgidir.
Tıpkı Cengiz Aytmatov’un ünlü eseri Selvi Boylum Al Yazmalım’ın unutulmaz repliğindeki gibi, sevgi ne demekti?.. Sevgi iyilikti, dostluktu…
Sevgi emekti.

Nejat Gümüş

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.