Yazar: Kiltaş

Ben Onu Çok Sevdim…

Ben Onu Çok Sevdim…

Hem de öyle şartlarda sevdim ki, imkansızlıklara, beklentisizliklere rağmen… Hayal kurmadan, ummadan, karşılık beklemeden sevdim. Unutmadan sevdim onu.

Seveceğimi bilmeden, sevmek için yola çıkmadan sevdim.

İnsan hayatı kurgulayamıyor. İşe dair, çoluk-çocuğa dair, eğitime dair birçok görüşü, pek çok planı oluyor ama yürek mevzuunda her seferinde hazırlıksız yakalanıyor.

Evinizin eşyasını değiştirmeniz gerekiyor diyelim ki… Ya da bir üst modeli çıktı cep telefonunuzun, aklınız onda. Bu tür değişiklikleri ya ihtiyacınız olup olmadığına göre, ya da imkanınıza göre yaparsınız. Ya da yapmazsınız, ertelersiniz. Oğlunuz araba istedi, kızınız oyuncak istedi, “evladım, şimdi durumumuz müsait değil, ama söz, yaz başına alırım” diyebilirsiniz.

Ne var ki, akla söz geçirdiğiniz gibi kalbe söz geçiremiyorsunuz. Üstelik kalp öyle yürekli, öyle cesur ki, en imkansızı istiyor.

İmkansız ne mi? Yasak olan, günah olan, haram olan, sakıncalı olan her şey. Uygun olmayan her şey. Yaşı yaşınıza, boyu boyunuza, huyu huyunuza denk olmayan… Medeni hali medeni halinizi, konumu konumunuzu tutmayan….

Eğer bunlar bile imkansız yapmıyorsa onu, daha ötesi var!.. Bakalım onun aklı kimde, onun kalbinde kim var? Onun hayallerini nasıl biri, nasıl bir hayat süslüyor? Sevmeye hazır mı? Bu kadar imkansızdan bir imkan çıkaracak kadar gözü kara mı onun? Olayın bir de bu tarafı var.

Yani imkansızın karesi varken hayatınızın tam ortasında, sevmeye hazır olabilir misiniz? Hangi mantık, hangi akıl, hangi yaşanmışlık, hangi dünya görüşü, hangi servet, hangi güç bu şartlardan bir pembe panjurlu ev hayali yaratabilir?..

Diyelim ki hayaller bedava, gerçeğinin yanına yaklaşmak mümkün müdür?

İnsanın bir “gel”i vardır, bir de “git”i… “Gel” duyguları, “git” aklı temsil eder. Kalbin gel dediğine akıl git der, kendince mantıklı nedenlerden dolayı… İnsanlar hangi taraflarıyla hayatı yaşamayı seçmişlerse ona uygun karar verirler. Mantık adamları akla uygun hareket ederler, duygusal insanlar da kalplerine göre… Benim gibi bazıları da akıl ile mantığı iyice karıştırırlar. Akıl neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilir de kalbe söz geçiremez. İşte o yüzden böyle bazı insanlara “gel-git akıllı” diyorlar. Med-cezir gibi yani. Ayın hareketine göre suların kabarıp alçalması hareketi gibi bir anlamda. İnsanda bu durumu yaratan, yani yüreğin kabarıp normale dönmesi işini yapan da çoğu zaman bir “ay yüzlü güzel” oluyor.

Ne güzel söylüyordu Erol Evgin:

“Bir yumak sarar gibi geçtim acılardan
Bir kilit yüreğimde, bir demir kapı
Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerlerdeyim
Belki de aşk dediğin erişilmez olmalı
Sensizlik bir ok gibi canıma saplanmalı
Coşmalı yanardağlar, kasırgalar kopmalı
Aşkın bir zehir gibi kanımda dolaşmalı
Elbette aşk dediğin böyle olmalı

Ben imkansız aşklar için yaratılmışım
Ne kavuşmayı bilirim ne unutmayı
Kayboldum kuytusunda yalnızlıkların
Yaşadım en karasını sevdaların”

İmkansızı istemek neden bu kadar tutku verici dostlar? İnsanın tehlikeli sularda gezinmesi neden bu kadar keyifli. Doğamızda, genlerimizde mi var zor’un peşinden koşmak? Adem ile Havva’nın cennetin yasak meyvesi yemesiyle başladı dünyadaki serüvenimiz, hala devam ediyor. Onca acıya, onca yenilgiye, onca yalnızlığa rağmen uslanmıyoruz demek ki… Bizi yasaklardan alıkoymak için yüzlerce peygamber, dört büyük kitap, yüzlerce ayet geldi, insanoğlu hala günahkar…

Sevmek günah mı peki? Neresi günah? Ne yaparsan günah? Ne kadarı günah? Bağışlanması mümkün mü acaba?

Hangimiz sevmedik? Hanginiz sevmediniz? Hanginizin yüreğinde bir sızı dolaşmıyor? Hanginizin hayatında yarım kalmış bir şey yok? Hanginiz bir ses, bir koku, bir anı, bir eşya, bir küçük iz yakaladığınızda iç çekmiyorsunuz?

Hanginizin mahşere sakladığı bir yarım kalmış hikayesi yok?..

Neden şarkılar bu kadar içli gelir, neden bir şiir, güzel bir söz, bir filmin sadece bir tek sahnesi bizi eritmeye, ağlatmaya yeter?

Neden her gün onaylanmak isteriz? Güç sahibi olmak bu kadar önemli gelir? Taltif edilmek, beğenilmek gibi bitmek bilmeyen bir özgüven sorunu yaşarız?

Ve neden hepimiz kendimizi deli gibi çalışmaya vururuz? Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışırız ve yaşamayı ha babam erteleriz?

Bu kadar unutmak isteyip de unutamamak nasıl bir sevgidir? Nasıl bir çıbandır, nasıl bir kalp ağrısıdır?

“Unutmam” lazım deyip yüzlerce yemin ettikten sonra, bir küçük izde yemini bozmak nasıl bir çaresizliktir?

Dünyaya akıl verirken kendimize söz geçirememek neyin nesidir?

Bu sorular o kadar çok ki dostlar, o kadar çok ki… Sırf bu soruları sormak bile uykusuz geceler geçirmenize yetiyor. Cevapları mı? Onları bulmaya galiba ömür de yetmeyecek…

Ben O’nu çok sevdim gerçekten. Umutsuzca, çıkarsızca, hesapsızca, karşılık beklemeden, hayal kurmadan, plan yapmadan, yasakları delmeden, günah işlemeden. Kendi içimde, gizlice, masumca, çocukça. Ama çok!..

Ben O’nu çok sevdim.

O kim mi?..

Gözlerinizi dış dünyaya, kulaklarınızı seslere kapayın; elinizi kalbinizin üstüne koyun, derin bir iç çekin, ağzınızdan hece hece çıkacak ilk isimdir O.

Senin, benim, onun, herkesin hayatında “ben onu çok sevdim” denecek biri var.

Merak etmeyin, sırrınız ve kapanmayan yaranız sizde kalacak.

Yalnız sizin ve Allah’ın bildiği, belki onun bile bilmediği…

Saygılarımla…

Nejat Gümüş

26 Eylül 2014, İstanbul

Almanyalı Yarim

Almanyalı Yarim

Kiltaş olarak katıldığımız uluslararası bir fuar için Almanya’dayım…

Almanya artık bizim için yabancı bir ülke değil. Ülkede üç milyona yakın Türk var. Düşünsenize, neredeyse bir İzmir büyüklüğü!..

Avrupa’nın batısı burası. Hatta kuzey-batısı da denebilir. Yani, ülkemize göre daha soğuk tabii. Sonbahar iyiden iyiye hissettirmiş kendini.

Türkiye’den çıkarken insanlar yeni yeni yaz tatillerini bitirmiş, yeni çalışma sezonuna da henüz adapte olamamışlardı. Üstlerinde bir rehavet, bir isteksizlik vardı. İşte bu rehavet, bu isteksizlik Almanya’da görülmüyor. Yalnız bu ayda değil, yılın hiçbir zamanında da göremezsiniz. Çünkü Almanlar garip bir biçimde sanki çalışmak için programlanmışlar. Zaten o yüzdendir ki, dünyanın en büyük üç ekonomisinden biri durumunda. Üstelik bütün bunları İkinci Dünya Savaşından ağır kayıplarla çıkmış bir ulus gerçekleştirmiş. Takdir etmekten başka ne söylenir ki!..

Almanya… Sonbahar… Ekim ayı… Ve Almanya’da bir Türk iş adamı. Ben.

İlginç bir tesadüf, Türkler’in Almanya’ya gelmesi de ilk kez 31 Ekim 1961 yılındaki “Türk İşgücü Anlaşması” sonucunda başladı. Sirkeci’den trenlerle başlayan iş göçü, yeni bir hayatı, gurbet kapısında ekmek parası için onur mücadelesi verenlerin tarihini yazıyordu.

Bugün artık üçüncü kuşak Türkler var ve çoğu okumuş, kariyerli ve iyi yerlerdeler. Alman ekonomisinde ağırlıkları var. Milletvekili, bankacı, ekonomist, mühendis, tasarımcı, dünyaca ünlü futbolcu, şarkıcı, oyuncu, yönetmen olan gurur kaynağımız onlar.

Ne var ki, bu başarı bu kadar kolay gelmedi. Ve hiçbir şey düşündüğünüz kadar rahat değildi. Düşünün, bundan elli yıl öncesini… Kim gitmek ister dilini bilmediği, dini, yaşam tarzı, gelenekleri, iklimi başka bir ülkeye? Kim bırakmak ister ardında sevgilisini, eşini, çocuğunu, anasını babasını, vatanını?.. Kolay mıdır çekip gitmek, kolay mıdır bambaşka bir ülkede ekmek kavgası vermek? Ama çaresizlik işte. İşsizlik, geçim sıkıntısı, yoksulluk…

Hem kim kimi elinde güllerle karşılar? En güzel işi, en rahat ortamı yabancılara kim teslim eder?

Hangimiz biliyoruz, yerleşik tabiriyle Alamancıların hangi işlerde ve nasıl çalıştığını? Hangi şartlarda yaşadığını? İşten sonra ne yaptıklarını? Kendi kabuklarına çekilip, dış dünyadan tecrit edilerek, sessizlik, suskunluk ve yalnızlığa gömülerek çile çektiklerini, sabrettiklerini ne kadar anlayabiliriz?

Çocuklarının ikinci sınıf vatandaş muamelesi görülmesi, uyum sorunu, okul başarısızlıkları, suça itilmeler, psikolojik baskılar, kültür çelişkileri, aile ile çatışmalar da işin başka bir tarafı.

Biz bunları bilmeyiz.

Bizim bildiğimiz yaz tatillerinde bavullar dolusu hediye ile gelmeleri, Alman plakalı arabaları. Hele ilk yıllarda karikatürize edildiği gibi fötr şapka, şapkada kuş tüyü, omuza takılı teyp, Alman yapımı oyuncaklar, bebekler… Bir anda zengin oldu sandığımız insanlarımız. Onlar da tabii gurur meselesi yaptıkları için, “kan kusup kızılcık şerbeti içtim” diyenlerden oldukları için, kendilerini olduklarından fazla göstermenin zevkini yaşadılar. Orada nasıl güzel bir hayat olduğunu, nasıl modern, nasıl teknolojik yaşadıklarını, nasıl güzel para kazandıklarını anlatıp durdular.

Bunları hatırlarız hep.

Bir de… Bir de “Almanyalı Yarim”i!

Türk işçisi Almanya’ya gider. Tek başına… Zaman geçecek, para kazanacak, oturma iznini alacak, ev tutacak, ondan sonra da eşini, çocuklarını yanına aldıracaktır.

Başlangıçta iki taraf da özlem ile, gurbet ile sabrederler. Mektuplar gelir, gider. Erkek çalıştığı için, çoğunlukla meşgul olduğu için daha çok bekleyen elbette kadın olur. Aklı Almanya’dadır. Eşinin gönderdiği parayla evini geçindiriyor, çocuklarına bakıyordur. Ama yalnızlık zordur. Dayanılacak gibi değildir. Ama kadındır, Türk kadınıdır, bekler. Bırakın hayatına almayı, aklına da kimseyi almadan eşini bekler.

Erkek için daha da zordur. Başka bir ülkede yalnızlık daha zordur. İki satır laf etmek, bir insan sıcaklığı, bir yakınlık… Bir süre direnir, sorumlulukları vardır hem. Eşi gelir gözünün önüne, çocukları… Vatanı, komşuları, ailesi… Ama sonra?… Serde gençlik vardır. Koca koca makinelere söz geçiren, Almanya’ya “Türk kuvveti”ni gösteren gencecik adam zaaflıdır kadına hem de. Zamanla bir sebep olur, bir yakınlaşma olur Alman kızlarıyla. Üstelik onlar bizimkilerden farklıdır. Esmer Türk kızlarına göre sapsarı saçları, renkli gözleriyle değişik, hatta çekici bile gelmektedir. Daha girişken, daha rahattırlar üstelik. Deyim yerindeyse onlar ayartmıştır hatta bizim erkeklerimizi.

Sonra olan olur…

Ne olduğu karşı taraftan, yani eşini bekleyen kadın tarafından başlangıçta pek anlaşılmaz. Sadece korkular büyür. Mektupların arası açılmış, daha seyrek geliyordur. Satırlarda daha az özlem, daha az sevgi hissediyordur. Kadındır çünkü, hisseder. Geleceği zaman hep bir engel çıkıyordur. Başlar içli bir türkü söylemeye:
“Hasretinle yandı gönlüm, yandı yandı söndü gönlüm

Evvel yükseklerden uçtu, düze indi şimdi gönlüm

Gözlerimde kanlı yaşlar, hasretin bağrımda kışlar

Başa geldi olmaz işler, yokluğunda öldü gönlüm.”

Bir gün biri bir şey söyler, “kocan bir Alman kızıyla evlenmiş” der. “Hatta çocuğu bile varmış” diye de ekler.

İşte o zaman başlar asıl yalnızlık, asıl gurbet, asıl hasret!.. İnsan her şeye direnir de, umutsuzluğa direnemez. Ondan sonrası anlatılmaz, yaşamak lazım…

Resmi rakamlar 25 bin diyor, yabancı evlilikler için. Yani bir kasaba dolusu yabancı gelinimiz var. Çoğu Alman, sonra da Rus ve Azeri…

2014, Sonbahar. Almanya’yı geziyorum… Almanya modern, Almanya kalkınmış. Almanya işsizliği, parasızlığı çözmüş. Almanya tertemiz. İnsanlar çalışkan, sorumluluk sahibi. “Keşke diyorum, benim ülkemde de bu bilinç olsa!..”

Ama gene de benim dilimde aynı şarkı var:

“Havasına suyuna, taşına toprağına

Bin can feda benim yurduma.

Her köşesi cennetim, ezilir yanar içim

Bir başkadır benim memleketim.”

Sağlıcakla kalın.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

11 Ekim 2014, Almanya

Ne Zaman Yağmur Yağsa Utanıyorum…

Ne Zaman Yağmur Yağsa Utanıyorum…

“Hava kararmıştı yağmur yağıyordu

Dudakları sırılsıklamdı

Elleri üşüyordu

Bir öptüm bir öptüm

Bir daha öptüm

Kimseler görmedi öpüştüğümüzü

Yağmurdan başka

İki gözüm çıksın

Ne zaman yağmur yağsa

Utanıyorum”

Dışarıda yağmur yağıyor, benim dilimde bu şarkı var. Oysa güncel bir şarkı da değil, bir yerlerden duymuş olamam. Aklıma nerden takıldı, dilime nasıl yerleşti bilmiyorum.

Demek ki ne zaman yağmur yağsa, utanıyorum.

Yağmurla utanmanın ne ilgisi var demeyin! Şarkıları içselleştirdiğimiz gibi, olayları da içselleştiririz. Yani kendimizden bir şeyler katar, kendimizden bir şeyler buluruz. O zaman bizim için özel olur, daha bir anlamlı olur.

Şöyle düşünün, eşinize evlenme teklifi ettiğiniz anda bir şarkı çalıyordur ve o şarkı sizin şarkınız olmuştur. Ne zaman o şarkıyı duysanız, o anı tekrar yaşarsınız. Şarkı artık herkesten daha çok sizin olmuştur, sanki sizin için bestelenmiş, söylenmiştir.

Ya da olumsuz bir örnek vereyim: Sevgilinizle her zamanki buluşma yerinize gelmişsinizdir. Üzerinde çok güzel bir koku vardır, başınızı döndüren… Merakla sorarsınız, “Yeni bir parfüm bu sanki.. Adı ne?” Gözlerini kaçırarak cevap verir: “Elie Saab” Güzel kokuyordur ama garip bakıyordur, içinize korku düşer. “Bir şey mi var?”… “Seni terk ediyorum”… Bir ilişkinin son sözleridir bunlar. Durduramazsınız, gider. Ardından başka ilişkilerde başka parfümlerle tanışsanız da, ne zaman bir Elie Saab kokusu alsa burnunuz, bir ayrılık kokusu almış gibi renginiz sararır. Ürperirsiniz.

Detaylar çok önemlidir hayatta… Fon deriz ya hani… Hani, kız erkeğe ayrılmaları gerektiğini söylediğinde fonda hüzünlü bir ayrılık şarkısı çalar, son kez bakarlar birbirlerini, gözler boşlukta, uzun bir suskunluk başlar… Serin bir sonbahar yağmuru yağıyordur o anda her yere. Bu ayrılığa sanki gökler ağlıyordur. Yollar ayrılır, insanlar yıkkın, birbirlerinin yüzüne bakacak güçleri yoktur, sanki hayat bitmiştir onlar için… Orada film biter. Hikaye unutulur, oyuncular unutulur geride iki şey kalır aklımızda: O veda anında çalan müzik ve yağan yağmur…

Başka bir hikayede bu kez kız platonik aşıktır erkeğe… Filmin sonuna kadar da çok iyi saklar duygularını. Erkeğin fark etmediği bir yerde, kendi halinde sessizce duruyordur. Hatta bir erkek arkadaşı gibi onun dert ortağı durumundadır, gönül işlerini paylaştığı, kız arkadaşlarını anlattığı iyilik meleği kıvamında ikinci kız rolündedir. Ama artık yüreğine söz geçiremiyordur, şiddetli yağan yağmurun öfkesine ayak uydurmuştur. “Sen beni hiç görmedin ki, hiç bakmadın ki!” diye haykırır. “Hayatına giren herkes senin için dünyanın merkezi oldu. Ama hepsi de kolay geldikleri gibi kolayca gittiler. Arkalarına bile bakmadan. Gene sen kaldın ve ben. İçine attığın gözyaşlarını ben sildim, yine seversin diye yüreğinde umutları ben yeşerttim. Bir tek ben terk etmedim seni, iyilik meleği olduğum için değil. Bunu anlamadın sen. Nasıl baktığımı görmedin. Gözlerime bir kez derinden baksaydın kendini görecektin, ama bakmadın” der. Şimdi gözyaşları yağmura karışmaktadır. İçindeki zehri dışarı akıtmıştır ama son bir güçle bunu yapmıştır. Artık dizleri tutmaz, kendini yere bırakır. Erkek bir an düşünür, aslında neye sahip olduğunu ve bunu görmediğini anlar. Eğilir, kızı tutar. Sevgililer birbirlerine sarılırlar ve öylece kalırlar. Fonda yağmurun sesi, müzik olarak da Erkin Koray’ın o unutulmaz şarkısı: “Yağmurun sesine bak aşka davet ediyor / Cama vuran her damla beni harap ediyor / Bu yağmur seni benden alıp götüren yağmur / Aşkımızı sel gibi silip süpüren yağmur.”

Bu daveti gözü kara iki genç yürekken biz de çevirmedik elbette… Enerjimizle dünyayı değiştireceğimize inandığımız zamanlardayken, yağmurda ele ele yürümek nasıl keyifliydi!.. Nasıl da aşkımız büyürdü, sırılsıklam aşıklar yağmurdan sırılsıklam olmuş elbiselerimize aldırış etmeden uzun uzun yürürdük. Öyle bir aşk ateşindeydik ki, deli gibi yağan yağmurlar o ateşi söndürmek ne kelime, gittikçe büyütürdü.

Yağmurda aşıklar neden ağlar? Yağmur duygusallığı çoğalttığı için mi, gözyaşları yağmura karışır ve kimse görmez diye düşünüldüğü için mi?.. Romantizmin olmadığı, duyguların yaşanmadığı yerde hayat olur mu?.. Masumiyet çağının çocuklarıydık biz, o yüzden bu günkü “nasılsın aşkım, iyiyim aşkım” mesajlarıyla yaşanan üç günlük aşkları anlayamıyoruz.

Biz hala, liseli zamanlarımızda dersi kırarak gittiğimiz Yıldız Parkı’nda sevgiliden bir öpücük çalabilme umudunda ve heyecanındayız.

Biz hala, yağmur yağsa da sevgili de havaya girse, kolumuzun altına sokulsa diye bulutlardan medet uman aşık gençleriz.

Biz hala, küçük bir anın kaçamağını fırsata çevirmiş, yarım ağızla ve pıt pıt atan kalplerimizle bir öpücük çalmış suçlu aşıklarız. Ve o öpücüğü yağmurdan başka kimseler görmemiş olsa da; ne zaman yağmur yağsa utanan çocuklarız.

Tek suçu sevmek ve öpüşmek olan müebbet aşka mahkum edilmiş, nesliminiz son örneği aptal aşıklarız. Biz ki aşkın meyvesi bir elma için cennetten kovulmayı göze almış aşka sevdalı insanlarız. Kim korkar aşktan?..

Yağan yağmurda, esen rüzgarda, doğan güneşte, açan çiçekte… Bir çocuk gülüşünde, bir yaşlının bilge sesinde… Yüreğinizin her çarpışında… İşinizde, evinizde, yaşadığınız her yerde…

Aşk olsun!

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

243 Ekim 2014, İstanbul

Unutma Beni!…

Unutma Beni!…

Bundan tam 40 yıl önce buğulu bir kadın sesinden bir şarkı ortalığı yıkıp geçmişti. Üstelik artık bizim de çikolata renkli bir şarkıcımız vardı: Esmeray. Ve Esmeray’ın duygusal şarkısı Unutama Beni, bir yarışmada açık ara birinci gelmiş ve bir anda herkesin dilinde marş olmuştu. Şarkı hala da bilinir, sevilir ya…

Şarkıcının eşsiz bir sesi vardı, beste güzeldi ama en çok dikkat çeken şey şarkının sözleriydi.

“Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım

Unutma beni, unutama beni

Gözlerinden damlayamayan gözyaşın olayım

Unutma beni, unutama beni

Gölgen gibi adım adım

Her solukta benim adım

Ben nasıl ki unutmadım

Sen de unutma beni,

Unutama beni”

İlk kez biri, “unutma” demiyor; “unutama” diyordu…

“Unutma” bir dilek, bir emir, bir temenni gibi… Gel, git, getir, götür, al, sat der gibi… Unut sözcüğünün karşıtı.

“Unutama” ise biraz dua gibi, biraz beddua gibi… Şarkı söyleyeme, iş yapama, çaldıklarını yiyeme, bir daha kötü konuşama der gibi… Benim değerimi bil, der gibi…

Söyleyenin içinin acıdığını, canının yandığını anlıyoruz. Kıymetim bilinsin, değerimin farkına varılsın, sevgim anlaşılsın istiyor. Nereye gidersen git, benim gibisini bulama, böyle bir sevgi yaşayama, ne yaşarsan yaşa beni unutama diyor. Ardından da bir kapı aralıyor belli belirsiz, bir umut bırakıyor tekrarına. Sanki, “unutama ve bana dön” der gibi…

Yani bir sevenin iç çekişi gibi. İçi sevgi dolu, umut dolu…

Peki, “unutama” dediği kişi için durum nedir?… Unutmuş mudur, unutamamış mıdır?..

Hani birini, hani onunla birlikte her şeyi unutmak istersiniz ya… Unutmanız gerektiği için, öyle olursa daha iyi olacağı için… Hakkınızda hayırlısı öyledir ya hani… Ya da öyle olmasını umarsınız. Tıkanmışsınızdır çünkü, bu duygu sizi mutsuz ediyordur.

Unutursunuz çoğu zaman. Çoğu zaman bir başka ele tutunarak çıkarsınız bu dipsiz kuyudan. Uykusuz gecelerden, gel-git’lerden, apansız sizi bir yerlerde kıstıran anılardan. Ve tabii yalnızlıktan da… Her şeye iyi gelen zaman, size de iyi gelmiştir. Yeni bir hayata doğru yelken açarsınız.

Bazen de aşka tövbe ederek, kalbinizi fırtınalara kapatarak, hatta yalnız aşka değil hayata küserek unutursunuz. Bu biraz daha fazla zaman alır; korkularınız ve yalnızlıklarınızla kalbinizin son kullanma tarihinin gelmesini beklersiniz.

Bir de unutamamak vardır tabii ki. Aslında yürek hep unutmamaktan yanadır. Ama insan beynini yüreğinden daha fazla kullanıyorsa, sol tarafın değil, merkezin dediği olur.

Öyle de… Bütün vücudu kontrol eden beyin, kalbe söz geçiremez. Çünkü kalp kendi başına atar. Zaten severken de, aşık olurken de bir akıl’a danışmamıştır. “Olur mu?”, “Yürür mü?”, “Mutlu olur muyum?”, “Dengi dengime midir?”, “Sonu var mıdır bunun?” gibi soruları sormayı akıl edememiştir. Çünkü o sormaz, mantığını araştırmaz, vakti gelir, basit bir sebeple, bazen bir gülüş, bazen tatlı bir söz, bazen bir bakışa kanar, koyverir kendini. Bazen de sebep bile aramaz sevmeye. “Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir, Bazen küçük bir an için ömür bile verilir” şarkısındaki gibi… Kalp severken unutur dünyayı. Kimseyle ilişki kurmaz. Yol, yöntem danışmaz. Yalnızca sever. Otobandaymış gibi, son sürat gider, dakikada bilmem kaç defa çarparak. Ne zaman ki kazaya uğrar, ağır yara alır… Ve ne zaman ki ön sağ koltuk boş kalır, o zaman beyne mesaj gönderir, “çok yalnızım, bana bir akıl ver” diye… “Nerde hata yaptım?”… İşte o andan itibaren akıl devreye girer. “Aşk başa gelince akıl yıllık izne çıkar” derler ya, artık akıl izinden dönmüştür, etrafın dağınıklığını toplamaya koyulur. Ve sürekli olduğu yerden kalbe mesaj gönderir: “Unut onu! Unut onu!”

Kalp çaresizdir, dinleyecektir aklı da, işte unutmak onun dediği kadar kolay değildir. Yaşanan onca güzel şey, onca duygu varken nasıl olacaktır bu?.. Üstelik onu hatırlatan sesler, kokular, mekanlar, müzikler varken mümkün müdür bu? Hem bu suçta beynin de parmağı vardır. Kalbi kontrolden çıkaran, beynin biriktirdiği anılardır, hafızadır. Beyin unuttursa bütün o yaşananları, onu hatırlatanları kalp unutacaktır da, beyin sürekli filmi başa sarıp duruyordur. Ne yaparsanız yapın, unutamazsınız.

Hiç kimse, hiçbir alışkanlık, hiçbir ev, semt veya şehir değişikliği, hiçbir yeni tanıdık, hiçbir yeni ilişki unutturamıyordur.

Unutamıyorsunuzdur!

Ayrılık bu, başka şeye benzemez. Ölümden beterdir, hatta ölümü aratır çoğu zaman… Çünkü ölüm ile her şey biter de, ayrılık ile hiçbir şey bitmiyordur, bir türlü ayrılamayanlar için.

Hiçbir söz anonim bir türküdeki kadar bu ikisi arasındaki farkı anlatamaz:

“Mundar diye karakışa atmışlar;
Kışla gitmiş, yazla gelmiş ayrılık

Taş etmişler. ummanlara batmışlar;
Gebermemiş, hazla gelmiş ayrılık

Cümle alem kaşlarını çatmışlar;
Aldırmamış, nazla gelmiş ayrılık

Ağulamış, üstüne bal katmışlar;
Sessiz gitmiş, sözle gelmiş ayrılık

Üzerine para sayıp satmışlar;
Dulla gitmiş, kızla gelmiş ayrılık

Kaderdeymiş, istemeden tatmışlar;
Gittiğinden hızla gelmiş ayrılık

Ölüm ile ayrılığı tartmışlar;
Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık”

Sonuç olarak, o size Esmeray’ın “Unutama Beni” şarkısını armağan eder; siz de ona Zeki Müren’den şu şarkıyı yollarsınız:

“Ne ben seni unutabildim,

Ne bu derdimi uyutabildim

Ne bu gönlümü avutabildim.

Unutamam seni, unutamam seni

Unutamam seni, unutamam”

Unutma acısı, unutamama sancısı yaşamayacağınız, ayrılıksız bir hayat diliyorum.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

6 Kasım 2014, İstanbul

Kimdi Giden,Kimdir Kalan… Giden Mi Suçlu Her zaman?

Kimdi Giden,Kimdir Kalan… Giden Mi Suçlu Her zaman?

Ne duyarsanız hayatınız değişir? Bir yalan, kendi sessizliğiniz, vicdan azabı, içli bir şarkı? Neyi duymazsanız hayatta kalırsınız ya da? Duyduğunuz için pişman olduklarınız, söylediğiniz için pişman olduklarınızdan çok mu? Kalbiniz bazen sorunun cevabını bulamaz ya, cevap gerçekten yok mu?

Uyursunuz, uyanırsınız… Düşündükleriniz sapasağlam aklınızdadır hala… Bildiklerinize içinizden gelen cümleler eklersiniz. İçinizi döktüğünüz için rahatlayacaksınızdır, olmaz…. İnsanlar nasıl sır saklıyorlardır acaba? Sırlar neden hep öldürücüdür, iyi bir sır neden yoktur hayatta… Herkes kalbini bir kenara koyup yine rahat uyur o gece, bir tek siz uyanıp durursunuz…

Vicdanınızın sesini duyarsınız…

Bir aşk nasıl biter diye düşünürsünüz… Biri bitmesi için hep bir hata mı yapardı? Bir çift göz, sonunda bir başka çiftle bu kadar kolay mı yer değiştirirdi…

Nedeni ya da sorumlusu kim olursa olsun, bir başka yeredir artık yolculuğunuz… Yanınıza alacaklarınızı hiç düşünmemişsinizdir daha önce… Hiç gelmeyeceği düşünülen bir gün için plan da yapmamışsınızdır… En iyisi bir şey almamaktır yanınıza… Her söz, her hatırlanan dokunuş, adım attıkça ağırlaşırdı eğer insan uzağa yürüyorsa… Öyle yaparsınız ve almazsınız siz de… Kapıdan çıkarken radyodaki şarkıyı yeniden duymaya başlarsınız:

“Bir rüzgardır gelir geçer sanmıştım

Meğer başımda esen kasırgaymış”

Bir şarkıyla tüm o sesler susar…

Kapadığınız kapının sesini duyarsınız…

“Zorla elinizde tuttuğunuz şeyler mutlaka ölür” diyor filmin kahramanı!

Sırf bu yüzden, bazen bütün öncelikler değişir. En öndekilerin yeri de… Onu unutmak için, onun değil artık kendi kalbinizin ihanetini bekleyen bir yalnızsınızdır işte..

Ses yalanı örtüp, yalan sesi yırtıyorsa… Ya da bir zamanlar güldüğünüz her şey, artık hatırladığınızda sizi ağlatıyorsa…

Gerçektir elinizdeki veda.

Elveda…

Bilimsel gerçekler var hayatta… Vücut bir parçasını kaybettiğinde, neyi kaybetmişse onun hala var olduğunu sanıp, hayalet ağrısını çekmeye devam ediyor… Beyin iletişimde olduğunu yitirdikten sonra bile yitirmemek için direniyor… Bir şey yok olduktan sonra da, ona ait alt algılar ısrarla devam ediyor… Varmış gibi yapıyor… İnsan aşık olduğunda da böyle işte: çok seven, gittikten sonra bile sevdiğini uzun zaman yanında tutuyor, kaybolmasına izin vermiyor… Yanında görmek istediğini, yerinde görmek istiyor her şeye rağmen… Biri terk ettiğinde, severken iki kalp taşıyanların hayalet ağrıları da bu yüzden dinmek bilmiyor…

Siz, elinizde bir başkasının elini tutmaya meyilli bir veda taşıyorsunuz her seferinde… O vedayla sarılıyorsunuz birine, o vedayla işliyorsunuz sevgilinin adını, kalbin yerine teninize… Ne var ki yine o veda ayırıyor sevmek için gelmiş bir bakışla yollarınızı…

İşte o yüzden, giden suçlu değildir her zaman!

“Her geçen gün bir parça daha
Aldı götürdü bizden…
Aynı kalmıyordu hiçbir şey,
Değişiyordu kendiliğinden.

Artık çözülmüştü ellerimiz…
Artık bölünmüştü yüreğimiz…
Birimiz söylemeliydi bunu
Ötekini incitmeden…

Kimdi giden, kimdi kalan?
Giden mi suçludur her zaman?
Ne zaman başlar ayrılıklar,
Dostluklar biter ne zaman?”

Kimdi giden, kimdi kalan..?
Aslında giden değil,
Kalandır terk eden
Giden de bu yüzden gitmiştir zaten”

Saygılarımla…

Nejat Gümüş

19 Kasım 2014, Malatya

Soğukoluk:Cehennemden Cennete…

Soğukoluk:Cehennemden Cennete…

Bir iş gezisi için İskenderun’dayım ve biraz dolaşmak için küçük bir fırsat, küçük bir zaman yakaladım… “Soğukoluk’a gidin, cennet gibi bir yer” dediler…

Soğukoluk?.. Hafızamda böyle bir isim var. Ama orayı ben cehennem diye hatırlıyorum.

Yeni kuşak bilmez elbette. Ama yaşı 30-35’i geçenler için Soğukoluk sözü geçince bir rezillik merkezi gelir akıllara. O günlerin jargonuyla “Beyaz Kadın Ticareti”nin, seks köleliği, uyuşturucu, dayak ve işkencenin yani fuhuş batağının odaklaştığı bir merkezdi orası.

Oysa Soğukoluk, zümrüt yeşili bir tepede, çam ormanları arasında, mis kokulu havası, buz gibi sularıyla ünlü bir sayfiye yöresiymiş. Çok yıllar öncesi Jozef Ayvazyan adlı bir Ermeni yurttaşımız Antakya Belen ilçesi yakınlarındaki bu yaylayı çok beğenmiş; oraya koca bir otel yaptırmış. Avanos Dağları’nın kucağındaki bu yaylanın yolları o kadar bozukmuş ki araç giremediği için katırlarla taşınmış inşaat malzemeleri. Sonra oraya Müzeyyen Senar dahil pek çok ünlü şarkıcı, türkücü, sahne insanı gelip, sanat icra emiş. Böylece popülaritesi artan bölgeye birkaç zengin yatırımcı daha gelmiş; hemen yanı başına yine büyük, görkemli, lüks oteller yaptırmış. Sonrasında ise Hatay’ın en zengin en seçkin kişilerinin eğlenmeye geldiği bu bölgenin rantı bazı gayrı meşru tiplerin de iştahını kabartmaya başlamış…

Bir süre sonra pıtrak gibi çoğalan niteliksiz, derme çatma gazinolar, otel müsveddeleri kondurulmuş oralara. O köhne binaların altlarına da muhtemel bir baskın sırasında fuhuşa zorlanan kızları saklamak için mahzenler, labirent dehlizler ile fuhuş odaları da yaptırılmış. Böylece seks köleliğine adım attırılan genç kızların ilk durağı olmuş Soğukoluk… Nice ocaklar sönmüş, nice ölümler, intiharlar yaşanmış… Fuhuş bataklıklarının hemen yanı başındaki köyde yaşayanlar uzun yıllar çaresiz ve sessizce izlemiş bu rezil tabloyu. Artık Soğukoluk, sadece Türkiye’de değil dünyada tanınan bir fuhuş üssü olmuş.

Soğukoluk batakhanelerinde bambaşka bir gerçek varmış. Soğukoluk baronları, altlarına son model Amerikan arabalarını verdikleri şık giyimli, bol para harcayan yakışıklı “jokey”leri İstanbul varoşlarında dolaştırıyor, bunların varoş kızlarıyla gönül bağı kurmalarından sonra, meşrubatlarına uyku ilacı koydurarak, Solukoluk’a kaçırtıyorlarmış. Ve artık öyle güçlü bir inanış varmış ki, buraya düşen bir daha kurtulamazmış… Başkaldıran kızlar falakaya, işkenceye çekiliyormuş.

Baronlar, küçük kızların yaşlarını büyük gösterebilmek için Nüfus İdaresi’ni, Emniyet’i, Jandarma’yı parayla bağlamışlar. Diyelim ki “jokey”ler bir kız getirdiler. Hemen söz konusu kurumlardaki adamları devreye giriyor, resmi işlemler hızla yapılarak kurbanın yaşı büyütülüyormuş. Bununla da yetinilmiyor, sanki yıllardır şarkıcı – konsomatris olarak çalışıyormuş gibi, sahte belgeler de düzenleniyormuş… Hatta Soğukoluk’tan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne kadar uzayan bir menfafat ağı kurulmuş.. Müdavim müşteriler arasında Ortadoğu’nun petrol zenginleri başı çekiyormuş. İddia ediliyor ki, bugün burada kazı yapılsa toplu mezarlar çıkarmış…

Ne zaman bir ihbar olsa da jandarma operasyona gitse, elleri boş dönüyorlarmış… Çünkü İskenderun’da şalterler ayarlanmış, iki defa indirip kaldırıyorlar, böylece Soğukoluk’a “toparlanın, geliyorlar” mesajı veriliyormuş… Sinyal alınınca kızlar o gizli yerlere saklanıyormuş.

Soğukoluk gerçeği ve orada yıllarca işlenen insanlık suçları, Türkiye’nin hafızasına mıh gibi yerleşti. 12 Eylül İhtilalinden sonra yapılan operasyonlarla orada dalgalanan kanunsuzluk bayrağı bir daha hiç çekilmemek üzere indirildi. Fuhuş yuvası olarak kullanılan batakhaneler, sosyal amaçlı tesisler haline getirilmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmiş. Bakanlık da bunları öğretmenler için tatil ve dinlenme tesislerine dönüştürmüş.

Geçmişin kara izlerini silen Soğukoluk, şimdi ise ‘elit’ ailelerin kümelendiği, villalar, malikaneler diktiği harikulade bir dinlence yaylası.

Çok okuyan mı, çok gezen mi?… Gezmenin şöyle bir artısı var ki, insan kendi gözleriyle, kendi duyularıyla şahit oluyor. Hissediyor, adeta o dönemi yaşıyor. O labirent gibi dehlizleri, saklanma odalarını görünce kanım çekildi. Ne hayatlar umudu ve ne yaşayacağı günlerin planları olan o gencecik yavruların yaşadıklarını anlamak için kadın olmak gerekmiyor. Kız çocuğunuzun olması, annenizin, kızkardeşinizin, eşinizin olması da gerekmiyor. İnsansanız eğer, hayata, iyiliğe dair değerler taşıyorsanız… Ve vicdanınız varsa eğer, insanlığınızdan utanıyorsunuz. O minnacık kadınlarımızın yaşadıklarını düşününce aklıma Nazım geldi:

“Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız…”

Soğukoluk burası… Cenneti ve cehennemi koyun koyuna yaşamış, yaşatmış. Pek çok yer, pek çok insan gibi… Bilirsiniz işte, bir iyilik vardır; bir de kötülük. Bir cennet vardır, bir de cehennem. Kardeştir bunlar aslında. Habil ile Kabil gibi… Hangisi mi kazanır?

Bir Kızılderili hikayesinde anlatıldığı üzere; adamın iki köpeği varmış. Birisi kara (kötülük), birisi beyaz (iyilik)… Torunu sormuş “Dedeciğim, ikisini kavga ettirsek hangisi kazanır?” Bilge Kızılderili şöyle cevap vermiş: “Hangisini daha iyi beslersek, o kazanır.”

Daima iyiliklerin ve iyilerin kazanacağı bir dünya diliyorum.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

1 Aralık 2014, İskenderun

Yiğit.Yürekli.Yılmaz.

Yiğit.Yürekli.Yılmaz.

Yine iş seyahatindeyim. Bu kez Adana, Yumurtalık…. Bir Adana yazısı yazmalı. Adana’ya dair.

Sahi Adana’nın neyi meşhurdu? Kebap, şalgam, şırdan, aşlama, bıcı bıcı. İlk akla gelenler bunlarmış. Yok yok, bunları memleketin en iyi yemek yazarları yazıyor zaten. Bilmeyen kalmadı.

Başka? Yılmaz Güney’i.

Tamam. Sinemacı Yılmaz Güney’i sinema yazarlarına bırakıyorum, ben size çocukluğumun kahramanı Yılmaz Güney’i yazayım en iyisi.

Sinema çocuklarıydık biz… Yazlık ve kışlık sinemaların, gazoz ve çekirdek eşliğinde herkesin kendi hayatlarından uzaklaşıp hayallerine daldığı, dünyayı masalsı ve iyilik dolu görmeye başladığı yıllardı. O zamanlar bir star sistemi vardı ve filmlere değil, filmin başrol oyuncularına bakarak sinemaya gidilirdi. Belgin Doruk, Neriman Köksal, Türkan Şoray, Filiz Akın, Ayhan Işık, Muhterem Nur, Sadri Alışık ve hatta Öztürk Serengil ve diğerleriydi sinema gişesindeki uzun kuyrukların sebepleri…

Herkesin bir starı vardı, şimdiki tabirle “idol”ü. Herkes birine daha fazla hayrandı, onun gibi olmak isterdi. Kızlar Türkan Şoray gibi göz kırpar, Hülya Koçyiğit gibi koşar, Fatma Girik gibi öfkesini gösterir, Filiz Akın gibi neşe saçardı. Sadri Alışık gibi içli, Muhterem Nur gibi dertli, Öztürk Serengil gibi muzipti.

Benim starım da Yılmaz Güney’di.

Oysa Yılmaz Güney, ne Ediz Hun kadar romantik, ne Cüneyt Arkın kadar havalı, ne Ayhan Işık kadar yakışıklıydı. Ama daha samimi gelirdi bana. Ötekilerin güzellikle elde etmeye çalıştığını Yılmaz Güney iyilikle ve savaşarak elde ediyordu.

Aslında Yılmaz Güney’i yalnız benim gözümde değil, herkesin gönlünde zirveye taşıyan da sanırım buydu. Sahiciydi. Ve üstelik sıradan bir insanın kazanması, tercih edilmesi herkese iyi geliyordu.

Türk Sinemasının parladığı yıllar, Türkiye’nin kabuk değiştirmeye başladığı yıllardır… Bir taraftan masal tadında melodramları, salon filmleriyle ihtişamlı hayatları, zengin kız – fakir oğlan aşkının hayal de olsa güzel sonlu konuları film yapıyorlardı; ama öte yandan yaşanmış gerçek hikayeleri de “toplumsal gerçekçilik” sınıfında filme aktarıyorlardı. Köy filmleri furyası ağalığın, fakirliğin Türkiye profilini çıkarıyordu.

Sonra 1960’lı yıllarda patlayan gecekondulaşma, büyük şehirlere tutunmaya çalışan yoksul insanlar, kenar mahalle hayatları, acılı sonları başlamıştı.

Yılmaz Güney, “beyaz zenciler” denilen ezilmiş insanların temsilcisiydi. Çoğunlukla işçiydi, köylüydü, fakirdi, kimsesizdi. Ama ezilmeye karşı direniyor, sömürülmeye karşı başkaldırıyor, kötülüğe karşı yüreğiyle, bileğiyle iyiliği temsil ediyordu.

Yılmaz Güney, Adana’da büyür, üniversite okumak için İstanbul’a gelir. Atıf Yılmaz ile tanışması sinemaya girmesine sebep olur. Bir yandan da hikayeler, senaryolar yazar. Sinemaya geçtikten kısa bir süre sonra ezilen, hor görülen Anadolu çocuğunun otoriteye başkaldıran sembolü olur. Kendisine “Çirkin Kral” lakabı verilir. O dönem ilk kez abartısız ve yalın oyunculuk performansıyla dikkat çeker. Hudutların Kanunu, Seyyid Han, Kızılırmak Karakoyun, Umut, Boynu Bükük Öldüler gibi filmler ile ününe ün katar.

Yazdıkları ve fikirleri için birçok kere başı otoriteyle belaya girer, hapis yatar. Ama her defasında sinemaya daha büyük bir başarıyla döner. Bu kez Arkadaş, Acı, Ağıt, Umutsuzlar gibi filmleri hem yazar, hem oynar.

1974 yılında Endişe filmini çekerken Yumurtalık ilçesi hakimini öldürmek suçundan tutuklanır ve mahkum olur. Olaya tanık olanlar Savcı’nın fazla alkollü olduğunu, Yılmaz Güney’e önyargılı davrandığını ve eşine küfür ettiğini söylerler. Yani olayda ağır tahrik bulunduğuna dair tanıklık ederler. Ama bu ifadeler, zaten düşüncelerinden dolayı sistemin gıcık olduğu Yılmaz Güney’i kurtarmaya yetmez.

Sanatçı, hapishanedeyken de yazmaya ve sinemayla ilgilenmeye devam eder. Bu dönemde yazdığı Sürü filmi bir sinema başyapıtı kabul edilir. Ardından gelen Yol filmi, Cannes Film Festivalinde Türkiye’ye büyük ödülü getirir.

Yılmaz Güney, 19 yıl verilen mahkumiyetinin beş yılını yattıktan sonra firar eder ve yurt dışına kaçırılır. Fransa’da yaşayan ve en son Duvar filmini çeken sanatçı, mide kanseri nedeniyle 9 Eylül 1984 yılında hayata veda eder. Paris’e gömülür.

Türk Sinemasının dünyadaki en dikkat çeken ve saygın sinemacısı olarak adını sinema tarihine altın harflerle yazdıran Yılmaz Güney’in aptığı filmler kadar söyledikleri de akıllarda kaldı:

“Ben en azından katilimi tanıyorum. Fakat sen bir gün sevilmediğin bir yürekte, kimvurduya gideceksin.”

“Gülümsüyorum! Çünkü biliyorum ki; gülümsemek dostlarıma karşı sunduğum en iyi ikram, düşmanlarıma karşı en asil darbedir.”

“Babam dünyanın en güçlü adamıydı. Bir ekmeği hepimize bölebiliyordu. “

“Bir köpeğin dostluğu, bir dostun köpekliğinden iyidir.”

“Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı. Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk.”

“Ben kimsenin canını yakmadım; onlar benim ateş olduğumu bile bile geldiler.”

“En zor, en imkansız zamanda dahi başarıya gitmenin tek yolu çalışmaktır.”

“Bazen bir yumrukta yıkacak kadar güçlü, bazen bir serçe kadar güçsüzsem, bir nedeni vardır.”

“Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım. “

“Biz önceden küçük şeylerle mutlu olan insanlardık. Sonra aklımıza sevda diye bir şey soktular, toparlanamadık.”

“İnsanı yaşatan içimizdeki hayat böceğidir. O ölürse hayatımızın da tadı biter.”

“Her şeye rağmen düşmana inat yaşayacağız. Yarın bizim çünkü… Biz öleceğiz ama çocuklarımız bırakacağımız mirası taşıyacaklar yüreklerinde… Ve onların yürekleri bizim altında ezildiğimiz korkuları taşımayacak.“

“Bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş / Bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş…”

“Biz de bilirdik sevgiliye karanfil almasını, lâkin aç idik, yedik karanfil parasını.”

“Unutmak zaman ister demiştim, yanılmışım… Zaman değil yürek istiyormuş… O da sende kaldı.”

“Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması.”

…………………………………………………..

Şimdi, aradan bunca zaman geçmişken, aklıma Yılmaz Güney nerden takıldı bilmiyorum… Adanalı oluşu muydu, şu an caddesinde dolaştığım Yumurtalık ilçesinde kaderinin yazılması mıydı bilmiyorum…

Bildiğim bir şey var ki, galiba çocukluğumuz tanışıyordu…

Bu benim çocukluk anım:

“Asgari ücretle bir iş bulmuştu babam ve bizim için yeni ve sıkıntılı bir hayat başlıyordu İstanbul’da. Gültepe’de zemin altı, tek odalı evimizde rutubete karşı da direnmeye çalışıyorduk. Gültepe’den Şişli’ye kadar yokuş yukarı o upuzun yolu, altı delik ayakkabıyla her seferinde yürüyerek geçiyordum. Otobüse binmem ancak yıllar sonra mümkün olabilmişti.”

Bu da Yılmaz Güney’in çocukluğuna ilişkin anlattığı:

“Benim oturduğum mahallenin yolları çamurluydu, boyalı ayakkabı giysem bile, o yollardan geçtikten sonra çamurlanmamaları mümkün değildi. Hayatım da böyle..”

İnsan şu hayatta en çok kendine benzeyeni arar ve kendini bulduğuna güvenirmiş…

Hepsi bu.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

Adana, 2 Aralık 2014

Cennet Anaların Ayağı Altında.Peki Ya Cehennem?…

Cennet Anaların Ayağı Altında.Peki Ya Cehennem?…

Analarımızı cennetin baş köşesine layık görürüz de, her biri bir başkasının annesi olan ya da olacak olan; ya da bir annenin doğurduğu kadınlarımıza cehennem azabı yaşatırız.

Bu ne yaman bir çelişkidir!..

Oysa biz değil miyiz kadınlar olmadan yaşayamayan? Gömleğimizin sökülen düğmesini bile dikmeyi beceremeyen? Hem severiz hem döveriz. Çok severiz, başkasına yar etmemek için öldürürüz. Patrona kızarız, acısını kadınımızdan çıkarırız. Parasızlığın öfkesini ondan alırız. Takımımız yenilir, yenilmişliği kadına yansıtırız. Men ederiz, yasaklarız. Yok sayarız, ciddiye almayız. Önemsemeyiz, güvenmeyiz, bekçiliğini de biz yaparız. Hesap sorarız, takip ederiz, kuşku duyarız. Namusundan onu değil kendimizi sorumlu tutarız. Namus cinayetleri işleriz. Ölürüz, öldürürüz. Hapis yatarız. Yani kaderleri elimizdedir. Biz iyiysek cenneti yaşatırız, kötüysek cehennemi.

İşte kendi ellerimizle kurduğumuz bir cehennem: Soğukoluk.

Bugün, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olan bugün, bu yazıyı bir kez daha paylaşmak istedim. İstedim ki, bir demet çiçek ile, bir hediye ile günü kurtarmak ve hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam etmek yerine, dünyada en çok kadına yönelik şiddetin, cinayetlerin olduğu ülkemde neler yaptığımızı, nasıl bir dünya kurduğumuzu bir kez daha hatırlayalım.

İsterim ki, bu yazıyı kadınlardan çok erkekler okusun. Okusun ve dünyayı değiştirmeye, önce kendinden, sonra ailesinden ve yakın çevresinden başlasın.

Hayatımızın yarısı, hatta tamamı, merkezi olan kadınların, en az bizim kadar yaşama ve saygı duyulma hakkının olduğunu düşündüğümüz zaman dünya gerçekten daha güzel olacak.

Yeni kuşak bilmez elbette. Ama yaşı 30-35’i geçenler için Soğukoluk sözü geçince bir rezillik merkezi gelir akıllara. O günlerin jargonuyla “Beyaz Kadın Ticareti”nin, seks köleliği, uyuşturucu, dayak ve işkencenin yani fuhuş batağının odaklaştığı bir merkezdi orası.

Oysa Soğukoluk, zümrüt yeşili bir tepede, çam ormanları arasında, mis kokulu havası, buz gibi sularıyla ünlü bir sayfiye yöresiymiş. Çok yıllar öncesi Jozef Ayvazyan adlı bir Ermeni yurttaşımız Antakya Belen ilçesi yakınlarındaki bu yaylayı çok beğenmiş; oraya koca bir otel yaptırmış. Avanos Dağları’nın kucağındaki bu yaylanın yolları o kadar bozukmuş ki araç giremediği için katırlarla taşınmış inşaat malzemeleri. Sonra oraya Müzeyyen Senar dahil pek çok ünlü şarkıcı, türkücü, sahne insanı gelip, sanat icra emiş. Böylece popülaritesi artan bölgeye birkaç zengin yatırımcı daha gelmiş; hemen yanı başına yine büyük, görkemli, lüks oteller yaptırmış. Sonrasında ise Hatay’ın en zengin en seçkin kişilerinin eğlenmeye geldiği bu bölgenin rantı bazı gayrı meşru tiplerin de iştahını kabartmaya başlamış…

Bir süre sonra pıtrak gibi çoğalan niteliksiz, derme çatma gazinolar, otel müsveddeleri kondurulmuş oralara. O köhne binaların altlarına da muhtemel bir baskın sırasında fuhuşa zorlanan kızları saklamak için mahzenler, labirent dehlizler ile fuhuş odaları da yaptırılmış. Böylece seks köleliğine adım attırılan genç kızların ilk durağı olmuş Soğukoluk… Nice ocaklar sönmüş, nice ölümler, intiharlar yaşanmış… Fuhuş bataklıklarının hemen yanı başındaki köyde yaşayanlar uzun yıllar çaresiz ve sessizce izlemiş bu rezil tabloyu. Artık Soğukoluk, sadece Türkiye’de değil dünyada tanınan bir fuhuş üssü olmuş.

Soğukoluk batakhanelerinde bambaşka bir gerçek varmış. Soğukoluk baronları, altlarına son model Amerikan arabalarını verdikleri şık giyimli, bol para harcayan yakışıklı “jokey”leri İstanbul varoşlarında dolaştırıyor, bunların varoş kızlarıyla gönül bağı kurmalarından sonra, meşrubatlarına uyku ilacı koydurarak, Solukoluk’a kaçırtıyorlarmış. Ve artık öyle güçlü bir inanış varmış ki, buraya düşen bir daha kurtulamazmış… Başkaldıran kızlar falakaya, işkenceye çekiliyormuş.

Baronlar, küçük kızların yaşlarını büyük gösterebilmek için Nüfus İdaresi’ni, Emniyet’i, Jandarma’yı parayla bağlamışlar. Diyelim ki “jokey”ler bir kız getirdiler. Hemen söz konusu kurumlardaki adamları devreye giriyor, resmi işlemler hızla yapılarak kurbanın yaşı büyütülüyormuş. Bununla da yetinilmiyor, sanki yıllardır şarkıcı – konsomatris olarak çalışıyormuş gibi, sahte belgeler de düzenleniyormuş… Hatta Soğukoluk’tan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne kadar uzayan bir menfafat ağı kurulmuş.. Müdavim müşteriler arasında Ortadoğu’nun petrol zenginleri başı çekiyormuş. İddia ediliyor ki, bugün burada kazı yapılsa toplu mezarlar çıkarmış…

Ne zaman bir ihbar olsa da jandarma operasyona gitse, elleri boş dönüyorlarmış… Çünkü İskenderun’da şalterler ayarlanmış, iki defa indirip kaldırıyorlar, böylece Soğukoluk’a “toparlanın, geliyorlar” mesajı veriliyormuş… Sinyal alınınca kızlar o gizli yerlere saklanıyormuş.

Soğukoluk gerçeği ve orada yıllarca işlenen insanlık suçları, Türkiye’nin hafızasına mıh gibi yerleşti. 12 Eylül İhtilalinden sonra yapılan operasyonlarla orada dalgalanan kanunsuzluk bayrağı bir daha hiç çekilmemek üzere indirildi. Fuhuş yuvası olarak kullanılan batakhaneler, sosyal amaçlı tesisler haline getirilmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmiş. Bakanlık da bunları öğretmenler için tatil ve dinlenme tesislerine dönüştürmüş.

Geçmişin kara izlerini silen Soğukoluk, şimdi ise ‘elit’ ailelerin kümelendiği, villalar, malikaneler diktiği harikulade bir dinlence yaylası.

Çok okuyan mı, çok gezen mi?… Gezmenin şöyle bir artısı var ki, insan kendi gözleriyle, kendi duyularıyla şahit oluyor. Hissediyor, adeta o dönemi yaşıyor. O labirent gibi dehlizleri, saklanma odalarını görünce kanım çekildi. Ne hayatlar umudu ve ne yaşayacağı günlerin planları olan o gencecik yavruların yaşadıklarını anlamak için kadın olmak gerekmiyor. Kız çocuğunuzun olması, annenizin, kızkardeşinizin, eşinizin olması da gerekmiyor. İnsansanız eğer, hayata, iyiliğe dair değerler taşıyorsanız… Ve vicdanınız varsa eğer, insanlığınızdan utanıyorsunuz. O minnacık kadınlarımızın yaşadıklarını düşününce aklıma Nazım geldi:

“Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız…”

Soğukoluk burası… Cenneti ve cehennemi koyun koyuna yaşamış, yaşatmış. Pek çok yer, pek çok insan gibi… Bilirsiniz işte, bir iyilik vardır; bir de kötülük. Bir cennet vardır, bir de cehennem. Kardeştir bunlar aslında. Habil ile Kabil gibi… Hangisi mi kazanır?

Bir Kızılderili hikayesinde anlatıldığı üzere; adamın iki köpeği varmış. Birisi kara (kötülük), birisi beyaz (iyilik)… Torunu sormuş “Dedeciğim, ikisini kavga ettirsek hangisi kazanır?” Bilge Kızılderili şöyle cevap vermiş: “Hangisini daha iyi beslersek, o kazanır.”

Daima iyiliklerin ve iyilerin kazanacağı bir dünya diliyorum.

Dünya Kadınlar Günü’nüz kutlu olsun.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

8 Mart 2015, İskenderun

Beyoğlu,Bir Beyin Oğlu.

Beyoğlu,Bir Beyin Oğlu.

Yolu İstanbul’a düşen ama Beyoğlu’na ayak basmayan tek, ama bir tek kişi var mıdır dünyada? Çünkü Türkiye demek İstanbul demekse, İstanbul demek de Beyoğlu demektir.

Denir ki, İstanbul’a bir kuş konmuş. Beşiktaş yakalamış. Ortaköy kanatlarını yolmuş. Kadıköy pişirmiş. Karaköy yemiş. O sırada gasptan dönen Beyoğlu, “Hani bana, hani bana!” demiş… Sonra Beyoğlu, kuştan arta kalanlarla sokak çocuklarını, sokak ayyaşlarını, sokak delilerini ve sokak sevgililerini doyurmuş… Hikaye bu ya!

İstanbul’un en eski yerleşim yerlerinden biri olan Beyoğlu, her dönem gözde olmuş. Önceleri çoğunlukla gayrimüslimlerin yaşadığı yer olarak Pera adıyla bilinen Beyoğlu, sanatın, kültürün, eğlence hayatının da merkeziymiş… Sinemalar, tiyatrolar, en nezih restoranlar, en Avrupalı mağazalar burada bulunurmuş. Türk Sineması demek olan Yeşilçam da burada yeşermiş, burada büyümüş, efsaneleşmiş.

Bir zamanlar artist görmek için Beyoğlu’na akın edenler Cahide Sonku, Ayhan Işık, Sadri Alışık, Muhterem Nur, Belgin Doruk gibi starlara denk gelebilme hayallerini bugün yitirseler de, Ayhan Işık Sokağında bir kafede oturup geleceklerine fal baktırıyorlar…

1960 sonrası yaşanan yoğun iç göçler bir yandan, azınlıkların ülkeyi terk etmesi bir yandan bu semtin çehresini yavaş yavaş değiştirmeye başlamış. Beyoğlu yine gözdeymiş ama şiddetli yapısal değişiklikler göstererek adeta kimlik bunalımı yaşamaya başlamış.

Öyle ki, Beyoğlu’nun ana arteri İstiklal Caddesi başka bir hayatı yansıtırken, arka sokaklarda bambaşka hayatlar yaşanmış. Evet bu tanım boşuna değil, Beyoğlu İstanbul’un kalbiyse, İstiklal Caddesi de bu kalbi besleyen atardamarıdır. Haftanın her saati, her günü, özellikle de hafta sonları koca bir kentin bir yudum hayat tadı almaya, oksijenlenmeye geldikleri bu ana arter, bu atardamar, gecenin bitimiyle kanlanan, canlanan bu insan kalabalığını şehrin diğer uzuvlarına kanlarını değiştirerek geri pompalar. İstanbul’a oksijen veren Beyoğlu’na bu oksijen gözyaşı olarak geri döner. Yüksekkaldırımlar’dan ikinci evlerine dönmekte olan umutsuz hayat kadınları bu gözyaşlarında boğulurlar…

Kalabalıktır Beyoğlu. Günde 1 milyon kişinin uğradığı dev bir kalabalık. Sırf sinema, tiyatro, bar, gece kulübü, restoran olarak bile 15 milyon İstanbulluyu, artı dışarıdan gelen yerli/yabancı tüm konukları ağırlayabilecek bir kapasiteye sahiptir. Ama çok yalnızdır aynı zamanda Beyoğlu… Ayakta duramayacak kadar sarhoş oldukları için birbirlerine omuz vermiştir üçüncü sınıf oteller. Okuma yazma bilmeyen kaçamakların yapıldığı küçücük odalarda, küf kokan, rutubetten sırılsıklam yataklarda kim bilir kimler hangi masum, gözyaşartıcı sonuçlar taşıyan, kristalize rüyaları görme cesaretini gösterirler? Kirli tuvaletlerdeki kırık aynalarda “ayna, ayna, söyle bana, bu dünyada en yalnız kim” sorusuna “sen” yanıtını almak hiç de zor değildir. Beyoğlu’nun bu otellerinde oda servisine Azrail bakar. Pencerelerinden Osmanlı İmparatorluğu seyredilir. Kavuk, savrulur. Dev bir örümcek, marka mağazaların çatısına oturur. Sinemalar, tiyatrolar cayır cayır yanar.

Havalıdır Beyoğlu. Tarihi ihtişamını sık sık yüzüne vurur insanın. Eşsiz mimariye sahip binaları, kiliseleri, okulları soylu bir geçmişin izlerini taşır. Aristokrat duruşu vardır. Belki de bu yüzden Beyoğlu denmiştir, Pera’ya. Bey Oğlu’dur mutlaka… Sanat, kültür, eğlence, yaşam kültürü benden sorulur, ne çok şey gördüm, yaşadım der gibidir. Ama arka sokaklarında büyüyen yoksunluk, gizlenecek bir delik bulamamıştır artık, “abi bir ekmek parası”, “abla karnım aç” dışavurumuna dönüşmüştür. Tutar ya da tutmaz, bu alışılmış, ezberlenmiş replikler her gün tekrar eder onlarca kişinin ağzından…

Malını peşin satan tüccar gibidir Beyoğlu. Kimsenin orada kredisi yoktur, çünkü kimseyi hatırlamaz. Haklı da, bu kadar insan, gelen/geçen nasıl akılda tutulsun ki!.. O yüzden paranız kadar alırsınız Beyoğlu’ndan; kiminiz The Marmara’nın roof’undan İstanbul’a tepeden bakar, kimimiz yatacak bedava bir “yer” bakar. Bedava dediğime bakmayın, Beyoğlu bedava bir şey vermez insana, ödetir mutlaka… Parasıyla ya da başka türlü. O bedeli ödetir!..

Değişen Türkiye’nin vitrinidir Beyoğlu, ne varsa hayatta, onu gösterir. Üst düzey bir hayat yaşamak için gelenler ile kaybedecek bir şeyi olmadığı için gelenlerin kesiştiği yerdir. Tutunamayanların son durağıdır… Şöhret olmak için evden kaçanların yerine bugün Beyoğlu’nda evden kaçarak kötü şöhret olanlar egemendir. Yıldızların değil figüranların sözü geçer burada. Hapçısı, esrarcısı, tinercisi, travestisi, fahişesi, magandası, krosu, kimsesiz sokak çocukları en çok burada kabul görür. En azından dışlanmazlar. Çünkü burası sahipsizdir. Kimse sahip çıkmaz, kimse korumaya çalışmaz. Kimse kimseye hesap da sormaz. Kavga, dövüş, kapkaç, sarkıntılık, tacizin en az ceza aldığı yerdir Beyoğlu. Kim demiş ki, bir zamanlar en zarif hanımlar, en kibar beyler, en şık elbiselerini giyip burada gezmişler, eğlenmişler! Kim demiş en terbiyeli insanlar burada yaşarmış, insanlar en terbiyeli hallerini burada gösterirmiş? Terbiye artık ne ki!

Beyoğlu’nda terbiye, bugün ancak çorbacılarda bulunur!

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

23 Mart 2015, İstanbul

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.