Baba Olmak Zor Zanaat…

Baba Olmak Zor Zanaat…

“Anne, gezindiğin bağ; baba, yaslandığın dağ” demişler…

İnsan sırtını kime yaslar? Güvendiği birine. Hayat boyu sırtını kime yaslar? En güvendiğine… Demek ki baba demek, güven demek. Destek olmak demek.

Hah, tam da buyuz işte! Destek olan.

Klasik roller var. Annelerimizin ya da büyükannelerimizin ev kadınlığı yaptığı, dışarıda çalışma işini ise babalara bıraktığı bir kültürden geliyoruz. Yani evi geçindirme sorumluluğu babadadır. Günümüzde her ne kadar kadınlar da artık büyük ölçüde çalışma hayatının içerisine girip eve ekmek getiriyor olsalar da, yine de asıl görev erkeklerde. Kadının çalışmama gibi bir lüksü var, ama erkeğin yok.

İşte bu noktada, erkeğin birinci derecede odaklandığı yer işi oluyor. Evleniyor, barklanıyor, çoluk/çocuk sahibi oluyor ama hayatının merkezinde hep işi var. Çünkü çalışmayan erkeğin kimseye hayrı dokunmuyor. Çünkü işi olmayana eş de vermiyorlar, ev de vermiyorlar.

Belki çok sert olacak ama işin en gerçekçi ifadesi şu olmalı: Erkeğin işi yoksa, onuru da yok.

Eşinden, çocuğundan başlayarak tüm topluma sıçrayan görünmez yargı bu.

Bunun farkında olan adamın psikolojisini bir düşünün. Gazetelerde okuyorsunuzdur, iflas eden işadamı kendini Boğaz’ın serin sularına bıraktı, intihar etti gibi haberleri… Düşünün ki, o noktayı hayatın bitim noktası görüyor. Çünkü böyle sorumluluklarla donatılmış.

Bir de ekonomik hayatın şu tarafına bakalım. Malum, nüfus artışımız çok. Gittikçe işsizler ordusu da çoğalıyor. Böyle bir durumda iş bulmak daha da zorlaşıyor. Bazen biz de firmamız insan kaynakları için ilan veriyoruz; mesela bir makine mühendisi alacağız, en az yüz tane başvuru var. İnsan üzülüyor, dışarıda kalacak olan 99 genç için. Herkesin bir işe ihtiyacı var. Ne diyelim, Allah yardımcıları olsun.

Diyeceğim şu ki, bir kadın anne olduğunu hissettiği an, bebeğini kucağına aldığı an ne hisseder? Mutlaka, yavrusunu emzireceğini, doyuracağını, altını temizleyeceğini, onu nasıl sevgi ve şefkat ile koruyacağını düşünür. İyimserdir. Bu yüzden çocuk ile anne arasında masum ve sevgiye dayalı bir ilişki kurulur.

Ya baba?.. “Müjde, baba oldun” sözü ile birlikte hayatın acımasızlığı, geçim sorunu ve daha bir yığın şey gözlerinin önünden geçer. Onun ihtiyaçlarını layıkıyla karşılayabilecek midir, iyi okullarda okutabilecek midir, iyi bir istikbal verebilecek midir, bisikletini, oyuncağını, bilgisayarını alabilecek midir?.. Endişe ve korkular peş peşe gelir.

Ve o günden sonra baba artık çocuğu ya da çocukları için yaşamaya başlar. Onlar için üretmeye, onlar için azar işitmeye, onlar için mesaiye kalmaya, onlar için evinden, ailesinden, yuvasından günlerce uzak kalmaya…

Yerin yüzlerce metre altında uzun saatlerdir gün ışığından ayrı kalan, zift bir ortam soluyan madenciyi orada tutan çocuklarıdır.

Gece bekçisini herkesin sıcacık yatağında uyuduğu saatlerde o kış ayazına mahkum eden, uykusuz bir geceyi tamamlatan da çocuklarına götürmesi gereken sıcacık bir ekmeğin hayalidir.

Muhasebeciyi milyonluk rakamlar arasında oynarken ve o rakamların binde birini kendine maaş olarak alırken dikkatini dağıtmayan da çocuklarına karşı duyduğu sonsuz sorumluluk duygusunun verdiği güçtür.

Yüzlerce çocuğu hayata hazırlarken, onlara doğruluk ve erdemi öğretirken geçim zorluğu çektiği için durakta abonman, pazarda limon, metro girişinde mendil satan öğretmenin, o sırada bir öğrencisi ya da bir öğrenci velisiyle karşılaştığında kızaran yüzünü tekrar gülümseten de çocuğuna vereceği bir oyuncağı alabilmiş olmasıdır.

Dışarıda ekmek aslanın ağzında ve bu vahşi aslanın midesine uzanan o babanın eli, o canavarla nasıl mücadele eder, nasıl kapar, bunu bilen yok. Baba parayı nasıl kazanır, günü nasıl geçer, neler yaşar bilen yok. İşte bu telaş, yorgunluk ve tükenmişlikten sonra eve gelen babada çoğu zaman ne çocuğunun saçını okşayacak enerji, ne eşine güzel söz edecek moral kalıyor.

Derler ki, “erkek bulur, kadınsa onu güzelleştirir.” Bir de başka bir şey söylemişler: “Erkek dünyayı, kadınsa erkeği parmağında çevirir” diye… Dünyanın insanlık tarihi, uygarlık tarihi de böyle başladı, böyle devam ediyor. Tekerleği icat eden, ateşi bulan insan, bugün baş döndürücü bir hızla teknoji dünyasında takip edemeyeceğimiz hızlı değişimleri sunuyor. Erkek egemen iş dünyasında büyük açılımlar, büyük yatırımlar, büyük transferler var. Dev gibi şirketler kuruluyor, dev gibi ortaklıklar oluşturuluyor. Dünya küçük bir köy oldu, her gün yeni pazarlar arayışındayız. Amerika’da üretilen bir bilgisayar aynı gün elimizde olabiliyor. Daha çok çalışıyor, daha çok üretiyoruz. Neredeyse işkolik olduk, deli gibi çalışıyoruz. Emekli oluyoruz, başka bir işte çalışmaya devam ediyoruz. Çocukları tatile, yazlığa gönderiyoruz, biz yine çalışmaya devam ediyoruz.

Çalış, çalış, çalış!

İşçisinden memuruna, sendikacısından sanayicisine, sanatçısından sporcusuna kadar bütün bu amansız savaş, bütün bu delicesine yarış, bütün bu kazanılan paralar, girilen borçlar, çekilen krediler, heyecanlandıran yatırımlar, yemeyip/giymeyip yapılan tasarruflar, her şey ama her şey onlar için.

Masum bir gülümsemesiyle, “ba-ba” diyen sesiyle içimizi bir anda ısıtan o hayatın muhteşem varlıkları, çocuklarımız için.

Onlara daha iyi bir gelecek bırakmak için.

Bütün kaygımız da, bütün tutkumuz da, bütün korkumuz da, bütün umutlarımız da bunun için.

Bize dünyanın en değerli payesini armağan eden, tüm yaşadıklarımızı katlanılır kılan biricik varlıklarımız, çocuklarımız için.

Babalar Günü’müz kutlu olsun!

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

İstanbul, 12 Haziran 2014

Beni Bu Havalar Mahvetti!…

Beni Bu Havalar Mahvetti!…

“Beni bu güzel havalar mahvetti,

Böyle havada istifa ettim

Evkaftaki memuriyetimden.

Tütüne böyle havada alıştım,

Böyle havada aşık oldum;

Eve ekmekle tuz götürmeyi

Böyle havalarda unuttum.”

Şair Orhan Veli’yi olduğu gibi beni de bu havalar mahvetti…

Havalar bu sıralar tam da İstanbul’dan kaçılacak gibi… Bir memleketi olsa insanın, doğup büyüdüğü… Çocukluğuna tekrar döneceği. Memleketinde bir evi olsa; evin yakınında komşuları, akrabaları. Büyükannesi, dedesi. Arkadaşları. Gazoz aldığı bakkal, kunduralarını boyattığı boyacı, sıcak ekmek aldığı fırın… Herkes orada olsa. Ama en çok da annesi. Annesi mutfakta olsa. Daha içeriye girmeden miss gibi yemek kokuları sarsa etrafı. Karnın da kurtlar gibi aç olsa. Biraz kızarak, ama sevgiyle baksa annen sana. Sarılsan, bir daha bırakmamak üzere. Koklasan… Doya doya.

Yola çıksan sonra. Rüzgara karşı bisikletle yarışsan. Ne terlersin, ne de üşürsün. İşte özgürsündür. Dünya senindir adeta. İşte belki de huzur, belki de mutluluk budur.

Şimdi oralarda olup o sessizlikte, o evlerin arasında bisiklete binmek ne kadar da güzel olurdu. İstanbul’dan uzakta, dertlerden uzakta bir an için özgürleşme, doğanın huzur veren rahatlatıcı kokusunu hissetme… Ne güzel olurdu o eski çocukluğumuzu bulmak, arkadaşlarımızı bulmak, dertler küçülür, amaçlar ise hep büyümek olurdu…

Eskiye ve geriye gitmek ne güzel olurdu. Neden mutluluklar hep geçmişte ya da neden hep geçmişe baktığımızda mutluluklar orada.

Günler gelir geçer, anlar gelir biter. Sonra bir bakmışın ki artık sende eski yerinde değilsin… Belki içimizdeki çocukluğumuzdu bizi sürekli geçmişe baktıran, belki de günümüzün stresli hayatıydı gözlerimizi geçmişe yönlendiren. Günümüzdeki insanların özellikle büyük şehirlerde yaşayan büyük çoğunluğun bunalıma girmesine neden olan işte bunlardan birisidir.

Bizler hep mutluluğu arayıp duruyoruz; çoğunlukla da hep yanlış yerlere bakıyoruz. Ufacık anlık aldatmacalara düşüyoruz.

O kadar çok çalışıyor, o kadar çok iş odaklı yaşıyoruz ki işimizle evleniyor onunla flört eder hale geliyoruz. Kendimize vakit ayırmayı unutuyoruz. Etrafımızdaki güzelliklerin farkına varamıyoruz. Böyle anlarda hep geçmişe bakıyor geçmişte yaşadığımız mutlu dolu anları, arkadaşlıkları, sevgileri arıyoruz. Bu arayış içinde bunlara tekrar sahip olabilmeyi isterken aslında daha da uzaklaşıyoruz kendimizden ve de mutluluklardan.

Kaçımız tek başına doğa yürüyüşüne gitti, kaçımız tek başına denizde kıyıdan yüz metrelerce uzakta yüzdü, kaçımız tek başına bir deniz kıyısında kitap okumayı seçti, ya da kaçımız sevgisini dile getirdi, kaçımız…

Geceleri gökyüzünü izlerim kendi yalnızlığımı daha çok hisseder acizliğimi görürüm. Bazen de gündüzleri bulutları bir şeylere benzetir çocukluğuma dönerim. Akşamüstleri ise çimlere yatar batan güneşi izler güzel günleri getiririm aklıma. Yine gece olur yakamozu izler yaşamı sorgular daha da çok yalnızlaşır, geçmişin hesaplarını yaparken bulurum kendimi. Geçmişime üzülür geleceğimden endişelenirim. Sorgulamalar hiç bitmez hayatımdan, anlam veremem bu dünyanın ve insanın düzenine. Ararım hep yanımda bir dost, bir sevgili. Ama bir bakarım ki dün yanımda olanlar, yok oluvermişler bugünde. Üzülürüm verilen emeklere, bağlanılan umutlara ve hayallere.

Bazen tüm geçmişi ve tüm duyguları geride bırakarak gitmek isterim buralardan…. Sadece anılar yeter bana. Bazen, “Gerçek hayat, gerçek insanlar bunlar değil” diye tüm dünyaya kafa tutmak isterim.

Ve bazen sadece susmak isterim. Sessizliğin tüm soruların cevapları olduğunu bilirim…

Hayat bazen bizi olmak istemediğimiz kişiler olmamız için zorlar durur. Ve bu olduğunda biz genellikle eskiden olduğumuz o küçücük parçaya tutunmaya çalışırız. Belki bir oyuncağa, belki çocukluk anılarımıza, belki bir eşyaya… Küçücük bir yadigâr bize “gerçekte kim olduğumuzu” hatırlatır. Ama şirketleştirilmiş bir dünyanın içine itildikçe ve çevremizi kurtarma hayalimizden uzaklaştıkça o yadigâra daha da sıkı tutunuruz. Ve hiçbir zaman olmak istediğimiz yerde olamayız.

Hayatımızın en mükemmel anlarını ille de kendi elimizle yaratmamız gerekmiyor. Bunlar aynı zamanda bizim başımıza gelenler de olabiliyor. Hayatımızın akıbetini etkilemek için harekete geçemeyiz demiyorum. Harekete geçmemiz gerek ve geçeriz de. Ama şunu unutmamak gerekir ki herhangi bir gün, evden dışarıya adımımızı atarız ve tüm hayatımız sonsuza kadar değişebilir. Yaşamın bir planı vardır çünkü…

Ve o plan sürekli hareket halindedir. Bir kelebek kanatlarını çırpar ve yağmur yağmaya başlar. Korkutucu bir düşünce olsa da aynı zamanda harikadır da. Makinenim tüm o küçük parçaları biz tam olarak olmamız gereken yerde tam olarak olmamız gereken zamanda bulunalım diye sürekli çalışır. Doğru yerde, doğru zamanda. Hayatımızdaki büyük şeylere neden olan bir sürü küçük şey vardır. Tüm o ufak şeylerin bizi götüreceği yeri ve buna ne kadar minnettar kalacağımızı bilseydik eğer yine aynı şimdiki düşünce tarzımızla yaşar mıydık?

Son sözüm; mutluluğun aslında ayrıntılarda ve bardağın dolu kısmında olduğu düşüncesini benimsemeyi bilmeli hayatın aslında istenirse bir oyun parkı olduğunu anlar hale gelmeliyiz. O ayrıntıları aramak, görmek ve stratejilerle oluşmuş insan ilişkilerinden uzaklaşmak dileğiyle…

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

İstanbul, 27 Haziran 2014

“Bir Avuç Kül Oluverdim,Külüm Havaya Savruldu”

“Bir Avuç Kül Oluverdim,Külüm Havaya Savruldu”

“Kapıları çalan benim

Kapıları birer birer,

Gözünüze görünemem

Göze görünmez ölüler.

Saçlarım tutuştu önce

Gözlerim yandı kavruldu,

Bir avuç kül oluverdim

Külüm havaya savruldu.”

Livaneli’nin bu enfes şarkısı öyle derinden etkiler ki beni… Bir insan olarak bile yüreğinizi burkabilen bu şarkı, hele de bir babaysanız daha sarsıcı olabiliyor.

Nazım’ın 1945 yılında Hiroşima’ya atılan atom bombasının tahribatına ilişkin yazdığı bu şiirini tüm dünya biliyor aslında. Bir kız çocuğunun gözünden savaşın acımasızlığı anlatılıyor.

Savaş başka bir zamanın konusu da, aslında kız çocuklarına ilişkin duygularımı paylaşmak istedim. Çünkü son zamanlarda küçük kız çocuklarına ilişkin kötü haberler geliyor. Malum benim de bir kızım var. Her anne baba gibi çocuklarımız, özellikle de kız çocuklarımız hakkında kaygılanmamak imkansız.

Öyle şeyler yaşanıyor, öyle şeyler duyuyoruz ki, güvensizlik korkuya dönüştü.

Oysa yirmi birinci yüzyıldayız. Bilgi çağında. Bir saniyede dünyanın başka bir köşesinde olanı biteni öğrenecek bir dönemde hala bırakın insanları, çocukları bile kız/erkek diye ayırıyor olmak, toplumsal bir utanç meselemiz oluyor. Tacize ve tecavüze, sonrasında da öldürülmelerine giden olayları duyunca kanım çekiliyor.

Nasıl bu hale geldik? Ya da hep böyle miydik?

Oysa daha dün gibiydi, sokaklarda kızlı-erkekli oyunlar oynadığımız. Bilgisayarlarımız yoktu, atarilerimiz yoktu. Oyunları sokakta oynar, arada parklara giderdik. Hava kararıncaya kadar dışarıdaydık. Acıkınca eve girer, çıkar, sonra oyunumuza devam ederdik. Hepimiz kardeştik, kardeş gibiydik. Herkes amcamız, teyzemizdi.

Ne oldu böyle?

Kentleşmenin, büyük kente göçün yarattığı kargaşa, yabancılık ve nemelazımcılık mı başlattı bütün bunları? Neden “biz” ve “başkaları” olduk? Neden başkaları denince aklımıza iyi şeyler gelmiyor? Yalnızca “hepimiz insanız” diye bir temel değere sarılamıyoruz? İnsan olmak yetmiyor mu bize? Bizi yalnızlıktan alıp evrensel bir kalabalığa, bir sahiplenmeye, bir kollanmaya götürmüyor mu?

Afrika’daki açlara, Filipinler’deki sel feleketi yaşayanlara üzülmüyor mu, yardım etmiyor muyuz? Marmara Depreminde tüm dünyanın iyilik elleri üzerimizde değil miydi? Bütün bunlardan çok daha fazla ortak değer varken, aynı dili, aynı dini paylaşıyorken, aynı topraklar üzerinde aynı bayrağın gölgesinde nefes alıyorken bütün bu yaşananlar neyin nesi?

İnsanları böylesine canavarlaştıran nedir ki? Aileler sevgi, saygıyı mı öğretemiyor? Devlet onları çaresizlikten ve suça meyletmekten kurtaracak çözümler mi üretemiyor? İş, okul, sosyal statü mü veremiyor? Din alimleri dini mi iyi anlatamıyor? Yoksa bu kadar insanın içine bu canavarlar, bu cani ruhlar nasıl girdi?

Para mı bu kadar yalnızlaştırdı, bencilleştirdi ve gözünü kararttı insanın acaba? Her şey para için mi? Öyleyse bile bunun çocuklarla ne ilgisi var? Bu başka bir şey olmalı.

Bu toplumun kız çocuğuna, kadına bakışındaki büyük arızaları işaret ediyor. Bu erkek egemenliğindeki az gelişmişliğin, eğitimsizliğin, yanlış bilgilerin, gelenek ve törenin kadını ezen ve suçlayan alışkanlıklarından geliyor.

Kız çocukların okutulmaması ve kadınların çalıştırılmamasını da kapsayan bir dizi engeller var hala. Yani hala erkekler kadınların çocukluktan itibaren bekçiliğini yapıyor ve onları koruma ve kollama görevinin kendilerinin birinci vazifeleri olduğunu düşünüyor. Oysa insanı kadın erkek ayırmadan bir birey olarak gördüğünüzde ve her bireye güvenmeyi öğrendiğinizde hayat sizin yükünüzü de alıyor. Herkes kendi başının çaresine bakabiliyor. Türkiye’de ve dünyada pek çok örneğini görebildiğiniz gibi her konuda ve her alanda kız çocukları birincilikler kazanıyor, başarılı oluyor; kadın sanatçılar, kadın sporcular, kadın bilim adamları ve hatta kadın politikacılar dünyayı değiştirebilecek güce sahip olabiliyor.

Türkiye’de bu konuda muhteşem bir kadın zenginliğine sahip. Nene Hatunların, Halide Ediplerin, Sabiha Gökçenlerin ulusuyuz biz. Yoktan var eden kadınların çocuklarıyız. Boşuna bu endişe, boşuna bu güvensizlik.

Biz kadınlarımızın, kız çocuklarımızın yerine ne kadar çok karar verir, ne kadar az onlara fırsat verirsek, o kadar çok onların gelişimini engellemiş oluruz. İşte asıl o zaman onlara en büyük kötülüğü yapmış oluruz. İnsani değerleri, sevgiyi ve saygıyı öğrettiğimizde aslında dünyayı öğretmiş oluyoruz.

Şunu biliyor ve inanıyorum ki, Türkiye’de erkekleri eğitirsek, kadınları eğitmiş olacağız. Çünkü kadının cahilliği, erkeğin cahilliğinin sonucudur.

Erkeğin kadın ve kızlar üzerindeki ilgisini kendine çekip, kendini geliştirmesi, yetiştirmesi ve en önemlisi de ehlileştirmesi, sorunun çözümü olacaktır.

Nefsinin ehlileştirilmesi, dürtü ve heyecanlarının dizginlenebilmesi toplumsal tehditleri de ortadan kaldıracaktır. Kadını poşete koyup saklamak, gizlemek yerine erkeğin her kadını cinsel obje gibi görmekten vazgeçmesi sorunun gerçek çözümü olacaktır.

Ve en önemlisi erkeğin içindeki birikmiş enerjinin doğru kanallara, doğru ilgi alanlarına; kendine ve topluma yarayacak bir üretim hayatına yansıtılması, hepimizi daha iyi bir geleceğe taşıyacaktır.

Bırakın kadınların namus bekçiliğini yapmayı! Herkes bir başka erkek ya da erkeği için namuslu yaşamıyor, kendi için namuslu olmayı seçiyor. Üstelik namus ve namuslu olmak yalnızca kadınların sorumlu olduğu bir değer değildir. Ve namus yalnızca cinsellikle açıklanabilir bir şey olamaz. Hırsızlık, yolsuzluk, sahtekarlık, yalancılık ve daha pek çok şey var.

Lütfen, sizi dünyaya getiren o muhteşem kadını, annenizi düşünün. Varsa kız kardeşinizi. Varsa kızınızı. Varsa eşinizi, yeğeninizi, kuzeninizi…

Allah’ı düşünün! Peygamber’i, Kur’an’ı!.. Hiç birinde bir başkasına kötülük, hele de korumasızlara, güçsüzlere, çocuklara, kızlara, kadınlara bir kötülük yapılmasını onaylayan tek bir söz bulamazsınız.

Ve onurunuzu, adınızı, ailenizi, geleceğinizi düşünün. Pişman olacak bir hareket yapmayın, insanların hayatlarını karartmayın.

Kız çocuklardan elinizi çekin.

Şeker de yiyebilsinler!..

“Çalıyorum kapınızı

Teyze, amca bir imza ver

Çocuklar öldürülmesin,

Şeker de yiyebilsinler.”

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

10 Temmuz 2014, İstanbul

Menekşe Gözler Hülyalı…

Menekşe Gözler Hülyalı…

Eski fotoğraflara bakmak pek aklıma gelmez ama geçen gün bir çekmeceden eski bir fotoğraf çıktı ve bana geçmişi hatırlattı.

“Vay be, bu ben miymişim!” diye eski formumu düşünüp canımı sıkacaktım ki, can sıkıntısı yerine tatlı bir gurur ile doldum baştan ayağa. Öyle ya, yanımdaki kadın Türkiye’nin değil, dünyanın güzel, üstelik gelmiş geçmiş en güzel kadınlarından birisiydi. Bir erkek için bundan daha havalı bir şey olabilir miydi?..

Kim mi? Hayal gücünüzü zorlayın…

Yok, aklınıza gelmeyecek biliyorum. Peki, “Artist” desem?.. “Kleopatra” desem?… “Liz” desem?.. Belki gene olmayacak. Ya, “Menekşe Gözlü” desem?…

Elizabeth Taylor, elbette…

Geçmiş zamana denk gelen bir tatlı anı, Milano’dan… Elbette ki o dünyanın hayran kaldığı güzel bir sanatçıydı ve ama ben de sonuçta bir Türk erkeğiydim. Liz’i bilmeyen yoktu ama Türk erkeğini bilmeyen de yoktu… Üstelik o bir sinema oyuncusu olabilir ama ben de bir sinema filminde, hem de Ayhan Işık ile oynamıştım. Benim oskar almamam dışında şartlar eşit gibi görünüyordu. 🙂

Şaka kısmı bir yana, Liz Taylor’un çekim alanına girmemek imkansızdı. Daha yanına gelmeden bir bahar esintisi gibi savrulan parfümü başınızı döndürüyordu. Ve sonra sizi yerinize mıhlayan o gözler gerçekten olağanüstüydü. Üstelik yıllar geçtikçe yaşanmışlıkla, akılla daha bir derinleşmiş, dünyanın en ünlü ve zengin erkeklerini peşinden koşturmuş olan bu ünlü kadın daha anlamlı bakmayı öğrenmişti sanki…

Bizim kuşaktaki erkekler iyi bilirler, gençliğimizde kızlar ya Türkan Şoray gibi gözlerini kırpıştırır, ya Hülya Koçyiğit gibi koşar, ya Muhterem Nur gibi öksürürdü. Hollywood sinemasını takip edenlerimiz, daha Avrupa görmüşlerimiz ise saçlarını Audrey Hepburn gibi kestirir, Brigitte Bardot gibi sarıya boyatır, Marilyn Monroe gibi gözlerini kısarak gülerdi.

Erkekler de Ayhan Işık gibi konuşur, Yılmaz Güney gibi sigara içer, Ediz Hun gibi bakardı.

Herkes birini taklit ederdi de, galiba taklit edilemeyen tek yıldız Elizabeth Taylor’du. Çünkü onun en karakteristik özelliği ve diğerlerinden ayrılan yanı gözleriydi. Menekşe rengi gözleri.

Siyah ve kahverengi Türkiye’de en çok bulunan göz renkleri. Yeşile ve maviye az da olsa rastlıyoruz. Ama ben bu yaşıma kadar başka bir kimsede menekşe rengi göz duymadım, görmedim. Bu bakımdan merak ederdik. Çocukluğumuzda televizyonlar siyah-beyaz olduğu için Liz’in gözlerinin rengini göremezdik, ama sinemada denk geldiğimizde ya da renkli mecmualarda dikkatli bakardık.

Aslında ben hiç menekşe göze rastlamadım diyorum ama işin ilginç yanı bizim şarkılarımızda menekşe gözler üzerine yapılmış besteler var. Eğer bestecileri de benim gibi Liz aşığı değilseler, onlar başka bir menekşe gözlüyü tanıma şansına sahip olmuşlar.

“Menekşe gözlerde hiç vefa yokmuş” diyen bir Şekip Ayhan Özışık bestesi var. Bir “Ninni” diye de bilinen ve Müzeyyen Abla’nın çok güzel seslendirdiği “Yine o menekşe gözler aralı” şarkısı var. Bir de Yesari Asım Arsoy bestesi var, “Menekşe gözler hülyalı, bakışları çok manalı / Gönül yakıcı hep o gözler, meğer ezelden sevdalı” diye başlar…

Sinemaya daha on yaşındayken çocuk yıldız olarak bir Lassie filminde başlayan Taylor, 18 yaşına geldiğinde dünyanın tanıdığı bir star olur. Sayısız ilişki, yedi tane evlilik, beş oskar adaylığı, kazanılan iki oskar ödülü, alkol bağımlılığı, hastalıklar, ameliyatlar derken 79 yıla sığdırdığı hayatında tutkuları büyük bir aşkla ve mizahla yaşadı.

O, yirminci yüzyılın en büyük yıldızlarından biriydi.

Gördünüz işte, bir fotoğraf insana neler neler hatırlatıyor!.. Hayat hızla yaşanıyor, an dediğiniz göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçiyor, bir fotoğraf pozu üç saniyede veriliyor ama anlamına kitaplar yazılabiliyor.

Gençliğimde olsaydı fotoğrafın altına belki de şöyle bir not düşerdim: “Elizabeth Taylor’un gözlerini alamadığı Türk”… Eğlenceli de olurdu. Ama şimdi hayat biraz daha nostaljik olmaya başlamışken konuyu biraz daha alaturkalaştırırarak, “Gel etme eyleme, aksi söz söyleme / Beni reddeyleme canım, gülüm” diye bir şarkının sözlerine teslim olurdum.

Üstelik çok büyük başka bir ortak özelliğimiz daha vardı: İkimiz de taş ustası, taş tutkunuyuz.

O, dünyanın en değerli taşı olan elmas tutkunu. 69 ve 34 karatlık elmasların da içinde olduğu çok büyük bir taş koleksiyonu var.

Ben, Kiltaş’a sahibim. Onun elmasları, benim refrakterlerim var. Elmaslara ateş gibi kadınlar dayanamıyor ama refrakterler en güçlü ateşe dayanabiliyor.

Sonrası mı?.. O kendi taşlarına döndü, ben Kiltaş’a… O güzel gözleriyle erkekleri büyülemeye devam etti; ben bir güzel gözlüye gönül verdim, evlendim, kızım oldu… O dünya yıldızı olarak yaşadı ölümüne dek; ben kendi yıldızımı buldum, onunla yaşıyorum.

Yıldızınız parlak olsun.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

31 Temmuz 2014, İstanbul

Böyle Kazanılır Ekmek Parası!…

Böyle Kazanılır Ekmek Parası!…

“Güneşli bir günde

Masmavi göreceğiz Karadeniz’i

Balkaya’dan Kapuz’a kadar,

Karış karış biliriz bu şehri;

EKİ’nin çiçekli bahçeleri,

Rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla;

Paydos saatlerinde yollara dökülen,

Soluk benizli insanlarıyla.

Siyah akar Zonguldak’ın deresi

Yüz karası değil, kömür karası

Böyle kazanılır ekmek parası…”

Türk şiirinin usta kalemi Orhan Veli, memleketimi böyle anlatmıştı… Nasıl yakıcı, nasıl sarsıcı bir şiirdir!.. Ama asıl sarsıcı olanı bu kaderi yaşayanlardı. Yalnızca Zonguldak’ın dereleri değildi siyah akan, insanların gözyaşı da siyah akıyordu. Değiştiremedikleri, değiştiremeyeceklerini düşündükleri kara yazılarının dışa vurumu işte böyle bir şeydi. Her sabah evden vedalaşır gibi ayrılmak öyle ağır gelirdi ki madende çalışanlara; kim bilir belki de daha çocukları uyanmadan kapıdan çıkmayı bu yüzden tercih ediyorlardı…

İnsan günde kaç kez ölümü düşünür? İnsan her sabah ölümün peşinden gider mi? Bu meydan okumaya, bu direnmeye, ama aynı zamanda bu teslim oluşa “ekmek parası” diyorlardı.

Ekmek Parası!

Benim çocukluğumda ekmek parası böyle kazanılırdı. Ölümü göze alış olduğuna göre çok kıymetli bir şey olmalıydı diye düşünürdüm, ekmek parasını…

Hayata erken atılanların dilinde başka türlü söyleniyor bu sözcük. Çocuktum, ayakkabı boyadığım zamanlar. Daha boya sandığının altında zorlandığım yaşlardaydım. Ama hayatın yükünden daha ağır değildi taşıdığım, ya da parasızlıktan, çaresizlikten daha fazla acıtmıyordu canımı. “Boyayalım, parlatalım mı abiler?” diye yanaşıyordum insanlara. İnsan insanın yüzüne bakar, ben ayaklarına bakıyordum, bana iş çıkar mı diye… Ondan sonra bir tanışma, bir sohbet başlıyordu, boya sırasında… Bir yandan işimi özenle yapmaya, alacağım kuruşları hak etmeye çalışıyordum, bir yandan da abilerin, amcaların sorularına cevaplar veriyordum:

– Kaç yaşındasın sen?

– 9 yaşındayım amca

– Okula gidiyor musun peki?

– Gidiyorum.

– Neden boyacılık yapıyorsun öyleyse?

– Ekmek parası…

Tam olarak değildi tabii ki. Ekmek parasının gerçek anlamda ne olduğunu 13-14 yaşlarında apar topar toplanıp şehri terk ettiğimizde, İstanbul’a gelirken bile anlamamıştım. Biz kimden kaçıyorduk, neden kaçıyorduk, evimizi, komşularımızı, arkadaşlarımızı, mazimizi neden bırakıyorduk anlamsız geliyordu her şey… Ben bir şey bilmiyordum, babam biliyordu.

Umudunu yeni bir hayata, yeni bir başlangıca taşımak isteyen babam biliyordu en iyi ekmek parasının ne olduğunu… Çünkü derler ki: “Kadını tüketen yürek yarası, erkeği tüketen ekmek parasıdır.”

Hayatta erken olgunlaştığımı düşünürüm zaman zaman. Erken hayata atılanlar erken olgunlaşıyor. Öldürmeyen acı güçlendiriyor, düşe kalka yürümesini de öğreniyor insan. Aklına yüreğini, yeteneklerine şansını da ekleyince yürüyüş bir maraton koşusuna dönüşüyor, ardınıza bakmadan nefesinizin yettiği sürece koşuyorsunuz.

Ne için? Eve ekmek parası yetiştirmek için.

Belki de bu yüzden ekmek çok kıymetli. Belki bu sebeple ekmek kutsal. Alınterine bulandığı, bedelleri ödendiği, her lokmasında bir mücadele olduğu için…

O yüzden gençlere bu konuda bir çift sözüm var, bir büyükleri olarak… Hani derler ya “ekmek aslanın ağzında” diye… Artık o ekmek aslanın midesine indi. Onu oradan almanız gerekiyor. Üstelik o ekmeğin çok sayıda talibi var. Ekmek kavgası diye bir büyük yarışın içine giriyorsunuz.

Bütün mesele onurunuz ve namusunuzdan ödün vermeden o ekmeği alabilmek. Aklınızı, bilginizi, deneyimlerinizi büyüterek; işinizi hayatınızın odağına alarak, rekabet dünyasında öne geçmeye çalışarak, ötekilerden daha iyi olarak, yarışacak kimse bulamazsanız kendinizle yarışarak, gelişmelere açık olarak, söylenenlere kulak vererek, kendinize güvenerek, sağlam, dürüst, tutarlı ve sürekli bir başarıyı kovalayarak işyerinizin vaz geçilmezi olmalısınız.

Ateşi bulan, vahşi hayvanları evcilleştiren, atomu parçalayan, uygarlığı bilgi çağına taşıyan insan aklı için bu da zor olmamalı diye düşünüyorum.

Başarılar sizinle olsun.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

12 Ağustos 2014, İstanbul

Eylül`de Gel, Eylül`de

Eylül`de Gel, Eylül`de

Yaz biter; deniz, güneş, Ege, Akdeniz, yazlık, parmak arası terlik, mayo, yaz aşkları, eğlence, dinlenme tatil biter, Eylül gelir.

Ağustos biter, Eylül gelir.

Bazıları yaz bittiği için, dolayısıyla da Eylül geldiği için mutsuzdur, biraz da hüzünlüdür. Tıpkı sonbaharın gelişi gibi… Zannederler ki, Eylül neşeye, eğlenceye, enerjiye, güzelliğe bir nokta koyar.

Oysa bilmezler ki, noktadan sonra yeni bir cümle başlar. Yeni planlar, yeni hayaller, yeni başlangıçlar vardır. Her Eylül ile yeni bir yıla umutlu bir başlangıç yapılır. Üstelik dinlenmiş, enerji toplanmış, moral depolanmış, en zinde ve konsantre bir halde… Yok yok, yanlış duymadınız, yılın başlangıcı Eylül’dür aslında. İnanmazsanız televizyonlara bakın. Yeni yayın dönemi Eylül’le başlar. Yılın en iddialı dizileri, en sansasyonel programları bu ayda seyirci karşısına çıkar. Futbola bakın mesela, ligler, Avrupa liglerinin başlangıcı bu aydır. Eylül sezon başlangıcıdır her alanda. Yani başlangıçtır.

Demek ki, yaza nokta konur ama ardından Eylül ile yeni bir başlangıç yapılır. İş dünyası, eğitim dünyasında da durum budur. Okullar açılır. Yazla birlikte durgunlaşan ekonomik hayat, Eylül’le birlikte canlanmaya başlar. Gelecek yaza kadar çok çalışılmalıdır, çok iyi projeler hazırlanmalıdır, çok kazanılmalıdır ki, gönül rahatlığı ve gelir bolluğuyla tatile çıkılabilsin.

Eylül, aslında hüzün değil, umut ayıdır. Bitiş değil, başlangıçtır bir bakıma. İşte onun içindir ki, aşk şarkılarının unutulmaz şarkıcısı, kadife sesli Alpay, “Eylül’de Gel” demiştir.

“Eylül’de gel Eylül’de, okul yoluna

Konuşmadan yürüyelim, gireyim koluna

Görenler dönmüş, hem de mutlu diyecekler

Ağaçlar başımıza konfeti gibi yaprak dökecekler.”

Bu şarkıyı ne zaman dinlesem, pişmanlıklarım aklıma gelir. Söyleyemediklerim, kırdıklarım, yarım kalanlar, eksik bırakılanlar… Sonra, pişmanlıkları ve eksiklikleri tamamlama umudunu yaşamaya başlarım. Çünkü şarkı aslında biraz hüzünlü ama daha çok umutludur. Ben de hayatta umudumu hiç yitirmem. Hala kurtarılacak bir şeyler, düzeltilecek işler, özür dilenecek kişiler, gönlü alınacak çocuklar vardır. Hala yetişilecek yerler, kazanılacak ihaleler, tamamlanacak sözler olmalıdır. Umut varsa yapacak işler; yapacak işler varsa yaşam enerjisi, gençlik vardır.

Eh, bunlar için Eylül’den daha iyi bir tarih var mıdır?..

Koca yaz boyunca stresi ve yorgunluğu atmışızdır, başımızda güneş, ayaklarımızın altında su varken ve hem bedeni, hem ruhu dinlendirirken düşünmeye de bolca vakit oluyor tabii. Düşündükçe de insan kendini eleştirebiliyor, olaylara başka bir gözle bakabiliyor, kızgınlıklar unutuluyor, sitemler yeni düşünce modelleriyle eritiliyor ve hayata, kendine ve başkalarına yeni bir şans verme düşüncesi yeşeriyor.

Hesapta bir pişmanlık itirafında bulunacağım, bir özür dileyeceğim; bin dereden su getirdim, bakar mısınız!.. Ne zormuş insanın kendisiyle hesaplaşması!.. Galiba bize bir şeyler yanlış öğretildi. Ego ve kibir duvarlarını yıktığımızda galiba daha adaletli ve vicdanlı olacağız. Hep başkalarını suçlamak, yanlış insanlar, şanssızlık gibi kendimizden yana bahanelere sığınmaktan vaz geçeceğiz. Kendimizi kurtarırsak, hayatımızı da kurtaracağız bir bakıma.

Aramızda bir yanlış anlama olduysa, bilerek ya da bilmeyerek bir hata yaptıysam, kalbinizi ve umutlarınızı kırdıysam, hakkınız kalmışsa bende, puzzle’ın parçaları tamamlanmamışsa…

Bilerek ya da bilmeyerek bana bir hata yapanlar, kalbimi kıranlar, hakkım kalanlar, özür dileyecekler, bir açıklama borcu olanlar, sorun yaşadıklarımız…

Gelin, daha yaz ertesi sıcakları gitmeden, güneş bizi tümüyle terk etmeden aramızdaki buzları eritmenin tam zamanı!

Arınmanın, yenilenmenin en güzel mevsimidir bu!

Yaz döneminde sınavlarını başarıyla veremeyenler için son bir şanstır Eylül. Bütünlemeyi de veremezsek, bütünüyle kaybetmiş olacağız.

Sonra aynı şeyleri bir daha yaşayacağız.

Bir daha… Bir daha… Bir daha…

Ve ders almadan, “nerde hata yaptım” demeden, ve sorunu bilmeden. Farklı insanlarla da olsa aynı hataları, aynı açmazları yaşayacağız. Takılıp kalacağız aynı yerlerde, bozuk bir plak gibi.

O yüzden… Üstümüzdeki yüklerden kurtulmak için… Kafamızı rahatlatmak, vicdanımızı hafifletmek için… Yeni sezona akıl ve beden sağlığını geliştirmiş olarak girmek için… “Hayat bu, yarına çıkamamak da var” diyerekten… Kul hakkıyla gitmemek için, diyorum ki: “Eylül’de gel!”

Kendinizle, insanlarla ve yaşadıklarınızla yüzleşme sınavında başarılar dilerim.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

5 Eylül 2014, İstanbul

Veda…

Veda…

“Tren kalktığında bembeyazdı yüzün

Son bakışımızda o an birbirimize

Bir ömür görüşemeyecektik, biliyorduk

Bunu açık açık ikimiz de.

“O akşam ölüler gibiydik” ayrılırken

Diyen karşılıklı mektuplar aldık

Ama bütün bu sözlere rağmen

Hayatta kaldık.

Derin yaralar iyileşir tekrar

Ve yürek uyur

Her acı, her acı diner zamanla

Unutulur.”

Nordahl Grieg isimli bir şair böyle anlatmış vedasını…

Demek ki veda dünyanın her yerinde aynı yaşanıyor. Ölü gibi bembeyaz yüzler, suskunluk, derin bir iç çekiş, kabulleniş, sonsuz bir acı…

Hangimiz yaşamadık ki vedaları!.. Hangimiz gitmedik, gitmek zorunda kalmadık ki!.. Hangimiz terk edilmedik ki?.. Ve sonunda terk edile edile terk etmeyi de öğrendik. O zaman kırılan kalplerimiz, şimdi kırıyor başka kalpleri.

“Gidiyorum” der, hazır değilseniz buna, o anda dünya da, hayat da ayaklarınızın altından çekilir gider. Giden o değildir aslında, sizin kalanınızdır. Sizde ne varsa almış götürmüştür.

Yok yok, bazı şeyler bırakır. Öyle bırakır ki, kimse götüremez onları. Mesela yalnızlık bırakır, korkular bırakır. Sevgisizlik, güvensizlik, huzursuzluk, uykusuzluk bırakır. Sigara, alkol, onu unutmak için, unutturmaya çalışacak ne varsa onları bırakır. Duygusunu sizde bırakır, ama sizi çekip alır ve öyle gider.

Veda diyorlar buna. Ya da elveda.

Tıpkı Orhon Seyfi Orhon’un şiiri, Yusuf Nalkesen’in bestesiyle yürekleri sızlatan o ünlü şarkıdaki gibi:

“Hani o bırakıp giderken seni

Bu öksüz tavrını takmayacaktın

Alnına koyarken veda buseni

Yüzüme bu türlü bakmayacaktın.

Gelse de en acı sözler dilime

Uçacak sanırdım birkaç kelime

Bir alev halinde düştüm eline

Hani ey gözyaşım akmayacaktın.”

Ayrılığın son anıdır veda. Haberli gidişin adıdır. Belki de onca yaşanandan sonra, iyi bitirme niyetidir bir bakıma. İşleri zorlaştırmamaya çalışmaktır. Bilemiyorum, karmakarışık, bir yığın şey var içinde.

Emin olduğum kısmı şu ki, veda ayrılığın seramonisidir. Böyle büyük aşka böyle büyük ayrılıklar yaraşır demenin özetidir bir bakıma.

Oysa birçoğumuz vedalaşmayı sevmeyiz. İşi zora sokmaktan kaçınırız aslında. Sessizce ve kimsesizce çekip gitmeyi tercih ederiz. Acıtmamak, incitmemek niyetiyle böyle yapmayı seçeriz ama aslında kendi acımızdan kaçıyoruzdur farkına varmadan. Bizim gücümüz yoktur o anı yaşamaya. Yüzleşmeye, o anı doğru ifade edecek cümleler bulmaya cidden gücümüz yoktur. Çok ağır gelir.

Vedalaşma anı gariptir aslında… “Kendine iyi bak” demek, “İyi ki seni tanıdım” demek, “Hakkını helal et” demek ne kadar bomboş gelir karşıdakine, bunu bilemeyiz o an. Sadece söylememiz gereken sözler bunlarmış gibi söyleriz. Ama bize bu cümleler söylendiğinde kulağımız duymuyordur bunları, sözcüklerin hiçbir gücü yoktur, hiçbir iyi dilek acımızı dindiremiyordur. Öfkeleniriz hatta, “madem beni iyi ki tanıdın, neden gidiyorsun?” demek isteriz… O, “kendine iyi bak” dediğinde, “nasıl bırakıyorsun ki, kendime iyi bakayım?” diye haykırmak isteriz. Vedanın sözcükleri, dilekleri, kurulan cümleler değildir akılda kalan tarafı. Yıkım anıdır. Suskunluktur, ifadesizliktir. Sonsuz üzüntüdür. Terk edilmişlik, yalnız bırakılmışlıktır. Yalnızlıktan korkmaktır. Yatağın boş kalacak öteki tarafından ürkmektir. Ardından gelecek ve bir daha hiç gitmeyecek soğuk kış mevsiminden korkmaktır. Elleri hep üşüyecektir, yüreği hiç ısınmayacaktır. Herkes biraz ona benzeyecek, ama kimse ona asla benzemeyecektir. Bir daha sevmeye dermanı kalmayacaktır. Ne dermanı, ne umudu, ne hevesi, ne inancı olmayacaktır.

Vedalaşmak mangal gibi yürek ister aslında. Hayatla, ilişkiyle ve kendine yüzleşmek ister. Helalleşmek ister karşısındakiyle. “Hakkını helal et, bilerek ya da bilmeyecek kırdım, üzdüm seni” demektir. Kul hakkıyla gitmekten korkmaktır belki de. Öteki tarafta onu bekleyen ebedi cehennem azabından kurtulmanın bir yoludur kimbilir… Bir insanın kalbini çalmak en büyük hırsızlık sayılmaz mı? Ya bir insanın duygularıyla oynamak? Umutlarını yok etmek? İnançlarını tüketmek? Aşka saygısını bitirmek? İnsanlara güvenini son buldurmak? Yaşama tutkusunu yok etmek? İntihara meyilli, yaşayan bir ölü bırakmak?

Kolay mı bütün bu duyguların altından kalkmak? Bu anlamların karşılığını bulacak bir vedalaşmak kolay mıdır?

Kolay mıdır, hiçbir şey olmamış gibi “hakkım helal olsun, güle güle git. mutlu ol” dedirtmek?..

Acı bitmeden, yaralar kabuk bağlamadan, yerine yeni mutluluklar koymadan kimse kimseye hakkını helal edemez. Nezaketen “ediyorum” dese de yalandır bu…

Bir de vedasız ayrılıklar vardır. Hala gittiğine inanmadığımız. Hala dönecek diye umut ettiğimiz. Bize hiç gitti gibi gelmeyen gidişler vardır.

Ayrılık mı daha büyük ölümdür, ölüm mü daha büyük ayrılıktır?.. Halk ozanına bakarsanız, “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar, elli dirhem fazla gelmiş ayrılık” diyor… Ya ölen kişi anneniz ise? Ya “görüş günü değil” diye izin verilmeyip de, vedalaşamadan kaybetmişseniz onu? Ya hala ve sonsuza dek hayatınızın en büyük pişmanlığı, en büyük öfkesi, en derin yarası oysa?.. “Acaba ne söyleyecekti bana?”, “Ne öğütler verecekti?”, “Bari son kez onu ne kadar sevdiğimi söyleyebilseydim!” gibi binlerce pişmanlık ve yarım bırakılmışlıkla bırakmışsa sizi?..

Ne denebilir ki! Ayrılık insanın ateşle imtihanıdır bir bakıma. Sonunda ölüm olduğunu bile bile yaşamaya bu denli tutkulu olmak da insanın en büyük çelişkisidir; ayrılığı bile bile bu kadar büyük sevmek de…

Ebedi ayrılık bizim elimizde değil ama, buradaki ayrılıkları biz, bitmeyen egolarımız, aç gözlülüğümüz, hırslarımız, korkularımız yaratıyor. Ardımızda, artlarında harabeler bırakarak…

Zaman herşeyin ilacı deniyor ama, bunu yaratan zaman değil, insanın hayata bağlanma isteği. Tekrar tekrar denemek isteyişleri, bir sarmaşık gibi birine inanıp tutunma arzusu… Başaran başarıyor. Her veda yeni bir başlangıca yol açıyor. Yeni insanlar, yeni arayışlar, yeni heyecanlar. Hafıza unutuyor olanları. Yalnız kalp unutmuyor. Beyin ile uyumlu olduğu tek bir kare, bir tek fotoğraf, yalnızca bir an ile sınırlı: Son Bakış

Akılda kalan o. Yaşadıkça hayalden gitmeyecek olan an o. Tıpkı Aysel Gürel & Onno Tunç & Sezen Aksu klasiğinde olduğu gibi:

“Bir söz bitişi gibi son buldu sevişler

Bir yaz güneşi gibi eritir hep bu terk edişler.

Bir an bitişi gibi ömrün gidişi gibi

Veda ederken aşk ateşi gibi söner iç çekişler.

Aman aman acı yüzler kurşun gibi izler

Son bakıştaki o yüzler kaldı aklımızda.”

Kimseyi yarım bırakmayacağınız, yarım bırakılmayacağınız, vedası az bir hayat diliyorum.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

14 Eyül 2014, İstanbul

Ben Onu Çok Sevdim…

Ben Onu Çok Sevdim…

Hem de öyle şartlarda sevdim ki, imkansızlıklara, beklentisizliklere rağmen… Hayal kurmadan, ummadan, karşılık beklemeden sevdim. Unutmadan sevdim onu.

Seveceğimi bilmeden, sevmek için yola çıkmadan sevdim.

İnsan hayatı kurgulayamıyor. İşe dair, çoluk-çocuğa dair, eğitime dair birçok görüşü, pek çok planı oluyor ama yürek mevzuunda her seferinde hazırlıksız yakalanıyor.

Evinizin eşyasını değiştirmeniz gerekiyor diyelim ki… Ya da bir üst modeli çıktı cep telefonunuzun, aklınız onda. Bu tür değişiklikleri ya ihtiyacınız olup olmadığına göre, ya da imkanınıza göre yaparsınız. Ya da yapmazsınız, ertelersiniz. Oğlunuz araba istedi, kızınız oyuncak istedi, “evladım, şimdi durumumuz müsait değil, ama söz, yaz başına alırım” diyebilirsiniz.

Ne var ki, akla söz geçirdiğiniz gibi kalbe söz geçiremiyorsunuz. Üstelik kalp öyle yürekli, öyle cesur ki, en imkansızı istiyor.

İmkansız ne mi? Yasak olan, günah olan, haram olan, sakıncalı olan her şey. Uygun olmayan her şey. Yaşı yaşınıza, boyu boyunuza, huyu huyunuza denk olmayan… Medeni hali medeni halinizi, konumu konumunuzu tutmayan….

Eğer bunlar bile imkansız yapmıyorsa onu, daha ötesi var!.. Bakalım onun aklı kimde, onun kalbinde kim var? Onun hayallerini nasıl biri, nasıl bir hayat süslüyor? Sevmeye hazır mı? Bu kadar imkansızdan bir imkan çıkaracak kadar gözü kara mı onun? Olayın bir de bu tarafı var.

Yani imkansızın karesi varken hayatınızın tam ortasında, sevmeye hazır olabilir misiniz? Hangi mantık, hangi akıl, hangi yaşanmışlık, hangi dünya görüşü, hangi servet, hangi güç bu şartlardan bir pembe panjurlu ev hayali yaratabilir?..

Diyelim ki hayaller bedava, gerçeğinin yanına yaklaşmak mümkün müdür?

İnsanın bir “gel”i vardır, bir de “git”i… “Gel” duyguları, “git” aklı temsil eder. Kalbin gel dediğine akıl git der, kendince mantıklı nedenlerden dolayı… İnsanlar hangi taraflarıyla hayatı yaşamayı seçmişlerse ona uygun karar verirler. Mantık adamları akla uygun hareket ederler, duygusal insanlar da kalplerine göre… Benim gibi bazıları da akıl ile mantığı iyice karıştırırlar. Akıl neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilir de kalbe söz geçiremez. İşte o yüzden böyle bazı insanlara “gel-git akıllı” diyorlar. Med-cezir gibi yani. Ayın hareketine göre suların kabarıp alçalması hareketi gibi bir anlamda. İnsanda bu durumu yaratan, yani yüreğin kabarıp normale dönmesi işini yapan da çoğu zaman bir “ay yüzlü güzel” oluyor.

Ne güzel söylüyordu Erol Evgin:

“Bir yumak sarar gibi geçtim acılardan
Bir kilit yüreğimde, bir demir kapı
Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerlerdeyim
Belki de aşk dediğin erişilmez olmalı
Sensizlik bir ok gibi canıma saplanmalı
Coşmalı yanardağlar, kasırgalar kopmalı
Aşkın bir zehir gibi kanımda dolaşmalı
Elbette aşk dediğin böyle olmalı

Ben imkansız aşklar için yaratılmışım
Ne kavuşmayı bilirim ne unutmayı
Kayboldum kuytusunda yalnızlıkların
Yaşadım en karasını sevdaların”

İmkansızı istemek neden bu kadar tutku verici dostlar? İnsanın tehlikeli sularda gezinmesi neden bu kadar keyifli. Doğamızda, genlerimizde mi var zor’un peşinden koşmak? Adem ile Havva’nın cennetin yasak meyvesi yemesiyle başladı dünyadaki serüvenimiz, hala devam ediyor. Onca acıya, onca yenilgiye, onca yalnızlığa rağmen uslanmıyoruz demek ki… Bizi yasaklardan alıkoymak için yüzlerce peygamber, dört büyük kitap, yüzlerce ayet geldi, insanoğlu hala günahkar…

Sevmek günah mı peki? Neresi günah? Ne yaparsan günah? Ne kadarı günah? Bağışlanması mümkün mü acaba?

Hangimiz sevmedik? Hanginiz sevmediniz? Hanginizin yüreğinde bir sızı dolaşmıyor? Hanginizin hayatında yarım kalmış bir şey yok? Hanginiz bir ses, bir koku, bir anı, bir eşya, bir küçük iz yakaladığınızda iç çekmiyorsunuz?

Hanginizin mahşere sakladığı bir yarım kalmış hikayesi yok?..

Neden şarkılar bu kadar içli gelir, neden bir şiir, güzel bir söz, bir filmin sadece bir tek sahnesi bizi eritmeye, ağlatmaya yeter?

Neden her gün onaylanmak isteriz? Güç sahibi olmak bu kadar önemli gelir? Taltif edilmek, beğenilmek gibi bitmek bilmeyen bir özgüven sorunu yaşarız?

Ve neden hepimiz kendimizi deli gibi çalışmaya vururuz? Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışırız ve yaşamayı ha babam erteleriz?

Bu kadar unutmak isteyip de unutamamak nasıl bir sevgidir? Nasıl bir çıbandır, nasıl bir kalp ağrısıdır?

“Unutmam” lazım deyip yüzlerce yemin ettikten sonra, bir küçük izde yemini bozmak nasıl bir çaresizliktir?

Dünyaya akıl verirken kendimize söz geçirememek neyin nesidir?

Bu sorular o kadar çok ki dostlar, o kadar çok ki… Sırf bu soruları sormak bile uykusuz geceler geçirmenize yetiyor. Cevapları mı? Onları bulmaya galiba ömür de yetmeyecek…

Ben O’nu çok sevdim gerçekten. Umutsuzca, çıkarsızca, hesapsızca, karşılık beklemeden, hayal kurmadan, plan yapmadan, yasakları delmeden, günah işlemeden. Kendi içimde, gizlice, masumca, çocukça. Ama çok!..

Ben O’nu çok sevdim.

O kim mi?..

Gözlerinizi dış dünyaya, kulaklarınızı seslere kapayın; elinizi kalbinizin üstüne koyun, derin bir iç çekin, ağzınızdan hece hece çıkacak ilk isimdir O.

Senin, benim, onun, herkesin hayatında “ben onu çok sevdim” denecek biri var.

Merak etmeyin, sırrınız ve kapanmayan yaranız sizde kalacak.

Yalnız sizin ve Allah’ın bildiği, belki onun bile bilmediği…

Saygılarımla…

Nejat Gümüş

26 Eylül 2014, İstanbul

Almanyalı Yarim

Almanyalı Yarim

Kiltaş olarak katıldığımız uluslararası bir fuar için Almanya’dayım…

Almanya artık bizim için yabancı bir ülke değil. Ülkede üç milyona yakın Türk var. Düşünsenize, neredeyse bir İzmir büyüklüğü!..

Avrupa’nın batısı burası. Hatta kuzey-batısı da denebilir. Yani, ülkemize göre daha soğuk tabii. Sonbahar iyiden iyiye hissettirmiş kendini.

Türkiye’den çıkarken insanlar yeni yeni yaz tatillerini bitirmiş, yeni çalışma sezonuna da henüz adapte olamamışlardı. Üstlerinde bir rehavet, bir isteksizlik vardı. İşte bu rehavet, bu isteksizlik Almanya’da görülmüyor. Yalnız bu ayda değil, yılın hiçbir zamanında da göremezsiniz. Çünkü Almanlar garip bir biçimde sanki çalışmak için programlanmışlar. Zaten o yüzdendir ki, dünyanın en büyük üç ekonomisinden biri durumunda. Üstelik bütün bunları İkinci Dünya Savaşından ağır kayıplarla çıkmış bir ulus gerçekleştirmiş. Takdir etmekten başka ne söylenir ki!..

Almanya… Sonbahar… Ekim ayı… Ve Almanya’da bir Türk iş adamı. Ben.

İlginç bir tesadüf, Türkler’in Almanya’ya gelmesi de ilk kez 31 Ekim 1961 yılındaki “Türk İşgücü Anlaşması” sonucunda başladı. Sirkeci’den trenlerle başlayan iş göçü, yeni bir hayatı, gurbet kapısında ekmek parası için onur mücadelesi verenlerin tarihini yazıyordu.

Bugün artık üçüncü kuşak Türkler var ve çoğu okumuş, kariyerli ve iyi yerlerdeler. Alman ekonomisinde ağırlıkları var. Milletvekili, bankacı, ekonomist, mühendis, tasarımcı, dünyaca ünlü futbolcu, şarkıcı, oyuncu, yönetmen olan gurur kaynağımız onlar.

Ne var ki, bu başarı bu kadar kolay gelmedi. Ve hiçbir şey düşündüğünüz kadar rahat değildi. Düşünün, bundan elli yıl öncesini… Kim gitmek ister dilini bilmediği, dini, yaşam tarzı, gelenekleri, iklimi başka bir ülkeye? Kim bırakmak ister ardında sevgilisini, eşini, çocuğunu, anasını babasını, vatanını?.. Kolay mıdır çekip gitmek, kolay mıdır bambaşka bir ülkede ekmek kavgası vermek? Ama çaresizlik işte. İşsizlik, geçim sıkıntısı, yoksulluk…

Hem kim kimi elinde güllerle karşılar? En güzel işi, en rahat ortamı yabancılara kim teslim eder?

Hangimiz biliyoruz, yerleşik tabiriyle Alamancıların hangi işlerde ve nasıl çalıştığını? Hangi şartlarda yaşadığını? İşten sonra ne yaptıklarını? Kendi kabuklarına çekilip, dış dünyadan tecrit edilerek, sessizlik, suskunluk ve yalnızlığa gömülerek çile çektiklerini, sabrettiklerini ne kadar anlayabiliriz?

Çocuklarının ikinci sınıf vatandaş muamelesi görülmesi, uyum sorunu, okul başarısızlıkları, suça itilmeler, psikolojik baskılar, kültür çelişkileri, aile ile çatışmalar da işin başka bir tarafı.

Biz bunları bilmeyiz.

Bizim bildiğimiz yaz tatillerinde bavullar dolusu hediye ile gelmeleri, Alman plakalı arabaları. Hele ilk yıllarda karikatürize edildiği gibi fötr şapka, şapkada kuş tüyü, omuza takılı teyp, Alman yapımı oyuncaklar, bebekler… Bir anda zengin oldu sandığımız insanlarımız. Onlar da tabii gurur meselesi yaptıkları için, “kan kusup kızılcık şerbeti içtim” diyenlerden oldukları için, kendilerini olduklarından fazla göstermenin zevkini yaşadılar. Orada nasıl güzel bir hayat olduğunu, nasıl modern, nasıl teknolojik yaşadıklarını, nasıl güzel para kazandıklarını anlatıp durdular.

Bunları hatırlarız hep.

Bir de… Bir de “Almanyalı Yarim”i!

Türk işçisi Almanya’ya gider. Tek başına… Zaman geçecek, para kazanacak, oturma iznini alacak, ev tutacak, ondan sonra da eşini, çocuklarını yanına aldıracaktır.

Başlangıçta iki taraf da özlem ile, gurbet ile sabrederler. Mektuplar gelir, gider. Erkek çalıştığı için, çoğunlukla meşgul olduğu için daha çok bekleyen elbette kadın olur. Aklı Almanya’dadır. Eşinin gönderdiği parayla evini geçindiriyor, çocuklarına bakıyordur. Ama yalnızlık zordur. Dayanılacak gibi değildir. Ama kadındır, Türk kadınıdır, bekler. Bırakın hayatına almayı, aklına da kimseyi almadan eşini bekler.

Erkek için daha da zordur. Başka bir ülkede yalnızlık daha zordur. İki satır laf etmek, bir insan sıcaklığı, bir yakınlık… Bir süre direnir, sorumlulukları vardır hem. Eşi gelir gözünün önüne, çocukları… Vatanı, komşuları, ailesi… Ama sonra?… Serde gençlik vardır. Koca koca makinelere söz geçiren, Almanya’ya “Türk kuvveti”ni gösteren gencecik adam zaaflıdır kadına hem de. Zamanla bir sebep olur, bir yakınlaşma olur Alman kızlarıyla. Üstelik onlar bizimkilerden farklıdır. Esmer Türk kızlarına göre sapsarı saçları, renkli gözleriyle değişik, hatta çekici bile gelmektedir. Daha girişken, daha rahattırlar üstelik. Deyim yerindeyse onlar ayartmıştır hatta bizim erkeklerimizi.

Sonra olan olur…

Ne olduğu karşı taraftan, yani eşini bekleyen kadın tarafından başlangıçta pek anlaşılmaz. Sadece korkular büyür. Mektupların arası açılmış, daha seyrek geliyordur. Satırlarda daha az özlem, daha az sevgi hissediyordur. Kadındır çünkü, hisseder. Geleceği zaman hep bir engel çıkıyordur. Başlar içli bir türkü söylemeye:
“Hasretinle yandı gönlüm, yandı yandı söndü gönlüm

Evvel yükseklerden uçtu, düze indi şimdi gönlüm

Gözlerimde kanlı yaşlar, hasretin bağrımda kışlar

Başa geldi olmaz işler, yokluğunda öldü gönlüm.”

Bir gün biri bir şey söyler, “kocan bir Alman kızıyla evlenmiş” der. “Hatta çocuğu bile varmış” diye de ekler.

İşte o zaman başlar asıl yalnızlık, asıl gurbet, asıl hasret!.. İnsan her şeye direnir de, umutsuzluğa direnemez. Ondan sonrası anlatılmaz, yaşamak lazım…

Resmi rakamlar 25 bin diyor, yabancı evlilikler için. Yani bir kasaba dolusu yabancı gelinimiz var. Çoğu Alman, sonra da Rus ve Azeri…

2014, Sonbahar. Almanya’yı geziyorum… Almanya modern, Almanya kalkınmış. Almanya işsizliği, parasızlığı çözmüş. Almanya tertemiz. İnsanlar çalışkan, sorumluluk sahibi. “Keşke diyorum, benim ülkemde de bu bilinç olsa!..”

Ama gene de benim dilimde aynı şarkı var:

“Havasına suyuna, taşına toprağına

Bin can feda benim yurduma.

Her köşesi cennetim, ezilir yanar içim

Bir başkadır benim memleketim.”

Sağlıcakla kalın.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

11 Ekim 2014, Almanya

Ne Zaman Yağmur Yağsa Utanıyorum…

Ne Zaman Yağmur Yağsa Utanıyorum…

“Hava kararmıştı yağmur yağıyordu

Dudakları sırılsıklamdı

Elleri üşüyordu

Bir öptüm bir öptüm

Bir daha öptüm

Kimseler görmedi öpüştüğümüzü

Yağmurdan başka

İki gözüm çıksın

Ne zaman yağmur yağsa

Utanıyorum”

Dışarıda yağmur yağıyor, benim dilimde bu şarkı var. Oysa güncel bir şarkı da değil, bir yerlerden duymuş olamam. Aklıma nerden takıldı, dilime nasıl yerleşti bilmiyorum.

Demek ki ne zaman yağmur yağsa, utanıyorum.

Yağmurla utanmanın ne ilgisi var demeyin! Şarkıları içselleştirdiğimiz gibi, olayları da içselleştiririz. Yani kendimizden bir şeyler katar, kendimizden bir şeyler buluruz. O zaman bizim için özel olur, daha bir anlamlı olur.

Şöyle düşünün, eşinize evlenme teklifi ettiğiniz anda bir şarkı çalıyordur ve o şarkı sizin şarkınız olmuştur. Ne zaman o şarkıyı duysanız, o anı tekrar yaşarsınız. Şarkı artık herkesten daha çok sizin olmuştur, sanki sizin için bestelenmiş, söylenmiştir.

Ya da olumsuz bir örnek vereyim: Sevgilinizle her zamanki buluşma yerinize gelmişsinizdir. Üzerinde çok güzel bir koku vardır, başınızı döndüren… Merakla sorarsınız, “Yeni bir parfüm bu sanki.. Adı ne?” Gözlerini kaçırarak cevap verir: “Elie Saab” Güzel kokuyordur ama garip bakıyordur, içinize korku düşer. “Bir şey mi var?”… “Seni terk ediyorum”… Bir ilişkinin son sözleridir bunlar. Durduramazsınız, gider. Ardından başka ilişkilerde başka parfümlerle tanışsanız da, ne zaman bir Elie Saab kokusu alsa burnunuz, bir ayrılık kokusu almış gibi renginiz sararır. Ürperirsiniz.

Detaylar çok önemlidir hayatta… Fon deriz ya hani… Hani, kız erkeğe ayrılmaları gerektiğini söylediğinde fonda hüzünlü bir ayrılık şarkısı çalar, son kez bakarlar birbirlerini, gözler boşlukta, uzun bir suskunluk başlar… Serin bir sonbahar yağmuru yağıyordur o anda her yere. Bu ayrılığa sanki gökler ağlıyordur. Yollar ayrılır, insanlar yıkkın, birbirlerinin yüzüne bakacak güçleri yoktur, sanki hayat bitmiştir onlar için… Orada film biter. Hikaye unutulur, oyuncular unutulur geride iki şey kalır aklımızda: O veda anında çalan müzik ve yağan yağmur…

Başka bir hikayede bu kez kız platonik aşıktır erkeğe… Filmin sonuna kadar da çok iyi saklar duygularını. Erkeğin fark etmediği bir yerde, kendi halinde sessizce duruyordur. Hatta bir erkek arkadaşı gibi onun dert ortağı durumundadır, gönül işlerini paylaştığı, kız arkadaşlarını anlattığı iyilik meleği kıvamında ikinci kız rolündedir. Ama artık yüreğine söz geçiremiyordur, şiddetli yağan yağmurun öfkesine ayak uydurmuştur. “Sen beni hiç görmedin ki, hiç bakmadın ki!” diye haykırır. “Hayatına giren herkes senin için dünyanın merkezi oldu. Ama hepsi de kolay geldikleri gibi kolayca gittiler. Arkalarına bile bakmadan. Gene sen kaldın ve ben. İçine attığın gözyaşlarını ben sildim, yine seversin diye yüreğinde umutları ben yeşerttim. Bir tek ben terk etmedim seni, iyilik meleği olduğum için değil. Bunu anlamadın sen. Nasıl baktığımı görmedin. Gözlerime bir kez derinden baksaydın kendini görecektin, ama bakmadın” der. Şimdi gözyaşları yağmura karışmaktadır. İçindeki zehri dışarı akıtmıştır ama son bir güçle bunu yapmıştır. Artık dizleri tutmaz, kendini yere bırakır. Erkek bir an düşünür, aslında neye sahip olduğunu ve bunu görmediğini anlar. Eğilir, kızı tutar. Sevgililer birbirlerine sarılırlar ve öylece kalırlar. Fonda yağmurun sesi, müzik olarak da Erkin Koray’ın o unutulmaz şarkısı: “Yağmurun sesine bak aşka davet ediyor / Cama vuran her damla beni harap ediyor / Bu yağmur seni benden alıp götüren yağmur / Aşkımızı sel gibi silip süpüren yağmur.”

Bu daveti gözü kara iki genç yürekken biz de çevirmedik elbette… Enerjimizle dünyayı değiştireceğimize inandığımız zamanlardayken, yağmurda ele ele yürümek nasıl keyifliydi!.. Nasıl da aşkımız büyürdü, sırılsıklam aşıklar yağmurdan sırılsıklam olmuş elbiselerimize aldırış etmeden uzun uzun yürürdük. Öyle bir aşk ateşindeydik ki, deli gibi yağan yağmurlar o ateşi söndürmek ne kelime, gittikçe büyütürdü.

Yağmurda aşıklar neden ağlar? Yağmur duygusallığı çoğalttığı için mi, gözyaşları yağmura karışır ve kimse görmez diye düşünüldüğü için mi?.. Romantizmin olmadığı, duyguların yaşanmadığı yerde hayat olur mu?.. Masumiyet çağının çocuklarıydık biz, o yüzden bu günkü “nasılsın aşkım, iyiyim aşkım” mesajlarıyla yaşanan üç günlük aşkları anlayamıyoruz.

Biz hala, liseli zamanlarımızda dersi kırarak gittiğimiz Yıldız Parkı’nda sevgiliden bir öpücük çalabilme umudunda ve heyecanındayız.

Biz hala, yağmur yağsa da sevgili de havaya girse, kolumuzun altına sokulsa diye bulutlardan medet uman aşık gençleriz.

Biz hala, küçük bir anın kaçamağını fırsata çevirmiş, yarım ağızla ve pıt pıt atan kalplerimizle bir öpücük çalmış suçlu aşıklarız. Ve o öpücüğü yağmurdan başka kimseler görmemiş olsa da; ne zaman yağmur yağsa utanan çocuklarız.

Tek suçu sevmek ve öpüşmek olan müebbet aşka mahkum edilmiş, nesliminiz son örneği aptal aşıklarız. Biz ki aşkın meyvesi bir elma için cennetten kovulmayı göze almış aşka sevdalı insanlarız. Kim korkar aşktan?..

Yağan yağmurda, esen rüzgarda, doğan güneşte, açan çiçekte… Bir çocuk gülüşünde, bir yaşlının bilge sesinde… Yüreğinizin her çarpışında… İşinizde, evinizde, yaşadığınız her yerde…

Aşk olsun!

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

243 Ekim 2014, İstanbul

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.