Öyle bir geçer zaman ki!..

Öyle bir geçer zaman ki!..

“Anne, parka ne zaman gideceğiz?”… “Baba, bisikletimi ne zaman alacaksın?”… “Arkadaşlar, sinemaya ne zaman gidiyoruz?”… “Teklifime ne zaman cevap vereceksin?”… “Ne zaman evlendin?”… “Ne zaman baba oluyorum?”… “Ne kadar zamandır kavgalısınız?”… “Ne zaman boşandınız?”… “Ne zaman ölmüş?”…

Hayatın belli başlı bütün sorularında bir “zaman” kavramı vardır… Ve her cevap da zaman içerir: “İşimi bitirdiğim zaman”… “Maaş aldığım zaman”… “Hafta sonu”… “Senin beni sevdiğine inandığım zaman”… “Bir iş bulup çalışmaya başladığın zaman”… “Terfimi aldığım zaman”… “Geçen yıl, 21 Mayıs’ta”… “4 ay sonra”… “Ona o sözü söylediğim zamandan beri”… “3 yıl oldu”… “Dün gece”….
…………………………………………………………………………………

Zaman zaman, şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, yaşadığımız hayat bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçer. “Vay be” deriz, ince bir iç sızısıyla… “Ne çabuk geçmiş zaman. Ne zaman büyümüşüz, oysa daha dün gibiydi…”

“Oysa daha dün gibi” gelen şeyler, kayıp gitmiştir avucumuzdan… Ve yapabildiğimiz tek şey, “o an’ı, etkisi kadar bir yer ayırarak hafızamıza kazımaktır. Ne var ki her şeyi unutturan zaman ve bir öncekinden daha taze olan yaşanmışlıklar, işte “o an”ın üstüne kalın bir kireç tabakası çeker. Ne zaman bir film, bir resim, bir müzik, bir ses, bir eşya ya da bir anı; kısacası O’nu hatırlatan bir işaret gelir, işte o eski ağrı geri teper. Ve tam o sırada dökülür dudaklarımızdan belli belirsiz, o dolgu maddesi cümle: “Zaman ne çabuk geçiyor!..”

Zaman çabuk mu geçiyor? Yoksa zaman, her zaman aynı hızda geçiyor da, bizim telaşımız, heyecanımız, sabrımız, o an mutlu ya da mutsuz oluşumuz, eylemsizliğimiz/aceleciliğimiz, yalnızlığımız/kalabalığımız, meşguliyetimiz/başıboşluğumuz; kısacası bizim subjektifliğimiz mi zamanı farklı yorumluyor?.. İçeridekiyle dışarıdakinin, bekleyen ile bekletenin zamanı aynı hızda mı geçiyor?..

Nedir zaman? Nerdedir? Hangi takvimde, hangi yılın hangi ayının hangi gününe takılı kalmıştır? Hangi zamanda, kimin yerinde değilse bile, nerede olmak isterdiniz?

Zamanın başlangıcı hepimiz için filanca tarihte, falanca saatte dünyaya gözümüzü açtığımız andır. Bitişi de filanca tarihte, falanca saatte dünyaya gözümüzü kapatacağımız an… Yani “ömür” dediğimiz şey, bir göz açıp kapayana kadar geçen zamandır, başka bir şey değil…

“Ben doğduğum zaman” diye başlayan cümleler, hayatımızın çocukluk dönemlerini ifade eder. Dünyanın nasıl başka bir dünya olduğunu, pek çok şeyin nasıl da değiştiğini belirtir. Çocukluk zamanlarımız hayatın bir oyundan ibaret olduğunu sandığımız, kimseye oyun etmeden oynadığımız en masum zamanlardı… Bir de küçüklere masallar dinlediğimiz günlerdi, “bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde” diye başlayan… İlk sözcüklerin ağzımızdan çıktığı, ilk oyuncağımızın olduğu ilk zamanlarımız…

Delikanlılık çağlarımız, adı üstünde… Delifişek zamanlar, düz duvara tırmandığımız, kanımızın hızlı aktığı, “zamane çocuğu” diye değişimlerimizin, tarzımızın, zevklerimizin yadırgandığı uçarı zamanlarımız… İlk aşkın, ilk hayal kırıklığının yaşandığı, unutulmadığı zamanlardı…

Ve gençlik yılları!.. Dünyayı değiştireceğimize inandığımız zamanlar… Hayallerimiz hayatlarımızdan, umutlarımız ufuklarımızdan büyüktü o zaman… Ama aynı zamanda hayallerimiz birer birer kırılır, çıkış yollarımız kalmazdı… Zamanı kollarken zaman öldürürdük. İlk işe başladığımız, ilk maaşı alıp küçük hediyelerle ve kocaman sevinçlerle eve koştuğumuz zamanlardı… Evlilik heyecanı… Yeni bir hayat kurmanın tatlı telaşı… Müjdeyi aldığımız o unutulmaz an: “Baba olacaksın”… Zamanın durduğu yer!.. Ve yavrumuzu kucağımıza aldığımız o an… Nasıl büyük bir heyecandı, nasıl karmakarışık duygulardı… Ve nasıl bir anda üstümüze kocaman bir sorumluluk duygusu yüklenmişti. “Başkaları için yaşama” zamanı başlamıştı…

Zaman hızla geçiyor, çocuklar büyüyor… Bu sefer sıra onların hayatlarının “ilk”lerine ortak olmaya geliyor. Bu arada iş dünyasının telaşı içerisinde zamanı tüketiyoruz… Dar zamanlara pek çok şeyi sığdırmaya çalıştığımız, dostlarımızı, akrabalarımızı, hatta eşimizi/çocuklarımızı, ailemizi zamansızlıktan ihmal ettiğimiz yoğun zamanlar… Oysa akan zamanla birlikte yaşların, yılların da akıp gittiğini, zamanımızın azaldığını düşünmüyoruz hiç… Daha okunacak çok kitap, gezilecek çok yer, seyredilecek çok film, sevilecek çok insan olduğunu aklımıza getirmediğimiz gibi… Ve işte bu “zamansızlık” mazeretine sığındığımız bu zamanlarda, gün geliyor, bir şey yapmaya gücümüz olmuyor. Her şey gibi ayaklarımız da, kulaklarımız da, yüreğimiz de zaman aşımına uğruyor.

“O telaşla, bırakın Paris yolunda ılık rüzgârlara taratmayı saçlarımızı, sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz… Gözümüz saatte söyleştik hep, koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık. Hep yetişilecek bir yerler vardı, aranacak adamlar, yapılacak işler… Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin terine bulaştı; başkalarının hayatı, bizimkini aştı. Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine, kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu veya yavuklu busesi ile uyanma düşlerini ha babam erteledik. 20’li yaşlardayken 30’lara kurduk saatin alarmını, 30’larımızda 40’lara, belki sonra 50’lere… Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat, kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size, artık uyku girmez oluyor gözlerinize… Doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda, söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda… Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz; vakti gelip sandıktan çıkardığınızda bir de bakıyorsunuz ki, tedavülden kalkmış…” dediği gibi Borges’nin, zaman doluyor!..

Öyle bir geçiyor zaman ki, Ayhan Işık’ları, Belgin Doruk’ları, Ekrem Bora’ları tatlı bir anı yapan dünya, sanki “sıra size gelmeden yapmak istediklerinizi yapın” diye köprüden önceki son çıkışta uyarısını yapıyor.

Saygılarımla…

Nejat Gümüş

Herkesin bir kimsesi vardır; bir de kimsesizliği…

Herkesin bir kimsesi vardır; bir de kimsesizliği…

Kimsesizliğimi buldum bir köşe başında, duvar dibinde. Yanına gittim, diz çöktüm onun gibi… Yanakları ıslaktı. “Nerelerdesin?” diye sordum, sitem dolu. “Birbirimizden başka kimsemiz olmadığını bilmiyor musun?” dedim. Başını kaldırdı, elinin tersiyle gözlerini sildi. “Biz birbirimizin kimsesi değiliz, kimsesizliğiyiz,” dedi… Gözümden bir damla düştü, dizlerimizin dibine.
Kimsesizlik, Kemalettin Tuğcu romanlarının çocukları gibidir önceleri… Babasızlıktır çoğunlukla. Annenin içini kaplayan hüznünün dışa vuran sessizliğidir biraz da… Geçinebilmektir zorla. Zorluklara göğüs gerebilmektir… İdare edebilmektir hayatı. İdare lambasının kısık ışığında yaşamak gibidir… El yordamıyla bulmaktır nesneleri. Zaten sahip olunanlar az olduğu için onları bulmak değil, en çok başkalarının görmemesidir sorun olan… Gösterilemiyordur, fark edilemiyordur, görmüyorlardır… Yok sayıyorlardır. Yoktur!.. Yoksundur.
Yoksuldur.
Karacaoğlan’ın dediği gibi “bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” vardır ağır gelen… Maddi yoksulluğa alışılır da, yokluğuna alışmak kolay değildir sevdiklerinin… Öksüz olmak, yetim olmak zordur. Kapı önünde saçlarını okşayan bir el yoktur… Yok olanlarla var olmaya çalışmak zordur. Zordur, ama yaşama isteği daha ağır basar; acıyan yerlere tuz basılır, yüreğin sesini kısarak hayata tutunulur.
Ve tutturulur gurbetin yolu, ağızda acı bir türkü ile…
Büyümek dedikleri, azalarak yola devam etmektir bir bakıma… Her parçanı bir yerde bırakarak; yüreğini nasırlaştırarak asılmaktır küreklere. Bitkin düşene kadar çekmektir kahrı… Başarı ile yenilginin iç içe, koyun koyuna uyuduğu bir büyük bilinmezliktir iş hayatı. İşi öğrenmek kadar, işin iç yüzünü de öğrenmektir bir bakıma… Katılaşmaktır bir ölçüde de… Dış dünyaya güvenmemektir. Kendinizden başka kimseniz olmadığını düşünmektir. Yani, kimsesizliktir!..
Kimsesizlik, yalnızlık değil; sahip olmamaktır kimseye… Belki de ait olmaktır birine. Paylaşamamak kimsesizliktir. Hissetmemek kimsesizlik değildir. Hissedememek kimsesizliktir.
Garip bir histir bu. Ara sıra gelir konar böyle üzerinize üzerinize. Anne, baba, arkadaş tamamdır da, hani hep o küçüklükten beri varlığına inandığınız insan vardır ya. Onun yokluğudur bu kimsesizlik hissini yaratan. Uzun uzun konuşabileceğiniz, uzun uzun dinleyebileceğiniz ya da sadece bakıp seyredeceğiniz birinin varlığı. Ruh eşi midir bu, nedir bilinmez… Kırmayacağınız, incitmeyeceğiniz, her şeyinizi gönül rahatlığıyla ortaya dökeceğiniz, aynı hayatı yaşamaktan bıkıp usanmayacağım biri olmalı bu… Çıkıp geldiğinde beraberinde birçok şeye şekil verecek güçte biri. Belki daha güzel olmayacak ama bir şeyler değişecek. Değişen ne olur bilinmez. Mekan mı, hissettikleriniz mi, yoksa tamamen benliğiniz mi, ama bir şeyler değişmelidir. Sıkılırsınız bu kimsesizlik halinden. Konuşamamak, dertleşememek, kafanızı koyacak bir omuz aradığınızda her daim boşluğa düşmek… Zordur bunlar… Planlarına kimseyi dahil edememek, keyif aldığınız şeylere katılacak birini bulamamak… “Çok mu zor bunlar” ya da “hak etmiyor muyum” diye düşünürsünüz.
Çokken az olmaktır. Bilmediklerini özlemektir. Duygusal enginliğin duyusal hapsidir kimsesizlik… Adi bir düşmandır. Göz alıcıdır. “Korkum kimseden değil, kimsesizlikten” bile dedirtebilir insana. Kişiliksizdir. Halistir!
Kilitli bir kütüphanede durmadan tozlanan, hiç okunmamış bir kitap gibi uzun ve sıkıcı olmak, işin kötüsü merak da edilmemektir kimsesizlik…
Şehirlidir kimsesizlik… Büyüyen kentte küçülen her insanın hikayesidir. Maskeli ilişkilerin, benmerkezli hayatın yarattığı dev bir yalnızlıktır, içedönük rüyalar gören insanların dünyasında…
Ve öyle bir özlem ki kimsesizlik, Cahit Kulebi’nin dizelerinde sözün bittiği bir yerdedir:
“Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın
Kulaklarım komşuların ayak sesinde
Varsın gene bir yudum su veren olmasın
Başucumda biri bana “su yok” desin de”

Yaşınız beş ya da elli beş; baba ya da çocuk, artık her kimseniz… Kimseyi kimsesiz bırakmayın, kimsesiz kalmayın!.

Saygılarımla…

Nejat Gümüş

Kadınlar İçin…

Kadınlar İçin…

8 Mart Dünya Kadınlar Günü.
Bir güne sığdırılmış o da. Tıpkı Anneler Günü gibi… Oysa hayatın tamamıdır kadınlar. Kadınlarımız…
Annemiz mesela… Tanıdığımız ilk kadın O’dur. Daha dünyaya gelmeden tanıdığımız… Kanından, canından besleyen, koruyan annemiz. Doğduğumuzda ilk kucağına atıldığımız, ilk özünden beslendiğimiz. Kokusundan tanıdığımız… Sevgisine şevkat, emeğine fedakarlık katan annemiz. En yorgun olduğu, en hasta ve bitkin düştüğü gecede bile üstümüzün açıldığını hisseden, hisleriyle yaşayan en yüce varlığımız. Bizi en çok seven, en çok sevdiğimiz insan. Ötesi yok! Bizim annemizdir O!.. Kadındır O…
Ve o kadın günü gelir, mutlulukla ve gururla, eşinden bile çok sevdiği oğlunu, yani bizi, hayatımızın geri kalanı için bir başka kadına emanet eder. Karımıza!..
Karımız mesela… Evi yuva yapan sevgili eşimiz… Yeni evimizin, yeni hayatımızın ortağıdır. Sabretmeyi, katlanmayı öğreten, eksiklerimizi tamamlayan, zor günlerimize göğüs geren; annelerimizin bize kattıklarını çocuklarımıza aktaran kadınlarımız… Yaşamımıza incelikler katan, zevk ve estetik getiren, dokundukları yeri güzelleştiren, zeki ve yaratıcı, detaycı kadınlarımız… Bizi yaşam boyu tetikleyen; başarılı, güçlü, anlayışlı ve cömert olmamız için tek başına ve yeterli bir sebep olan dünyamızın merkezindeki varlıklarımız!.. Kadındır O da…
Kızımız, kızlarımız mesela… “Baba” dediklerinde dünyanın en güzel sözcüğünü, dünyanın en güzel sesinden dinlediğimiz, gözümüzün kökü yavrularımız… “Erkek evladın evlatlığı evlenene kadan, kız evladın evlatlığı ölene kadar” dedikleri gibi büyüklerimizin, yaşlılığımızın, zor günlerimizin sigortası “küçük annelerimiz”… Bizi medenileştiren, yumuşatan, hoşgörü ve anlayışımızı uygun bir düzleme çeken güzel kızlarımız!.. Kadındır O da…
Kız kardeşlerimiz mesela… Kardeşliğimize arkadaşlık katan, sessiz meleklerimiz. Varlıklarını hissetmemizin bize yettiği koca yüreklerimiz!… Kadınlar Onlar da…
Anneannemiz, babaannemiz… Teyze ve halalarımız… Kuzenlerimiz, yeğenlerimiz… Kadın akrabalarımız…
İş arkadaşlarımız… Kusursuz bir iş günü olsun diye her an tetikte, her an nazik ve kibar, stresimizi idare eden; randevularımızı unutmayan, güzel vitrinimiz sekreterlerimiz mesela… Muhasebecimiz, hukukçumuz, mühendisimiz…
Hz. Amine, Zübeyde Hanım… Dünyayı değiştiren erkekleri doğuran, yetiştiren büyük kadınlarımız…
Bankacımız, hemşiremiz, hostesimiz, tezgahtarımız… Yufkacımız, temizlikçimiz, öğretmenimiz…
Bir elmanın yarısı kadınlarımız. Hayatımızın yarısı değil, tamamı kadınlarımız. Severken dövdüğümüz, överken sövdüğümüz, yaşatırken öldürdüğümüz kadınlarımız. Cahil bıraktığımız, hor baktığımız, zorda bıraktığımız kadınlarımız… Sizin adınıza düşündüğümüz, sizin adınıza karar verdiğimiz, size sormadığımız, esirleştirdiğimiz kadınlarımız…
Karadeniz yaylalarında çay ve fındık toplayan, Kayseri köylerinde halı dokuyan, Ege’de zeytin ezen, Güney Doğu’da inek sağan, Trakya’da peynir yapan kadınlarımız…
Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Nilüfer, Zerrin Özer, Müzeyyen Senar, Behiye Aksoy, Nesrin Sipahi, Gönül Akkor, Muazzez Abacı, Emel Sayın, Neşe Karaböcek, Muzaffer Akgün, Bedia Akartürk, Belkıs Akkale ve daha niceleri… Hayatı biraz daha katlanır kılan, güzelleştiren, duygu katan ve bizleri duygulandıran dünyanın en güzel sesleri kadınlarımız!..
İyi ki varsınız!..
Hepinizin ellerinden öpüyor, Dünya Kadınlar Gününüzü kutluyorum.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

Hiçbir Şeyden Korkmadım Aliye Rona’dan Korktuğum Kadar…

Hiçbir Şeyden Korkmadım Aliye Rona’dan Korktuğum Kadar…

Zonguldak… Çocukluğumun geçtiği yer.

Gökyüzünün ağır bir kömür kokusuyla erkenden karardığı Kara Elmas şehrim, çileli ağır işçisinin kaderini kabullenişi gibi suskundu. Yerin metrelerce altındaki güneş görmeyen karanlık yerlerde, dişiyle tırnağıyla kazarak simsiyah bir madenden bembeyaz bir gelecek yaratma çabasının tezatlığı gibiydi hayat… İş bulmaktan ve işi kaybetmekten daha büyük korkular yaşıyordu hemşehrilerim: iş kazası ve ölümler. O sağlıksız şartlar, ciğerlerin katrana bulanışı, göçükler ve üç otuz kuruşa harcanan ağır emeklerin bedeli olan hayatlara da korkular siniyordu.

Büyüklerimizin korkuları, biz hiçbir şeyden habersiz çocuklara bile bulaşıyordu. Bize ayıracak zamanları pek olmayan anne-babalarımızın, bizi hizaya sokmaya çalışan büyüklerimizin ve bilgisiz toplum olmanın da etkisiyle boyumuzdan büyük korkularımız vardı.

Size garip gelecektir biliyorum ama ben en çok Aliye Rona’dan korkardım. Sinemayı gerçek gibi yaşadığımız yıllardı. Ve hayatı sinemadan öğrenmeye çalıştığımız zamanlar… İyisiyle kötüsüyle, cesuru korkağıyla, güzeli çirkiniyle onlarca karakteri barındıran filmlerde Aliye Rona, öyle büyük oynuyor, öyle güçlü kadın karakterleri yaratıyordu ki, etkisinden kurtulmak imkansızdı. Hele kötü bir kadını, bir analığı, bir kayınvalideyi oynayışı vardı ki, kötünün en kötüsü olabiliyordu. Gelinine bir bakış fırlatıyor, ağır bir söz söylüyordu ki, kızcağız yürümesini şaşırıyordu. Bazen koca koca erkekleri evire çevire dövüyordu. Filmler siyah-beyazdı ve o filmin en siyahı Aliye Rona’nın oynadığı karakter oluyordu. Çocukluk işte, öyle etkisinde kalmışım ki, bütün kötülüklerin Aliye Rona’dan geleceğine inanıyordum. Sokağın tenhalığında bir bakkala giderken, hele de hava kararmışsa karşıma aniden Aliye Rona çıkacak diye ödüm kopuyordu. Bu neredeyse yıllar boyu sürdü gitti…

İnsan korkuları hayattan ve en çok da büyüklerinden öğrenirmiş… Çocuk aklı bir şeye yetmez diye, bizi tehlikeden uzak tutmak için bazı nesnelerden korkuturdu anne babalarımız. “Düşersin”, “yanarsın”, “kirletirsin”, “kaybedersin”, “düşürürsün”, “boğulursun”, “ölürsün”, “dayak yersin”, “ağzına biber sürerim”, “sokağa bırakmam”, “eve kapatılırsın” gibi sayısız kötü sonuçlar hemen ortaya konurdu. “Sobaya yaklaşma”, “kibritle oynama”, “prizden uzak dur”, “suyla oyun olmaz”, “yükseklere çıkma”, “büyüklere karşı gelme”, “yüksek sesle konuşma”, “küfür etme”, “izin vermeden konuşma” ve daha neler neler… Yapmamamızı istedikleri ne kadar yanlış varsa ve yapmamızı istedikleri ne kadar doğru varsa hepsinin ucuna bir korku, bir korkutucu ceza koyarak sundular. İlk adımlarımızı korkarak attık, düşeceğiz diye. Koşarken ayağımız takılacak diye ürktük.

Biz büyüdük, adımlarımız büyüdü ama korkularımız hiç küçülmedi. Aksine çoğaldı. Çünkü sahip olduklarımız arttı, onları kaybetme korkumuz da arttı. Öyle zaman oluyor ki, itibarımı kaybetmek hayatımı kaybetmekten daha önemli geliyor, bu yüzden işimde kaybetmekten korkuyorum. Bazen de sevdiklerimden bir tanesini bile kaybetmek yerine tüm maddi varlığımdan gözümü kırpmadan vazgeçmeyi göze alabiliyorum.

Korkularımızın en büyüğü kaybetme korkusudur… Sahip olduğumuz maddi ve manevi değerleri kaybetmek hepimizin duyduğu en büyük üzüntüdür. Cüzdanımızı çaldırmak, paramızı kaybetmek, evimizin yanması, eşyamızın zarar görmesi, arabamızın kaza yapması, işlerimizin kötü gitmesi, işimizi kaybetmeniz gibi korkular maddi varlıklarımızı kaybetmeyle ilgili durumlardır. Sahip olduğumuz sağlığı, dinçliği ve güzelliği kaybetmek de korkutur bizi, ama elbette ki en büyük korkumuz ölüm korkusudur. Hastalıktan, kazadan da bu yüzden korkarız. Onların bizi ölüme götüreceğini düşünürüz. Silahtan, kesici aletlerden, prizden, denizden, yüksekten, psikopattan, caniden, katilden korkmak hep ölüm korkusuyla açıklanabilir.

Karanlıktan korkmak, gelecekten korkmak, bilinmezden korkmak da aynı sonuçla bağlantılıdır. Çünkü karanlıkta aniden karşımıza biri çıkabilir, bir yankesici canımıza ya da malımıza kastedebilir, bir çukura düşebiliriz veya bir katille, bir şehir magandasıyla karşılaşabiliriz. Nedense garip bir biçimde bilinmeyen dünyada hep kötülükler olduğu gibi bir fikre sahibiz. Tanımadığımız birine güvenmemek, onun varlığından kuşku duymak, bir anlamda onun varlığından korkmamıza yol açabilmektedir. Gelecekten korktuğumuz için tasarruf yaparız, risk almayız, tedbirli hareket ederiz. Çünkü gelecek bilinmezdir ve neler olacağına dair en ufak bir fikrimiz yoktur. Çünkü gelecekte hastalık olacaktır, yaşlılık başlayacaktır, çocuklarımız bize bakmayacaktır, eşimiz terk edecektir, sokaklara düşeceğizdir. Böyle düşünürüz, böyle düşünmemiz sağlanmıştır. Sigorta meselesi de bu gerekçeyle oluşturulmuştur. Sağlık sigortası, yaşam sigortası, trafik sigortası, kasko, yangın sigortası ve daha neler neler… Hepsi korkularımıza dayanıyor gördüğünüz gibi!..

Korkuyla baş etmek için iki yol seçeriz. Ya bizi korkutan şeyden hızla uzaklaşırız, ya da korkularımızı yenmek için üzerine üzerine gideriz. Mesela, kadınlar örümcekten korkuyorsa, fareden, yılandan korkuyorsa, bunların olmadığı yaşam alanları seçerler. Ölüm korkumuz varsa ölümü düşünmemeyi tercih ederiz. O da bir nevi kaçıştır. Yükseklik korkusu olanlar alt katlarda otururlar. İlginç korkuları, yani fobileri olanlar da vardır aramızda. Bazılarının kalabalık fobisi vardır, bazılarının kapalı mekan fobisi, asansör fobisi… On kat merdivenleri inip çıkmayı tercih eder böyleleri…

Oysa insan aklıyla yaşayan özel bir canlıdır ve kurduğu bütün bu uygarlıkları, başardığı buluşları aklına borçludur. Aklı, bilgi besler ve geliştirir. Yani korkuları yenmenin bir de akıl yolu vardır. Örneğin suda boğulma korkusunu yenmenin yolu yüzme öğrenmektir. Elektrik çarpması korkusu ancak elektrikle ilgili bilgi sahibi olmakla yenilir. Aliye Rona korkusu da, Aliye Rona’nın kendine yazılan rolü başarıyla oynayan bir sanatçıdır, yaptığı şeyler de rol icabı olanlardır mantığını geliştirmekle halledilir.

İşi kaybetme korkusunu yenmenin tek yolu ise, işinde iyi olmak; hatta en iyi olmaktır. Bizim için de, sizin için de bu böyledir. Rakiplerimizden daha kaliteli ya da daha ekonomik üretim yapıyorsak, daha iyi hizmet sunuyorsak satışlarımız daha iyi olacaktır kuşkusuz. Çalıştığınız firmada ya da sektörünüzde işinizi sizden iyi yapan yoksa, hiçbir müdür ya da patron sizin gibi değerli bir elemanını asla kaybetmek istemeyecektir.

Ölüm korkusuna gelince!..

Ünlü filozof Epiktetos’un dediği gibi:
“Ben varken ölüm yok. Ölüm geldiğinde ise ben olmayacağım.”

Hepsi bu kadar!

Korkmadan yaşayacağınız mutlu ve uzun bir hayat diliyorum.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş
9 Ocak 2014, İstanbul

Her Kadın Bir Kahramandır…

Her Kadın Bir Kahramandır…

Sappho, tarihin ilk kadın edebiyatçısı. Kleopatra, Mısır’ın son hükümranı, güzelliği bugün bile dillerden düşmüyor. Boudicca, Romalılar’ın ülkesinin yıkımına karşı durdu ve tüm klanları birleştirip direnişin sembolü oldu. Hildegard von Bingen, hayatını bir manastırda inzivada geçiren bir rahibeyken, şiddetli migren ağrılarından sonra hislerini kağıda döken ilk kadın şair oldu. Aquitaine’li Eleanor, Fransa’nın ilk kraliçesi. Güzelliği ve çekiciliğiyle dikkat çekmesinin yanı sıra politika üzerinde oldukça etkiliydi. Aile bağları sayesinde tüm Avrupa’yı kontrol etti. Jeanne d’Arc, Fransa’nın en vatansever kadını üstüne zırhları geçirip ülkesini İngiltere’ye karşı korudu. Tüm ülkede Yüzyıl Savaşlarının sembolü oldu. Büyük Katerina, Rusya’yı 18’inci yüzyılının en büyük gücü haline getiren büyük çariçe. Mary Wollstonecraft, ‘Kadın Hakları’nın yasalaşması fikrini ortaya attı. Jane Austen, kadınların çok nadir roman yazdığı bir dönemde Kül ve Ateş ile Gurur ve Önyargı gibi başyapıtlar çıkaran yazar. Harriet Beecher Stowe, yazılarıyla köleliğe karşı başkaldırıyı topluma yaydı. Kraliçe Victoria, İngiltere´yi güneş batmayan imparatorluk yapan kraliçe. Florence Nightingale, savaş zamanı yaralı askerleri tedavi etmek için gece gündüz çalıştı ve modern hemşireliği kurdu. Emmeline Pankhurst, kadınlara oy hakkı sağlanmasına hayatını adayan İngiliz politik aktivist. Marie Curie, radyasyon üstünde yaptığı çalışmalarla Nobel Ödülünü kazanan ilk kadın bilimci. Emily Murphy, Kanada`nın ilk kadın yargıcı ülkede kadınların insan olarak sayılmadığı hükmünü içeren kanunun değiştirilmesini sağladı. Rosa Luxemburg, sosyalist bir Almanya için çalışırken Alman askerleri tarafından öldürülen Marksist politikacı. Helena Rubinstein, kozmetik kavramını bulan ve bir servet sahibi olan Polonyalı girişimci. Helen Keller, bebeklik yıllarında görme konuşma ve duyma yeteneğini kaybetmesine rağmen aldığı eğitim ile özürlülere yardım edecek birçok yayın çıkaran pedagog. Coco Chanel, modern tasarımlarıyla moda kavramını yaratan tasarımcı. Eleanor Roosevelt, İnsan Hakları Bildirgesi’ni Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna sunan ve kabul edilmesini sağlayan dünyanın ilk First Lady’si. Amelia Earhart, Atlantiği uçarak geçen ilk kadın. Katharine Hepburn, yaşamına 4 Oscar ve 12 Oscar adaylığı sığdıran ve oynadığı rollerle tabuları yıkan oyuncu. Simone de Beauvoir, ikinci nesil feminizm dalgasını başlatan varoluşçu Fransız yazar. Rahibe Teresa, hayatını güçsüz ve bakıma muhtaçlara adadı ve Kalküta´da sadece kendi elleriyle 1000 kişiyi kurtardı. Dorothy Hodgkin, penisilin ve insülin üretiminin geliştirilmesini sağlayan bilim insanı. Indira Gandhi, Hindistan’ın ilk kadın başbakanı, ülkesini en zor zamanlarında dağılmaktan kurtardı. Eva Peron, Arjantinli lider Juan Peron’un eşi. Yoksulların ve kadınların haklarını savunarak halkın sevgilisi oldu. Margaret Thatcher, ‘Demir Leydi’ lakaplı İngiltere´nin ilk kadın başbakanı. Marilyn Monroe, seksilik kavramını sinemaya taşıyan en güzel sarışın. Dian Fossey, hayatının çoğunu Afrika’da vahşi gorillerle yaşayarak geçiren zoolog ve çevrebilimci… Soyu tükenmekte olan birçok hayvanın korunması çalışmalarına öncülük etti. Betty Williams, Kuzey İrlanda`da barışı sağlamak için yaptığı çalışmalar nedeniyle 1977`de Nobel Barış Ödülüne layık görüldü. Billie Jean King, kadın sporcuların eşit haklarda yarışabilmesi için savaştı. Yirmisi Wimbledon`dan olmak üzere 67 madalya kazandı. Benazir Butto, Müslüman bir ülkenin ilk kadın başbakanı olan Butto, Pakistan`ın diktatörlükten demokrasiye geçişini sağladı. Madonna, tüm zamanların en başarılı kadın pop sanatçısı. Müziğin ‘aykırı kraliçesi’ 1980`lerden itibaren pop kültürüne damgasını vurdu.

……………………………………………………………………………………………………………

Onlar, tarihi değiştiren kadınlar. Kadın kahramanlar. Dünyanın tanıdığı…

Semiha Şakir, Halide Edip Adıvar, Nene Hatun, Afife Jale, Keriman Halis, Müzeyyen Senar, Remziye Hisar, Gül Esin, Türkan Akyol, Süreyya Ağaoğlu, Müfide İnan, Filiz Dinçmen, Safiye Ali, Feriha Sanerk, Sabiha Bengütaş, Bedia Muvahhit, Feriha Tevfik, Neriman Altındağ Tüfekçi, Yıldız Kenter, Türkan Şoray, Sezen Aksu, Ajda Pekkan, İdil Biret, Suna Kan, Jale Yılmabaşar gibi bizim kahramanlarımız var.

Bir de sessiz kahramanlar var. Kimsenin tanımadığı. Evlerinde, tarlalarında, işyerlerinde hayatın şartlarına direnen, yok sayılsa da varlığını her anımızda gösteren, dokunduğu yere hayat veren kadınlar var.

Aslında her kadın, bir kahramandır. Kimileri tarihi değiştirir, kimileri talihi. Zaten değişim de ya bir kadının fikriyle, ya da bir kadın eliyle başlar. Mesela benim kahramanım annemdir.

Kadın, bir erkeğin, bir çocuğun, bir ailenin ve hatta bir toplumun talihini değiştirendir. Talihini değiştirdiği zaman tarihi de değiştirmiş olur bir bakıma…

Kadın, sanat, güzellik ve estetiğe ilham verendir. Şiirleri yazdıran, şarkıları besteletendir. Üretim hayatının tetikleyicisidir. Tek başına tekstil, moda, kozmetik, estetik ve dekorasyon dünyasını yaşatandır. Savaşları erkekler yapar ama savaş nedeni çoğu zaman bir kadındır. Çünkü kadın, erkeğin dünyasının başrol oyuncusudur. Dünyasının merkezi, hatta kendisidir. Çünkü kadın, erkeği ehlileştiren, yumuşatan, çalışkan yapan, güç ve güven verendir. Erkeğin hayatının direksiyonundadır.

Kadın, annedir. Dünyanın en muhteşem duygusunu yaşayan, yaşatandır.

Kadın yüreğini ve sevgisini koyduğu her alanda başarılıdır. Ama şuradan biliyorum ki, en yüksek başarıya en özgür bırakıldığı anlarda ve yerlerde ulaşıyor. Mutfakta mesela, tam bir özgürdür ve mucizeler yaratır. Bebeğiyle olan ilişkisinde, tam bir özgürlüğe sahiptir ve dünyanın en güzel iletişimini kurar. Yani demek istediğim, kadınlar özgürleştikçe, özgür bırakıldıkça, özgürlüğünün peşine düştükçe daha mutlu ve daha başarılı oluyor. Ya da başka bir ifadeyle, hayata en fazla katkı sağlayanlar, en fazla özgür olanlardır. O yüzden bu özel günün anısına ben de şunu dileyebilirim: Erkekler tarafından susturulmayan, kıstırılmayan, aşağılanmayan, ezilmeyen; eğitimiyle, fırsat eşitliğiyle, ekonomik ve sosyal özgürlüğüyle erkeklere eşit kadınlara sahip bir ülkemiz olsun.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü, başta eşim ve kızım olmak üzere, tüm kadınlara kutlu olsun.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

5 Mart 2014, İstanbul

Firuze

Firuze

Önce bir yerlerde kulağıma çalındı. Melodisi bir yerlerden tanıdık geldi, “ben bu şarkıyı nereden biliyorum?” diye düşündüm. Hem bildiğim bir şarkı gibi, hem yeni bir şarkı gibi. Sordum, öğrendim ki, “Firuze”ymiş… Hani çılgın dahi Aysel Gürel’in sözleri, Atilla Özdemiroğlu’nun bestesi olan ve Sezen’den dinlediğimiz o unutulmaz şarkı. Sanırım 80’li yıllardı o zamanlar. Hatırladığım kadarıyla da “Yılın Şarkısı” seçilmişti pek çok kuruluş tarafından. İşte o Firuze şimdi Jasmin Levy diye bir kadın tarafından seslendiriliyordu. Libertad isimli bir albümdeymiş, aldım arabamda dinliyorum sık sık…

Jasmin Levy’yi belki daha önce de dinlemişsem de kim olduğunu bilmeden dinlemişimdir. Firuze’yi kendi dilinde seslendiriliyordu, yalnızca Firuze adı tanıdık geliyordu. Ama şarkıyı bildiğimizden biraz farklı söylese de öyle muhteşem bir yorum katıyordu ki, bu hüzünlü sesin sahibini tanımak istedim.

Jasmin Levy’nin babası Manisa’da doğmuş. İsrail devletinin kuruluşundan sonra radyoda koro şefliği yapmak üzere İsrail’e dönmüş. İki yaşında babasını kaybeden Jasmin’i annesi büyütmüş. Altı yaşında piyano çalmayı öğrenen sanatçı, 20 yaşında ciddi anlamda şarkı söylemeye başlamış. Kısa sürede uluslar arası bir şöhret sahibi olmuş.

Ülkemizde de konserler veren Levy, Türk müziğini de ilgiyle takip ediyormuş; İbrahim Tatlıses, Orhan Gencebay ve Sezen Aksu’yu çok beğeniyormuş. Hatta geçtiğimiz yıl Aysel Gürel’e Saygı albümünde yine Atilla Özdemiroğlu’na ait Sevda isimli şarkıyı da yine kendi dilinde söylemiş. Şimdi dünya starı Jasmin Levy’nin muhteşem sesinden tüm dünya Firuze’mizi dinliyor. Harika bir duygu bu….

Jasmin Levy’den özellikle söz etmemin nedeni şu ki, görüyorsunuz sanat, dünyanın ortak buluşma noktası. Birbirlerinden uzakta farklı kültürlerle büyüyen ve farklı yaşam biçimlerine sahip olan insanlar sanatın sihirli dokunuşuyla aynı duygularda buluşuyorlar. Siyasetin ayrıştırdığı dünyayı sanat birleştirmeye çalışıyor. Müzik de bu duyguların ortak dili olarak ayrı bir yere konuyor. Anlamadığımız dillerdeki müzikleri anlayarak duygulanıyoruz. Rodrigo, İspanya iç savaşından duygulanarak Gitar Konçertosu’nu besteliyor ama tüm dünya o şarkıda bambaşka duygular yaşıyor; aşklarına, ayrılıklarına tercüman ediyor.

İnsan olmanın, insani ortak değerlerle donatılmanın muhteşem zenginliği bu işte. Bir düğüne gidiyorsunuz, gelin ile damat Uruguaylı besteci Gerardo Matos’un bestesi La Comparsita eşliğinde geliyor, Amerikalı Whitney Houston’un şarkısı I Will Always Love You ile dans ediyorlar. Yunan müziği Kasap Havası ile halay çekiyor, Arap müziği ile göbek atıyor, Ankara’nın Bağları ile eğleniyoruz. Gördüğünüz gibi çok ulusluyuz.

İçimizde de pek çok farklı müzik türleri yaratmışız. Balkan müziğinin oynaklığı, Ege müziğinin ağırbaşlılığı, Akdeniz müziğinin coşkusu, Karadeniz müziğinin canlılığı, Doğu Anadolu müziğinin hüznü, Orta Anadolu müziğinin neşesi her kültürü, her coğrafyayı sevmemizi sağlıyor. Roman müziği çaldığında kayıtsız kalan, ceketi beline bağlayıp piste fırlamayan var mıdır? Ya o Kolbastı çılgınlığına ne demeli? Ankara türküleri anında ayaklarınızı yoldan çıkarmaz mı? Havada Bulut Yok Bu Ne Dumandır derken hepimiz sanki oğlunu Yemen’e savaşa göndermiş gibi hüzünlenmez miyiz? Kibariye o kendine özgü hançeresiyle “Eller Kadir Kıymet Bilmiyor Annem, Senin Kadar Kimse Sevmiyor Annem” derken annesi aklına gelmeyen, içindeki kırıklığı yüreğine hapsedemeyen, ağlamayan var mıdır?.. “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı”yı dinlerken bir anda hepimiz Çanakkaleli olmuyor muyuz?.. “Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine, Hasret Kaldım Gözlerinin Rengine” şarkısında kim içki meclisinde bir “ah” çekmez ki?.. “Hani Benim Gençliğim Nerde” diyen Ahmet Kaya’yı anlamak için Kürt olmak mı gerekiyor? O hepimizin olmuyor mu? Ya da Jasmin Levy’yi Yahudi olduğu için dinlemeyecek miyiz? Sevmeyecek miyiz?

Ayrıştırma politikacıların işi. Birbirine bir kötülüğü olmayan toplumları ve onların yeni büyüyen hiçbir şeyden habersiz çocuklarını düşman yapmakla büyük günah işliyorlar. Oysa aslında biz ekmeğimizi onlarla paylaşıyoruz. Evet evet, yalnız komşumuzla değil, tanımadığımız insanlarla. Nasıl mı?

Kiltaş hammaddesini Guyana’dan alıyor. Taa Güney Amerika’dan. Onu Türkiye’de, Türk insanlarının elinde işliyor; ateşe dayanıklı fırınlarında kullanmak üzere fabrikalara veriyoruz. O fabrikaların birinde bir fırın üretiliyor. O fırın İtalya’ya satılıyor. İtalyan bir kadın o fırında bir makarna üretiyor ve o makarnayı İran’a satıyor. İran’lı bir kadın o makarnayla karnını doyuruyor, mutlu bir biçimde işine koyuluyor, güzel bir halı dokuyor. O halı İsveçli bir çiftin evlerine gidiyor. İsveçliler balayına Türkiye’ye geliyor. İsviçrelinin bulduğu bir aşıyı Afrikalı kullanıyor ve hastalığı yeniyor. Brezilya kahvesini içiyor, Seylan’dan çayımızı getirtiyoruz.

Böyle bir örnekte gördüğünüz gibi biz dünyanın tüm insanları aslında kocaman bir aileyiz. Hepimiz bir boşluğu dolduruyor, dünyayı daha yaşanır kılmak için çalışıyoruz.

Dünya gitgide küçülüyor, sınırlar kalkıyor ve birbirimize şarkılar söyleyerek ilerliyoruz.

Geleceğin daha güzel ve barış içerisinde olması; müziğin sesinin hiç kısılmamasını diliyorum.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

20 Mart 2014, İstanbul

Bir Ben Var Bende,Bir De Öteki Ben…

Bir Ben Var Bende,Bir De Öteki Ben…

Çoğunlukla hayat sorumluluklar ve görevler üzerine kuruluyor. İnsan çocukken bir an önce büyümek istiyor. Çocuk aklı işte! Bilse, hiç büyümeyecek de… Büyüdüğü zaman da hep çocukluğu kalıyor aklında. Yaşadıkları, yaşayamadıkları, özledikleri, yaşamak istedikleri ne varsa, hepsi göğsüne hapsedilmiş bir büyük “of” gibi, bir iç çekiş gibi hep yanında.

Dedim ya, sorumluluklar ve görevler öyle ağır basıyor ki, o elbiseyi öyle bir üniforma gibi üstünüze giyiyorsunuz ki, sanki tüm hayatınız boyunca sadece tek bir göreviniz varmış gibi başka biri olamıyorsunuz. Başarıya endeksli bir hayat sizi makinenin dişlilerinden biri yapıyor. Üstelik ne başarının sonu var, ne bunun keyfini çıkaracak boş vaktiniz… Hep bir sonrakine odaklanıyor, hep bir sonraki sipere ulaşmaya çalışıyorsunuz.

Bazen aniden yalnızlaştığımı, bu sırada da kendimi hayatımı sorgularken, geçmişin hesaplarını yaparken bulurum. Geçmişime üzülür, geleceğimden endişelenirim. Sorgulamalar hiç bitmez hayatımdan, anlam veremem bu dünyanın ve insanın düzenine. Yanımda birilerini ararım. Ama bir bakarım ki, dün yanımda olanlar bugün yok oluvermişler… Verilen emeklere, bağlanılan umutlara ve hayallere üzülürüm. Kendi kendime derim ki: “Bir avuç çakıl taşım vardı elimde, her giden bir tanesini götürdü. Geriye kalan ise sadece boşluk”…

“Bu dünyadaki rolüm nedir?” diye düşünürüm… Kendimi bir anda oyundan çıkartılmış hisseder, üzülürüm. Sonra “bırakma kendini” derim. “İyi şeyleri düşün. Nasıl bakarsan öyle görürsün.” Sahte gülücükler yaratır, kendi içimde Pollyannacılık oynarım. Son bir umutla tutunacak yeni dallar ararım. Ama attığım her adımda cebimdeki misketlerden bir tane daha düşer. Onlar düştükçe ben neşemi kaybederim. Yeni hayaller yaratırım. Onlar için yaşayacağım yeni yaşama sebepleri. Sahte hayaller, sahte insanlar, sahte sevgiler…

Ve bazen gitmek isterim buralardan, tüm geçmişi ve tüm duyguları geride bırakarak… “Sanki bir önceki hayatımda ben bunları yaşamıştım” diyerek hatırlayacak kadar yabancılaşmak isterim kendimden. Bir başka diyar, bir başka ben…

Ve bazen de “gerçek hayat bu değil, gerçek insanlar bunlar değil” diyerek tüm dünyaya kafa tutmak isterim.

Ve bazen sadece susmak isterim. Sessizliğin tüm soruların cevapları olduğunu bilirim… İşte o zaman kaçmak isterim. Bulunduğum yerden, gördüğüm insanlardan, görevlerimden, sorumluluklarımdan, her şeyden, herkesten, hatta kendimden bile…

Bazen, uzun zamandır görmediğim dostları çat kapı ziyaret etmek, bir kitabı, bir anı, bir sohbeti bölmeden yaşamak… Hayatın akışına kaybolmak, sessizliğe kulak vermek.. Ne güzel olurdu!..

Bunalırsınız şehrin telaş ve stresinden. Bunalırsınız iş hayatının hesap/kitaplarından. Yorulursunuz, dolarsınız, tıkanırsınız hatta… Tam böyle bir zamanda bazen bir plan yaparak, bazen ani bir kararla atarsınız kendinizi bir tatil beldesine. Herkeslerden uzak, gönlünüzce dinleneceğinizi, sinirlerinizi yatıştıracağınızı hesap edersiniz. Hatta içine eğlence bile katacağınız küçük planlar da eklersiniz. Kendinizi ödüllendireceğiniz alışverişler, kıyafetler, güzel yiyecekler, bol bol içecekler… Deniz, güneş, ayın batışı, yakamozlar… Sizden iyisi yoktur hesapta.

Ama o da ne!.. Telefonlarınız her zamankinden fazla çalmaya başlar. Ya da siz ararsınız her zamankinden daha fazla. Sanki sizsiz hiçbir şey yolunda gitmeyecektir. Sanki sizin olmadığınız zamanlarda dolar fırlamış, faizler zirve yapmış, borsa patlamış, müşteriler kaybolmuş, üretim durmuş, çalışanlar çalışmaz hale gelmiş gibidir. Ve sanki dünyanın tüm aksilikleri, aksilik bu ya, sizin üç günlük tatilinize denk gelir. Sizi huzurunuzla baş başa bırakmamak için anlaşmışlardır.

Onu ararsınız talimat verirsiniz, ötekini arar transferleri sorarsınız. Tekrar döner teyit ettirirsiniz. Olmadı bir daha, yok başka bir kişi daha, böyle sürer gider. Gelmek için iyi bir zaman değildi diye düşünmeye başlarsınız. Aklınız orada kalır. Şunun farkına varırsınız ki, siz olmadan bir iş yürümüyordur. Bir yere bırakıp gidecek lüksünüz yoktur. Hatta daha ileri gider, “tatil benim neyime” bile dersiniz. Vaktinizi işle doldurduğunuzu geçtim, uzaktan işleri halletmeye çalışmak daha zor ve daha streslidir. Emanet güvensizliğe, güvensizlik korkuya, korku endişeye, endişe de yerini strese bırakır.

Aslında sonra anlarsınız ki, sizsiz de hayat kaldığı yerden devam etmekte, işler küçük telaşlar dışında aynen yürümektedir. Ama asıl sorun sizdedir.

Siz gittiğiniz yere de aynı kafayla gitmişsinizdir.

Yani sözün özü, insan kafasını değiştirmediği; sorumluluk ve korkularını da götürdüğü sürece, nereye giderse gitsin, aynı adam olarak gider. Kendini değiştirmediği sürece, hiçbir şey ve hiçbir yer onu değiştirmez.

Cennet de cehennem de, iş de, tatil de sizin içinizdedir.

Tıpkı korku ve güvenin, umut ile karamsarlığın, kazanmak ile kaybetmenin sizin kafanızda olması gibi.

Siz istemezseniz hiçbir şey olmaz.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

10 Nisan 2014, İstanbul

Kil`taşlama…

Kil`taşlama…

Hani adımız Kiltaş ya, “çamurcu” diye bize “taş” atmaya çalışanlar oldu. Küçümseyenler hatta… Ama biz, bize çamur atmaya çalışanları da, taşı iyi tanıdığımız için ne taştan korkarız, ne de taşı küçümseriz. Taşın ne anlama geldiğini, ne ifade ettiğini bir hatırlatayım istedim… İnsanlık tarihi taş üstüne yazılarak başlamıştır… İnsanın taşla hikayesi de vahşi hayata tutunma hikayesi olarak anlam kazanmıştır. Başta hayvanlar olmak üzere dış dünyanın tehdit ve korku veren güçlerinden kendini korumak için etrafına bakan insan, önce taş’ı farketti. Onun ağırlığı ile gücünü, sertliği ile şiddetini, işlenebilirliği ile de fonksiyonlarını keşfetti. Ve insanoğlunun taşla dostluğu işte böyle başladı. Medeniyet de taşla başladı. Yontma Taş Devri, Cilalı Taş Devri diye sürdü gitti. O taş yuvarlandı teker oldu, sivriltildi mızrak oldu, inceltildi bıçak oldu. Ve taş taş üstüne kondu, evler meydana geldi. Kısacası insanoğlu korunmayı da, barınmayı da taşın sayesinde başardı. Hatta ve hatta karnını doyurmayı, yani avlanmayı da taştan aletler yaparak gerçekleştirdi. Bugün geçmiş uygarlıkların izlerini de yine taş yığınlarından çözmeye çalışıyor arkeologlar, sanat tarihçileri, bilim adamları… Tarih, konuşma dilinin oluşmasından önce insanların resim ya da şekillerle birbiriyle iletişim kurduğunu söyler. Taş üstüne taşla çizilen şekiller birbirlerine mesaj verdi. Türk tarihi açısından ilk yazılı kaynaklar kabul edilen Orhun Kitabeleri de taş üstüne işlenen yazılardan ibarettir. Taşı keşfeden insanlık, taşın içindeki zenginliği de keşfetmeye başladı zamanla… Bir taşın öteki taşa benzemediğini gördü. Çakıl taşıyla yol döşedi, çakmak taşıyla o yolu aydınlattı. Değersiz bulduğuna değersiz taşları fırlattı; değerli taşları parlattı, en değerli varlıklarının boynuna taktı. Böylece kıymetli ile kıymetsiz ayrımını yapmış oldu. Değirmen taşı ile mahsulünü işledi, buğdayı un etti; bileme taşı ile kesici aletleri bileyledi. Zımpara taşı ile yonttu, kan taşı ile bedensel rahatsızlıklarına şifa aradı. Hayatın her yerinde kullanılan taş bu kadar kendine yer bulur da, dilde yer bulmaz mı? Ne çok sözümüz vardır taş üstüne!.. Yaptığımız işi küçümserler, zorlanmadan bir şeye sahip olduğumu söylemek için “taş attın da kolun mu yoruldu” derler. Yaşı geçkin bir dostumuzu, “sen gençlere taş çıkartırsın” diye motive ederiz. Erkekler arasında, fiziğine iyi bakmış bir kız için şöyle bir laf vardır: “taş gibi” deriz… Alışverişe gideriz, bir şeyi almak isteriz, yüksek bir fiyat söylerler, şaşırır, itiraz ederiz. “Bu ayakkabı taş çatlasa 70 Lira eder” diye bir cümle kurarız. “Taş çatlasa” sözü, “en fazla ederi budur” anlamında bir sözdür. Güçlü olana “taşı sıksa suyunu çıkarır” diye iltifat edilir, hantal olan “yürü taş arabası” diye aşağılanır. Cimri olanlar için “taşın yağını çıkarır” diye bir deyim kullanırız. Acıma duygusundan yoksun olana “taş kalpli” deriz. Kıskançlık duygularıyla birlikte hakkımızda ileri-geri konuşanlara karşı kendimize şu sözlerle moral veririz: “Meyve veren ağaç taşlanır.” Hiç beklemediğimiz birinden beklemediğimiz bir olumlu hareket geldiğinde şaşkınlıkla birlikte şu fikre kapılırız: “Ummadığın taş, baş yarar.” Kıyamet alameti gibi görürüz beklenmedik durumları, şaşırtıcı davranışları… “Başımıza taş yağacak” diye özetleriz. İçine düştüğümüz durumdan kendimizi sorumlu tuttuğumuz zaman da şu bilgeliğe erişiriz: “Başımızı yaran taş, başlarına attığımız taştır.” Birlik olmanın güzel olduğunu, bizi güçlendireceğini anlatmak için “yalnız taş duvar olmaz” deriz. Bu söz en çok da evlilik çağında kullanılır. “Taş yerinde ağırdır” deriz, kıymeti bilinen yerden gitmek isteyenler için. Hayatın her alanında, ama özellikle iş hayatımızda hangimizin önü kesilmemiştir, hangimiz birileri tarafından çelmelenmemiş, hangimizin tekerine taş konmamıştır ki?.. Ve hangimiz hiç ummadığımız bir anda, hiç ummadığımız birinden hiç ummadığımız bir hayal kırıklığı yaşamadık, “taş kesilmedik” ki?.. İşaret olsun diye yavuklunun camına taş atan da biz, sevap işlemek için şeytan taşlayan da biz. Susup susup da, tam söylenmesi gerektiği yerde “taşı gediğine koyan” da yine biziz. Bir büyük pişmanlıkta başımızı vurmadığımız taş kalmaz, en şiddetli öfkemizde de “taş üstünde taş” bırakmayız. Bu dünyadaki evini taştan yapan insanoğlu, ölümsüzlüğü de taş üstünde buldu. Adını mezar taşına yazdırarak, bir zamanlar bu hayatta var olduğunu unutturmamaya çalışıyor. Yani, sevgili dostlar, ekmeğimizi taş’tan çıkarıyor olmaktan gurur duyuyoruz. İşimizi hafife almaya çalışanlara tebessümle şu cevabı veriyor ve yolumuza devam ediyoruz: “Yuvarlanan taş yosun tutmaz!” Saygılarımla. Nejat Gümüş 30 Nisan 2014, İstanbul

Analara Kıymayın Efendiler!…

Analara Kıymayın Efendiler!…

Çocuk, asgari ücretin altında bile olsa, para kazanmaya başladığı anda babasına ihtiyacı olmadığını düşünürmüş. Ama değil koca bir adam, süperman de olsa ayağı tökezleyip düştüğü anda “anne!” diye çağırırmış.

Adam, dünyayı yenebileceğini düşünecek kadar güçlü de olsa, annesinin bir tek dileğine, bir tek duasına ihtiyaç duyarmış.

Evlat, dünyanın en pahalı ve ünlü restoranında da yemek yese, o yemeği en iyi annesinin yaptığına inanırmış.

Dünyanın en güzel ve ulaşılmaz kadını dahi ona, “seni seviyorum, sana çılgınlar gibi aşığım” dese, kendisini en çok sevenin annesi olduğunu bilirmiş.

Biz babaların asla anlayamayacağı özel bir ilişki var anne ile çocuğu arasında. Dünyanın en varlıklı ve en cömert babaları da olsak, bu özel ilişkinin önüne geçemeyeceğimizi hepimiz çok iyi biliyoruz aynı zamanda. Bu yüzden ben çocuğuma “annen mi, ben mi?” diye bir soru sorsam, eşim kazanan, ben kaybeden oluyorum. Bu soruyu eşim bana sorsa “annen mi, ben mi?” diye, kaybeden o oluyor. Yani özetle, kazanan her zaman anne. Yani en çok sevilen!..

Bu neden böyledir bilinmez. Yani olay sadece 9 aylık bir zamanda mı meydana geliyor? Bebeğin doğar doğmaz ilk ayırt ettiği şey neden yalnızca annesinin kokusu oluyor? Bu nasıl ilahi bir duygudur? Ve bizlere göre dünyanın en anlaşılmaz, en çekilmez, en dırdırcı, en kavgacı varlığı dediğimiz kadınlar anne olunca nasıl bir değişim gösteriyorlar? İki imparatorluğun birbirlerine savaş açmasının sebebi olan kadınlar nasıl bu kadar merhametli hale gelebiliyorlar? Kendisine aşık erkeği köle yapabilecek kadar gaddar olabilen, “hayır” demeyi müthiş bir haz duygusuyla yaşayan kadın, nasıl oluyor da çocuğunun kölesi olmayı gönülden kabul edebiliyor?

Eşlerine her istediğini yaptırmaktan zevk alan ve istekleri bir türlü bitmeyen kadınlar, bu sefer nasıl oluyor da çocuklarının her isteklerini yerine getirmek için saatlerini onlara göre ayarlayabiliyorlar?

Sabahın köründe bebeğin uyandığını başka hangi varlık uykusunda hissedebilir? Kim bir başkası için günde kaç sefer uykusunu bölebilir? Hangimiz çocuğu doyunca doymuş olur? Kim, çocuğun yüzüne baktığı anda bir şeyler olmuş olduğunu fark edebilir?

Annelik mutlaka ilahi bir duygu, Tanrı’nın kadınları en yüce makam ile taçlandırması bir bakıma… Dünyanın her yerinde de böyledir. Ama ben bir adım daha öteye gidip iddia ediyorum ki, annelik en çok bu topraklarda değerli. En yüce anneliği Türk kadınları yaşıyor bana kalırsa. Neden mi?..

İnsanın birini ne kadar sevdiği ona yalnızca nasıl davrandığı, nasıl baktığı ile açıklanmaz. Bazen de onun için neler yaptığı, nelerden vazgeçtiği, neleri göze aldığı ile değerlendirilir.

Erkek egemen Türk toplumunda toplumsal kuralların, baskı unsurlarının, ahlak ve töre anlayışlarının da etkisiyle kadın üzerinde çok büyük bir baskı var. Eğitimine izin verilmeyen, hayatına karışılan, taciz ve tecavüz korkusuyla büyütülen ve önemli kararlarında kendine sorulmayan bir kadın toplumunun uzantısıyız. Çok yerde de durum ne yazık ki hala bu anlayışla sürüyor. Bu anlayışın sonucu olarak kadınlar kendi istedikleri gibi bir evlilik kuramıyorlar. Sevmek, sevilmek, anlaşarak evlenmek çoğu kadın için mümkün olmuyor. Ve yanlış başlayan bir evlilik yanlışları çoğaltarak sürüyor. Sürüyor diyorum, çünkü bitmiyor, bitemiyor. Çünkü kadının bu evliliği bitirecek gücü yok. İki sebepten yok. Küçük sebep: ekonomik bağımsızlığının olmayışı. Ama büyük sebep daha önemli: Çocukları.

Hiçbir kadın, mutsuz olduğu, yolunda gitmediği evliliğini çocukları yüzünden bitiremiyor. Çünkü çocukları babasız büyüsün istemiyor. Üzülsün istemiyor. Onları üzmek yerine kendi hayatından vazgeçmeyi tercih ediyor. İşte annelik aynı zamanda böyle bir şey…

Hemen her evde karı-koca kavgaları oluyordur kuşkusuz. Ben çocukluğumda böyle kavgalarda hep annemden yana olurdum. Annemi üzgün gördüğümde onu üzen her kimse, babam da olsa çok kızardım. Bu tercihimin sebebi annemi çok seviyor olmam gibi görünse de, aslında hepimizin mağdurdan, baskı görenden, ezilmişten yana olmak gibi bir tavrı vardır bilirsiniz.

Anneler Günü’nde konunun buraya gelmesinin nedeni şu ki, insan hazır olmadığı bir zamanda annesini kaybedebiliyor. Aslında annenin ölümüne kimse hiçbir zaman hazır değildir ya… Ama işte o an aniden gelince “ah”lar, “vah”lar fayda etmiyor. Aklınız bir pişmanlıkla doluyor. “Şunu şöyle yapmasaydım”, “bunu dediği gibi yapsaydım”, “sözünü dinleseydim”, “yanında biraz daha kalsaydım” gibi keşke’ler içinizi kuşatıyor.

Büyük usta Nazım Hikmet’in dediği gibi:

“Analardır adam eden adamı

Aydınlıklardır önümüzde gider

Sizi de bir ana doğurmadı mı

Analara kıymayın efendiler.”

“Kıymayın”dan kastım: üzmeyin, incitmeyin, kırmayın, gözüne gölge düşürmeyin, yüzünün rengini soldurmayın. Sevginizi, ilginizi, zamanınızı verin. Doya doya yanında kalın, doya doya sevin. Kokusunu unutmayacak kadar öpüp koklayın.

Ve şunu unutmayın: “Hayat annede başlıyor, annede bitiyor.”

Bu sabah uyandığınızda annenizin sesini duymuşsanız, uzaklarda bir yerlerde de olsa annenizin yaşıyor olduğunu biliyorsanız, emin olun ki sizden mutlusu, sizden zengini, sizden iyisi yoktur.

Bu anın kıymetini yaşayın. Anneler Günü’nüz kutlu olsun.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

9 Mayıs 2014, İstanbul

Hazır,Yollara Düşmüşken…

Hazır,Yollara Düşmüşken..

“Ekmek parası” diyoruz ya… Ekmeğimizi “taş”tan çıkartmaya çalışıyoruz ya… “Çamurcu”yuz ya hani… Söz konusu Kiltaş ya!..

Kiltaş’ı bir dünya markası yapacaksak eğer, dünyayı dolaşmak gerekiyor. Türkiye’nin ısısını düşürmemiz gerekiyor. Biz de kendimizi yollara vuruyoruz.

Hammaddemizi Guyana’dan, toprağımızı Virginia’dan alıyoruz, en iyisini sunmak için. Böylece dünyanın bir ucuna almak için gidiyoruz, bir ucuna satmak için.

Türkiye’yi ise bayilerimizle, müşterilerimizle karış karış dolaşıyoruz. Şöyle bir düşündüm de, Virginia ve Guyana’nın refrakter malzemeleri meşhur. Ya bizim yörelerin en çok neyi meşhur? Benim aklımda neleri kalmış, sizlerle bir paylaşayım istedim…

Sırayla özetliyorum. Dediğim gibi, koca koca şehirler, tarihe uzanan uygarlıklar bir iki sıfatla özetlenemez elbette. Bu yüzden eksiklerim için hoşgörünüze sığınacağım.

Adana‘ya kebap yemeye gidilir. Adıyaman‘ın içli köftesi, Afyon‘un kaymağı meşhurdur. Ağrı, Türkiye’nin en yüksek tepesi Ağrı Dağı ile özdeşleşmiştir. Amasya’nın elması, Ankara’nın armudu… Turizm başkentimiz Antalya’ya en çok deniz ve güneş için gidilir. Artvin‘de hinkal yenir, Aydın’da incir.

Balıkesir’in kaplıcaları, Bilecik’in seramikleri ünlü. Bingöl’de Nemrut Dağları var, Bitlis’te beş minare. Bolu, göller dolu. Burdur’un kabak helvası enfestir. Bursa deyince aklımıza hemen kestane şekeri ve İskender’i gelir.

Çanakkale, daha yüce bir duyguyla hatırlanır: Çanakkale Şehitleri… “Leb” demeden Çorum deriz.

Denizli’nin horozları yalnız Özay Gönlüm’ün değil, hepimizin dilindedir. Mevsimi de geldi, Diyarbakır karpuzu gibisi dünyada var mı?..

Edirne’ye Mimar Sinan’ın şaheseri Selimiye Camisi için gidilir ama illa ki Edirne Ciğeri yenir.

Elazığ, Harput uygarlığının izleriyle dikkat çeker. Erzincan, türkülerde bağları ile meşhurdur ama biz en çok tulum peynirini biliriz. Dadaş şehri Erzurum, Oltu kebabı ve Oltu taşı ile özdeşleşmiştir. Orta Anadolu’nun modern kenti Eskişehir, mermeri, çiğ böreği ve çalışkan belediye başkanı ile hatırlanıyor.

Dünyanın en ünlü gurme şehirlerinden Gaziantep’e gittiğinizde yemeniz gereken en az yüz şehre özgü yiyecek vardır ama illa ki hepimizin favorisi baklavasıdır. Giresun fındık, Gümüşhane Kelkit Çayı demektir biraz da…

Hatay’da künefe, Hakkari’de Zap Suyu öne çıkar.

Isparta, gülleri ve Demirel “Baba”sı ile meşhurdur. İzmir, kumrusu, boyozu ve özellikle denizi kız, kızı deniz kokan özellikleriyle Ege’nin incisidir.

Kahramanmaraş’ın dondurması aynı zamanda milli gururumuzdur. Kars’a yolunuz düşerse mutlaka peynir alın. Özellikle de gravyer olanından… Kastamonu denince akla Ilgaz Dağı gelir. Tabii bir de Tosya pirinci… Daha Kayseri sınırlarına girer girmez burnunuza bir pastırma ve sucuk kokusu gelir ki, bu kokuya bütün dünya kayıtsız kalamaz. Kağıt kebabı Kırklareli’de yenir. Pekmezin hası Kırşehir’de yapılır. Kocaeli pişmaniyesini tatmadıysanız hala çok pişman olursunuz. Mevlana şehri Konya’da mutlaka etli ekmek yenir. Kütahya çiniciliği ile meşhur. Toprağının özelliğinden..

Malatya, kayısı ile ünlü; Manisa, mesir macunu ile… Medeniyetler şehri Mardin, sırf büyülü tarihi ile bile insanları çekmeyi başarmıştır. Mersin denince akla tantuni ve cezerye birlikte gelir. “Kız alırsan Muğla’dan, ev yaparsan tuğladan” sözünü hatırladınız mı?… Muş ismi nedense bana önce yanık bir türkü tadıyla dokunur: “Havada bulut yok, bu ne dumandır” diyen seste anlarsınız ki yolu yokuş Muş, hüzün kokar. Ama börülcenin en iyisi de burada pişer.

Nevşehir, Kapadokya ve Peri Bacaları ile haklı bir üne sahiptir. Niğde’den elma ve patates alınır. Tabii acele ederseniz. Yoksa “geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye” derler…

“Ordu’nun Dereleri” ve Hekimoğlu ile de hatırladığımız Ordu’da Karadeniz’in yöresel yemeği mıhlamayı mutlaka deneyin.

Türkiye’ye çay içiren Rize, Anzer Balı ile de meşhurdur.

Sakarya, bal kabağı ve patates diyarıdır. Samsun, dünyada tütün demektir, bizde ise 19 Mayıs. Cumhuriyetimizin ve Kurtuluş Savaşımızın fitilinin ateşlendiği yer. Siirt’e giderseniz mutlaka perde pilavı ile kalbur hurması yiyin. Sinop deyince çoğumuzun aklına Sinop Cezaevi gelmez ki!.. Bu sebeple Sinop’a gitmeyi kimseye dilemem. Bu güzel deniz kentimizin mısır çorbası ise dillere destan. Sivas: Pir Sultan, Aşık Veysel ve türkülerimiz.

Yanık sesli türkücülerin şehri Urfa, acılı ishot biberi ve çiğ köftesi ile meşhur. Ve tabii sıra geceleri ile…

Trakya kentimiz Tekirdağ’ın neyi meşhur peki: Rakısı ile köftesi. Daha ne olsun!.. Yaprak sarmasını sevenler, Türkiye’nin en iyi asma yapraklarının Tokat’tan geldiğini bilir. Güzel türküleri de az değil Tokat’ın. “Hey Onbeşli Onbeşli”, “Kalenin Bedenleri, Niksar’ın Fidanları”, “Değmen Benim Gamlı Yaslı Gönlüme” bunlardan benim ilk aklıma gelenler… Trabzon, Trabzonspor sayesinde tüm dünyada bir futbol kenti olarak tanınmaktadır. Biz ayrıca hamsiyi, Oflu Hoca’yı, Vakfıkebir Ekmeğini ve Akçaabat Köftesini de iyi biliriz. Tunceli’de mutlaka Pülümür Balı ve Şavak Tulum Peyniri istenir.

Dokumacılık şehrimiz Uşak, el dokuması halı ve kilimleri ile haklı bir ün sahibidir.

Van, Van Gölü, Van Kedisi ve otlu peyniri ile bilinir.

Yozgat, Testi kebabı ve mesire yeri Çamlık ile misafirlerini ağırlar.

Memleketim Zonguldak, “kara elmas”ı kömür madenleri haricinde Çaycuma Yoğurdu, Ereğli Çileği, Devrek Bastonu ile de bilinir.

Aksaray, bamyası, Bayburt tel helvası, Karaman koyunu, Kırıkkale silah fabrikaları, Batman petrolleri, Şırnak el sanatları, Bartın doğal güzellikleri, Ardahan kuymak yemeği, Iğdır pamuğu, Yalova yaprak pidesi, Karabük kuyu kebabı, Kilis firik pilavı, Osmaniye yer fıstığı ve Düzce çerkez tavuğu ile özdeşleşmiştir.

Yaşadığım şehir İstanbul ise bir anlamda Türkiye’nin özetidir, bunların hepsi vardır. Ama kendi tarihinden gelen yöresel özelliklere de sahiptir.

Mesela, yoğurt yemek için Kanlıca’ya gidilir. Salatalık (hıyar) için Çengelköy’e… Kız Kulesi’nin büyüleyici manzarasını görmek için Üsküdar’a gidilir, tarihi yarımadaya karşıdan bakmak için Galata Kulesi’ne… Beyoğlu’nun sanat kültür yaşamı ünlüdür, Eminönü’nün ‘balık-ekmek’i. Heybeli’de mehtaba çıkılır. Göksu “bir alem-i ab eyleme” yeridir. Yani içki meclisi burada kurulur.

Ve daha neler neler… Gördüğünüz gibi gerçek bir hazineye sahibiz ve biz hala çalışmaktan, bu nimetlerden faydalanmaya vakit bulamıyoruz.

Virginia’ya, Guyana’ya, Almanya’ya, Kütahya’ya derken bir yeri ihmal etmişim: Kalamış’ı!..

Bir tatlı huzur almaya gidiyorum Kalamış’a! Ne zaman dönerim bilinmez.

Huzurlu günler dilerim.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

27 Mayıs 2014, İstanbul

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.