O ses, hepimizin sesi!..

O ses, hepimizin sesi!..

Türkü dünyasının duayeni Neşet Ertaş’ı kaybettik..
“Bozkırın Tezenesi”ni, ardında bıraktığı yüzlerce türkü ve milyonlarca seveni ile uğurladık. Balyoz’dan şikeye, Ergenekon’dan Suriye’ye, futboldan dizilere onlarca konu ve sorunun arasında en çok Neşet Ertaş’ı konuşmuşsak, en çok ona üzülmüşsek haklı bir nedeni olmalı. Partilerle, ideolojilerle, etnik ayrımlarla, takımlarla, ekonomik sınıflarla ve yaşam biçimleriyle bunca bölünmeler varken, halim-selim bir adamın koca bir ulusun yası olması, türkülerinin gücünden kaynaklanıyor. Çünkü biz Türk’üz, türkü severiz.
Türkü, bu toprağın sesi, sözüdür. Bu topraklarda hayata dair ne varsa, türküdedir.
Ayrılıktır türkü, çaresizliğin yaban ellere sürüklediği ailelerin haykırışında… Bazen gidenin dilinde “İşte gidiyorum çeşm-i siyahım” olur; bazen kalanın dilinde “Bir yiğit gurbete gitse gör başına neler gelir” olur. Daha nerdeyse çocuk yaşta evlendirilen ve uzak diyarlara giden kızın biriken özlemi türkü olur. “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler” diyerek sitemle başladığı sözler, “Uçan da kuşlara malum olsun, ben annemi özledim” ile devam eder. Gurbete çalışmaya giden kocasını özleyen çaresiz kadın, bir yandan özlemini, bir yandan kuşku ve korkularını türküye yükler. “Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun, gördün güzelleri beni unuttun” diye iç çeker.
İlan-ı aşktır türkü, sevdanın büyüyüp yüreğe sığmadığı, ama bir türlü anlatılamadığı zamanlarda bağlamasını sırdaş yapan aşıkların dilinde… Bunun adı Yozgat’ta “Dersini almış da ediyor ezber, sürmeli gözler sürmeyi neyler. Bu dert beni iflah etmez del’eyler, benim dert çekmeye dermanım mı var” olur; Urfa’da “Garip bir kuştu gönlüm, elimden uçtu gönlüm. Saçının tellerine kapıldı düştü gönlüm” olur; Zonguldak’ta “Türkmen kızı, Türkmen kızı, Sen allar giy ben kırmızı. Yüreğime girdi bir sızı” olur.
Sitemdir türkü, halden anlamayan yare, yarayı görmeyen vefasıza, güldürmeyen kadere… Tokatlı bunu “Değmen benim gamlı yaslı gönlüme, ben bir selvi boylu yardan ayrıldım” diye ifade eder; Çanakkaleli “Çemberimde gül oya, gülmedim doya doya” diye dile getirir.
Çaresizliktir türkü, yoksun ve yoksul halkımızın dilinde… Öksüzlüktür, yetimliktir, parasızlık, işsizlik, güçsüzlüktür. “Küçükten görmedim ana kucağı”, “Seyyah oldum şu alemi gezerim, bir dost bulamadım gün akşam oldu”, “Elif dedim, be dedim”, “Hastane önünde incir ağacı, doktor bulamadı bana ilacı”, “Doktorlar da ne bilir ciğerin acısını. Cerrahpaşa’ya koydum canımın yarısını”, “Erzurum çarşı pazar, içinde bir kız gezer. Nenen ölsün sarı gelin” ve daha nicelerinde öyle derin iç çekiş, öyle derin küskünlük vardır ki, halkının ne istediğini merak eden devlet, bu türküleri dinlese ve anlasa yeter de artar bile…
Masumdur türkü, saftır… Sevgisi de, özlemi de içten geldiği kadardır ve dürüsttür. Kırıkkale türküsü “Bugün Ayın Işığı”ndaki sevdanın yüceliğine bakar mısınız, “Kara poşuna kurban, çatık kaşına kurban. Yalnız sana değil, arkadaşına kurban” diyen kaç aşk vardır başka müziklerde, başka kültürlerde?.. Ya Kazım Koyuncu’nun genç yaşta bize emanet ettiği “Ben seni sevdiğimu dunyalara bildirdum, endurdun kaşlarinu, babani mu eldurdum?” diyen eşsiz Karadeniz türküsüne ne demeli?.. “Geçti bizden sevdalum, al cebumdan saçlari” dizelerindeki masumiyet, içtenlik, teslimiyet nasıl sevdirmez size gitmeseniz de, görmeseniz de Karadeniz’i, Karadeniz insanını?..
Doğaldır türkü, doğadır aynı zamanda. Doğal hayatın içinde söylenmiş, çalınmıştır. Doğadan ilham almıştır. Ve bütün türkülerimiz doğacıdır, bitki ve hayvanı insandan ayırmadan, severek, emek vererek yaşar, yaşatır. “Bahçelerde Börülce”den “Tarlaya Ektim Soğan”a; “Nar Ağacı”ndan “Arpa Buğday Daneler”e, “Çay Elinden Öteye”den, “Yine Yeşerdi Fındık Dalları”na kadar toprakta ne varsa türkülerde de vardır. Elbette ki toprağa en sevdalı ozan da bizim topraklarımızdan çıkmıştır. Görmediği toprağa aşık olan, aşıkların en büyüğü Aşık Veysel, “Dost dost diye nicesine sarıldım. Benim sadık yarim kara topraktır” diyerek son noktayı koyar.
Hayvanları uzaktan sevmez türküler; yanında-yakınında, hayatında görür, insan gibi. İnsan kadar değer verir… Bir türküde “Gitme Ceylan Vuracaklar”, bir başkasında “Yeşil Kurbağalar”, bir başkasında “Bülbülüm Altın Kafeste”, bir başkasında “Denizli’nin Horozları”, bir diğerinde “Uçun Kuşlar İzmir’e Doğru”ya rastlarsınız… Ve bir türkümüz der ki: “Aman avcı vurma beni, ben bu dağların maralıyım”.
Köydür türkü ama şehirdir de… “Kadifeden Kesesi”, “Üsküdar’a Giderken”, “Fındıklı’dır Bizim Yolumuz”, “Gemilerde Talim Var”, “Beyoğlu’nda Gezersin”, “Bir Dalda İki Kiraz”ın İstanbul türküsü olduğunu kim bilmez ki?..
Türkü Ege’de efelenmektir, Karadeniz’de horon tepmektir. Rumeli’de gurbet kokar, Akdeniz’de Silifke… Orta Anadolu’da türkü Neşet Ertaş yakıcılığı da taşır, Ankara oyun havaları coşkusu da… Doğu’da türkü ağıttır, figandır; Sivas’ta deyiştir…
Kahramanlıktır türkü, yiğitliktir. Toprağı, vatanı, ülkeyi, bayrağı sevmektir. “Yine de şahlanıyor aman, Kolbaşının kır atı”, “Çanakkale içinde vurdular beni”, “İzmir’in kavakları, dökülür yaprakları. Bize de derler çakıcı, yar fidan boylum, yıkarız konakları”, “Tuna nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor. Şanı büyük Osman Paşa, Plevne’den çıkmam diyor”, “Benden selam olsun Bolu Beyi’ne”, “Genç Osman”, “Estergon Kalesi” ve daha yüzlerce kahramanlık türküsü ile duygularımız doruğa çıkar, bu ülkeyi ne kadar sevdiğimizi bir kez daha hissederiz.
Başkaldırıdır türkü, özgürlüktür. Kararlı olmaktır, inançlı durmaktır. “Kalktı göç eyledi Avşar elleri, ağır ağır giden eller bizimdir. Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” diyerek koskoca padişaha rest çeken ve adı eşkiyaya çıkan Dadaloğlu’muz var bizim… “Pir Sultan’ım yaratıldım kul diye. Zalim Paşa elinden mi öl diye, Dostum beni ısmarlamış gel diye, Gideceğim ama yol bozuk” diyen Pir Sultan’ımız var bizim… “Gah giderim medreseye, ders okurum Hak için. Gah giderim meygedeye, dem çekerim aşk için” diyen Nesimi’miz var bizim… Ve “Yuh yuh soyanlara, soyup kaçıp doyanlara. İnsanlara kıyanlara, yuh nefsine uyanlara” diyen Mahzuni’miz var bizim.
Esareti göze almaktır türkü. Esarete dayanmaktır da… “Mahpushanelere güneş doğmuyor” öfkesinden sonra, “Başın öne eğilmesin, Aldırma gönül aldırma” kararlılığını gösterebilmektir.
Askerliktir türkü… “İbibikler öter ötmez ordayım” diyebilme umudu, “Kışlalar doldu bugün, doldu boşaldı bugün” diyen hüzün, “Asker yolu beklerim, günü güne eklerim” diyen bekleyiş türküde buluşur.
Nida ve Neriman Altındağ Tüfekçi, Yıldız ve Ahmet Gazi Ayhan, Ahmet ve Fatma Türkan Yamacı, Zehra Bilir, Nezahat Bayram, Necla Erol, Bedia Akartürk, Muazzez Türüng ve efsane ses Muzaffer Akgün…
Ahmet Sezgin, Ali Ekber Çiçek, Aliye Akkılıç, Aynur Gürkan, Belkıs Akkale, Hülya Süer, Necla Akben, Can Etili, Çekiç Ali, Cemile Cevher Çiçek, Davut Sulari, Erdal Erzincan, Erkan Oğur, Ferhat Tunç, Gülşen Kutlu, Güler Duman, Hacer Buluş, İzzet Altınmeşe, Selahattin Alpay, Recep Kaymak, Özay Gönlüm, Ümit Tokcan, Hakan Yeşilyurt, Kazım Koyuncu, Volkan Konak, Hacı Taşan, Hasret Gültekin, Hale Gür ve İbrahim Tatlıses…
İlkay Akkaya, Kamil Sönmez, Kıvırcık Ali, Kubat, Mahmut Coşkunses, Malatyalı Fahri, Muzaffer Sarısözen, Nuray Hafiftaş, Nur Ertürk, Nurettin Dadaloğlu, Nurettin Rençber, Nuri Sesigüzel, Orhan Hakalmaz, Rahmi Saltuk, Refik Başaran, Ruhi Su, Sabahat Akkiraz, Şakir Öner Gülhan, Saniye Can, Seha Okuş, Selçuk Balcı, Selda Bağcan, Sümeyra, Şükriye Tutkun, Sümer Ezgü, Tolga Çandar, Yavuz Bingöl, Yıldıray Çınar, Yıldız Tezcan, Yüksel Özkasap ve Zara…
Aşık Daimi, Aşık Nesimi, Aşık Yoksuli, Aşık Mahzuni, Aşık Veysel… Arif Sağ, Yavuz Top, Muhlis Akarsu ve beş dakikada beste yapanlara inat tam 7 yılda tamamladığı “Mihribanım” ile Musa Eroğlu… “Tabiplerde ilaç yoktur yarama, aşk deyince ötesini arama. Her nesnenin bir bitimi var ama, aşka hudut çizilmiyor Mihriban”ın değip geçmediği, yakıp yıkmadığı, etkilemediği kaç yürek vardır?..
Bütün bu değerlerimiz ve daha sayamadığım niceleri… Ve baba Muharrem Ertaş ve oğul Neşet Ertaş’tır türkü…
Bizim, hepimizindir türkü. Türk’ün ezgisi, Türk’ün yüreği, Türkiye’nin sesidir türkü. Ortak duygumuz, ortak değerimiz, içimizin sesidir.
T ü r k ’ ü z , t ü r k ü ç a ğ ı r ı r ı z ! . .

Nejat Gümüş

Sahi, sizin susma sebebiniz ne?

Sahi, sizin susma sebebiniz ne?

“Konuşmak küçülür küçülürse, adı değişir susmak olur
Ağlamak büyür büyürse, adı değişir susmak olur.”

“İnsanın suskunluğu konuşmayı öğreninceye kadardır” derler… Çünkü konuşmak bir iletişim biçimidir. Duyguları, düşünceleri ifade etmenin en zengin dilidir. Peki ya susmak?..

Susmanın ilk provası çocuklukta oynadığımız “bir, ki, üç, tıpp” oyunudur. Çünkü çocuğun denetimi yoktur, bildiğini söyler. “Çocuktan al haberi” işte böyle durumlar için söylenmiştir. Söyledikleri kimleri uçurur, kimleri zor durumda bırakır, hiç farkında değildir. Ve susmalarımız böyle başlar…

Susmak da bir ifade biçimidir çoğu zaman. O da duyguları, düşünceleri ifade etmenin başka bir biçimidir. Kelime anlamı olarak baktığımız zaman; konuşmasını kesmek, kaçınmak, tepki göstermemek gibi anlamları vardır.

İlgilenmemenin en iyi işaretidir susmak ve susulur… Söylenmeyen şeylerin kendisine zarar vermediğini düşünür insan ve susulur… İlgisizliğini göstermenin en iyi yolunun susmak olduğunu düşünür, susulur… Kendisine güvenmez, söyleyecek bir şey bulamazsa susulur… O an konuşmak anlamsız ve gereksiz bulunur, susulur… Mutluluğun tarifsiz ortamında kelimeler anlamını kaybeder, tüm sözcükler yetersiz kalır ve susulur… Bir ilişkide sorunların birikme noktasıdır, susulur… Ne dense yanlış anlaşılır bir dönemdedir insanoğlu, susulur… Korkarız konuşmaktan, söylediğimiz her kelime yenilgidir, kaybetmektir ve susulur… Eylemsiz bir tepkidir susmak, susulur… Dinlemek yeter bazen insana, susulur… Doğru algılanmak için bir şans vermektir karşı tarafa, susulur… Ve bir gidiş kabullenilmiştir, söylenilen hiçbir şey gideni değiştirmeyecektir, susulur… Bu susuş yalnızca kelimelerin yetmediği değil, çarenin olmadığı, acının bertaraf edilemediği, kıyamet anıdır.

Konuşarak anlatılmaz her şey, bazen susmak yeter aslında. Konuşmak bir ihtiyaçtır ama susmak da anlayana iyi bir cevaptır. Hatta filozoflara göre susmak, huyların efendisidir. Sığ suları en hafif rüzgarlar bile coşturabilir. Derin denizleri ise ancak derin sevdalar. Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki susan her şey derin ve heybetli. Eğer susarsanız konuşmanız daha aydınlık olur. Çünkü susuşta hem sessizliğin ışığı, hem de konuşmanın faydası gizlidir.

Derler ki, bir insan en çok kimin yanında susuyorsa, aslında en çok onunla konuşmak istiyordur. Hele de kadınların suskunluğu çok şey anlatır. Söyleyecek çok şeyi olan bir kadın susuyorsa, sessizliği sağır edici olabilir. Bir kadın söyleyeceği çok şey olduğu halde susuyorsa, erkek artık tüm şansını kaybetmiştir. O anlar bir ölüm sessizliği taşır. Fırtına öncesi sessizliği belki de… Anlarsınız ki, avucunuzun içinden bir şeyler kayıp gitmektedir. Bu sonsuz suskunluğu bitirmek için son bir çaba harcarsınız ve “Bir şey söyle bana! İçimdeki kayayı kaldırıp atacak bir şey söyle. Nefes alabileceğim bir şey de bana…” diye son bir kere bakarsınız. Aslında o da susmayıp söylese, bileceksiniz ki, içiniz kor gibi yanarken susmak, acıların en beteridir. Niye bazıları ağzına geleni söyleyip rahat uyku uyurken, içine atan, sessizliğe gömülüp kendi dehlizlerinin karanlığında yapayalnız kabuslar görmeyi seçmiştir? Anlatmazlar ki bilesiniz… Kimi nasıl diyeceğini bilmediğinden, kimi bildiğini de diyemediğinden, kimi dediği halde kıymeti bilinmediğinden, kimi bir kez deyip yanlış bildiğinden suskunluğun o huzurlu kuytusuna sığınmıştır. Belki de Fuzuli’nin dediği gibi: “Sussam gönül razı değil, söylesem tesiri yok”…

Bazen susmak çok zor, hatta imkansızdır. Yüreğiniz ağzınızda, içiniz içinize sığmıyordur. Haykırmak istersiniz hissettiklerinizi.
“Ey gönlümün sultanı helalim!..
Ağzımda lokma varken, konuşmak kolay da,
Yüreğimde ‘sen’ varken, susmak ne zormuş.”

Bazen susmak, söylenen bir sürü sözden çok daha fazlasını vermektir. Bazen de çok daha fazlasını almak… Aşkı en iyi anlatan şairlerden Cemal Süreyya üstadın dediği gibi, “Aslında onun karşısındayken konuşmak istemezsin. Çünkü o an susmak, gözlerine doya doya bakmak için en büyük fırsattır”…

Ama susmanın iki ucu vardır: Susmak ve susturulmak. İkisi de suskunluğu anlatır. Birine siz karar verirsiniz, ikincisine başkaları. Ailede susturulursunuz, okulda susturulursunuz, askerde susturulursunuz, iş yerinde susturulursunuz. Poliste, devlet dairesinde, hastanede, sokakta hep susmanızı isterler. Rahatsızlık veriyorsunuzdur. Rahatları kaçıyordur. Konuştuğunuz her söz, sizin değil, onların aleyhinedir. Bu yüzden susmanız onların da, sizin de hayrınızadır. Böyle düşünürler… Demokrasinin olmadığı ya da yeterince olmadığı yerlerde suskunluk hakimdir. Özellikle de toplumun aydınlarının konuşmalarını hep engellerler. Bir de gençlerin…

Dünyanın yarısı söyleyecek bir şeyi olan ama susan, öteki yarısı da söyleyecek bir şeyi olmayan ama durmadan konuşan insanlardan oluşur. Dünya yaşamak için tehlikeli bir yer; kötülük yapanlar yüzünden değil, durup seyreden ve onlara ses çıkarmayanlar yüzünden… Mevlana der ki, “Sesini değil, sözünü yükseltmeli insan. Çünkü gök gürültüleri değil, yağmurlardır yaprakları yaşartan.”

“İnsan yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumludur” diyor Uğur Mumcu… Ya da son yıllardaki yeni uyanış hareketinin sloganı gibi:
“Susma! Sustukça sıra sana gelecek.”

Ve susmalar arttıkça “Orda kimse yok mu?” sorusu hep cevapsız kalacak.

Sesinizi çıkarabilme ve duyurabilme dileklerimle…

9 Eylül, İzmir
Nejat Gümüş

Söz!..

Söz!..

Sözlükte söz, “düşünceyi eksiksiz anlatan kelime dizisi, lakırtı, kelam laf, kavil” diye geçiyor. Ama aynı söz, bazen de “kesinlik kazanmayan haber, söylenti” yerine de kullanılıyor. “Etrafta dolaşan söze göre…” diye söz edilen şey yani… Ya da o ince sızılı türküdeki gibi: “Beyaz giyme toz olur, eller duyar söz olur”…
Türkü deyince, bütün müzik parçalarının yazılı metnine ya da bizdeki ifadesiyle güftesine de “söz” diyoruz. Çılgın dahi Aysel Gürel’den söz ederken, “ünlü şarkı sözü yazarı” dediğimiz gibi… Ki sözün hasını onlar söylemiştir, bizim duygumuza tercüman olur, yüreğimizi yaralar, unutmaya çalıştıklarımızı inceden inceye hatırlatırken… Yaşanılan en büyük aşklardan, özlemlerin en büyüğüne kadar; ertelenmiş hayatlardan, erken biten hayallere kadar ne varsa orada dile gelmiştir. “Nereden sevdim o zalim kadını, bana zehretti hayatın tadını” derken, “Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim, her şeyimi uğruna ben boş yere mi verdim” derken, “Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile, avunmak istemeyiz böyle bir teselli ile” derken bütün diğer sözler susar, bütün duygular saygı ile ayağa kalkar.
Nüktedan söz ustaları vardır bir de… En büyüğü de Nasreddin Hoca’mız. Küçük bir sözünde ne koca hayatları, ne koca adamları yerle bir eder. Öfkelenmeden, inceden inceye, ama tam da taşı gediğine koyarak söylediği sözler, yalnız bizim değil dünyanın hayranlıkla dinlediği fıkralar olmuştur. Bertolt Brecht, Montaigne, Bacon, Bukowski, Dostoyevski, Bernard Shaw, Shakespeare gibi kaleminden kan damlayan yazar ve düşünürler de milyonlarca insana, milyonlarca yola ışık tutmuştur.
Hayatımızın “sözcü”lerinden söz ederken, sıra Mevlana’ya gelince en az bir dakika susmalıyız, öyle değil mi?.. Ya da onun bir cümlesinin cümle alemi yeniden yarattığı Mesnevi’sini okurken/dinlerken gözlerimizi kapatıp bir semazen teslimiyetiyle onun eşsiz “aura”sında yok olana kadar dönmeliyiz.
Söz bu, bazen bir söz, binlerce cümleye dönüşür, kalın bir roman olur. Bazen birbirleri ile düello eden, şah-mat tartışmalarına çıkmış üç-beş sözcükle olağanüstü bir şiire dönüşür. Aragon’lar, Eluard’lar, Edgar Alan Poe’lar, Eliot’lar, Nazım’lar, Orhan Veli’ler, Necip Fazıl’lar, Özdemir Asaf’lar ve daha niceleri ile söz sanatı tavan yapmıştır.
Söz bu, bazen de hayatı derin ve yoğun yaşayanların deneyimleri ile başka hayatlara yol gösteren en büyük hoca, en değerli kılavuz olur. Tıpkı atasözlerimiz gibi…
Sözün hayatımıza girişi, bizim hayata girişimizden hemen sonra başlar bir bakıma… İlk ağlama sesiyle dünyaya bir “merhaba” demişizdir. Aylar geçip de merakla bekledikleri “an-ne”, “ba-ba” sözlerinin ağzımızdan çıkışından sonra bir daha da çenemiz kolay kolay kapanmayacaktır. Hele de kadınların bu konuda bizden çok daha ileride olduğu tüm dünyanın kabul ettiği bir görüştür. O yüzden midir nedir, evliliklerde ailenin sözcüsü olarak hep kadınları seçeriz.
Çoğumuzun çocukluğu hayli yaramazdır. Hani deyim yerindeyse dur-durak bilmeyen, “söz anlamayan” afancanlardan olmuşuzdur. Oysa anne-babalarımız az mı uğraşmıştır “sözden anlayan” biri olmamız için!..
Söylememiz gerekenleri “söz açıldığında” bahsedeceğizdir. Bir toplulukta ya da bir toplantıda “söz alır”, görüşlerimizi, eleştiri ve önerilerimizi söyleriz. “Söz altında kalmamak” için en uygun zamanı, konuyu asla unutmadan, kollamaya başlarız. “Söz aramızda”, hayatta en çok tahammül edemediklerimiz ise “söz anlamayan” kişilerdir. Hani, “nato mermer, nato kafa” dediklerimizden… 🙂 Söze, sözü geçenler değil de, sözünü bilmeyenler karışmaya başladığında durum hayli karışır, tabiri caizse “söz ayağa düşer”…
Büyürüz, evlenmeye karar veririz. İşin ilk aşaması “sözlenmek”tir. Kalplerden gelen duygularla söz veririz birbirimize, “iyi günde-kötü günde, bir yastıkta yaşlanmaya”… Baktık olmuyor, “sözü atar”, nişanı bozarız. Ama bu gibi durumlar da özellikle bizim toplumumuzda kız tarafı için söz olur.
Önemli bir şey söyleyeceğizdir, heyecanımız, karşı taraftakinin psikolojisi boğar bizi, “söze nereden başlayacağımızı” bilemeyiz. “Söz taşıyan”ı sevmeyiz, sık sık “söz kesen”i, bir de “sözünü bilmeyen”i… Bazen hemen söyleyeceğimiz bir söz vardır, araya girerken nezaketi elden bırakmadan “sözünü balla kesiyorum” deriz. Bazen anlatacağımız kötü örnek, oradakileri bağlamasın diye hemen ekleriz: “Sözüm meclisten dışarı.”
Her söze karışana gıcık oluruz. “Sözünü esirgemeyen”lere imreniriz. “Açık sözlü” olana da… “Kötü söz sahibine aittir” diyerek bazen hoş görsek de bazen de karşımızdakine “sözünü yedirmek” için hırs yaparız. Çünkü ailemizden aldığımız terbiye gereği her sözü kaldıramayız!..
Söz vardır, can alır. Acı söz, ağır söz, iğneli söz, eğri söz, boş söz, kuru söz gibi…
Söz vardır, can verir. Tatlı söz, namus sözü, şeref sözü gibi… İşte o yüzden “söz bir, Allah bir” deriz. Toplumun sözü geçenlerine bakın, hep sözünü tartan, sözünün eri, sözüne sadık kalmış değerlerdir.
İşte o yüzden en güzel atasözlerimizden birisi der ki: “Söz gümüşse, sükut altındır.” Tabii konuşmanız, susmanızdan daha değerli değilse…
Hayatın değerlerini, toplumun incelikleri, insanın özellikleri ve aile terbiyesi ile harmanladığımda şunu öğrendim ki, bu hayata zamanı gelip de son sözümü söylediğimde, ardımdan söylenecek tek bir söz olsun istedim: “O, sözünde duran bir adamdır.”
Sözün değeri, sözün ağırlığı özellikle iş hayatında çok daha önemli hale geliyor. Çünkü tanımadığınız insanlarla iş yapıyorsunuz ve ekonomik çıkara dayalı bir hayatta en büyük sorun, güven sorunu… Güven vermek, söz vermekle ve verdiğiniz sözü tutmakla oluyor. Tıpkı büyüklerin dediği gibi: “Söz var, iş bitirir. Söz var, baş yitirir.”
Onun içindir ki bizde söz Gümüş’tür!..

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

Şimdiki aklım olsaydı eğer…

Şimdiki aklım olsaydı eğer…

Sanayici olmasaydım eğer, sanatçı olmak isterdim; şöyle küçük bir kumpanyada müzikli-danslı gösteriler sunarak kasaba kasaba dolaşan bir aile tiyatrosunda… Ya da Orhan Veli gibi gözlerini kapatarak İstanbul’u dinleyecek, “rakı şişesindeki balık”la dertleşecek, dünyadan ve kendinden vazgeçmiş sergüzeşt bir şair olmak isterdim… Henüz iyilerin ve kötülerin iç içe geçmediği, siyah ile beyaz kadar net ayrıştığı siyah-beyaz Yeşilçam filmlerinde, Hulusi Kentmen’in konağının bir çalışanı olarak Nubar Terziyan ve Necdet Tosun ile dost olabilmeyi, Mürüvvet Sim ve Cevat Kurtuluş ile mutfakta yemek yemeyi, Ayşecik ile Ömercik’in yaramazlıklarını ben üstlenmeyi de sık sık hayal ederdim… Belki o zaman Belgin Doruk, Ayhan Işık’ın yerine beni beğenirdi, kim bilir…

Tabii, eğer içimdeki yeteneği biri keşfedebilseydi… Eğer ne istediğimi gençlik yıllarımda bilebilseydim… Eğer, şartlar müsait olsaydı… Eğer, ailem beni anlayabilseydi… Eğer, yaşadığım şehirde tiyatro bulunsaydı… Eğer, oyun oynadığım sokaklarda bir yönetmen film çekiyor olsaydı… Eğer, oyun oynamak yerine hayata tutunmak bu kadar erken başlamasaydı…

Ve daha böyle yüzlerce “eğer” sayabilirim. Eğer, dinleyebilecek kadar vaktiniz olduğuna inansaydım…

Hepimizin hayatında bu “eğer”ler vardır ve hatta gereğinden fazladır. Tüm yapmak isteyip de yapamadıklarımızı, “eğer”ler ile açıklarız.

“Eğer bir eşim ve çocuğum olmasaydı”… “Eğer yeterince gayretli olsaydım”… “Eğer param olsaydı”… “Eğer iyi bir yabancı dilim olsaydı”… “Eğer iyi bir iş bulabilseydim”… “Eğer sağlığım iyi olsaydı”… “Eğer zamanım olsaydı”… “ “Eğer diğer insanlar beni anlasaydı”… “Eğer hayatımı yeni baştan yaşasaydım”… “Eğer başkalarının ne diyeceğinden korkmasaydım”… “Eğer bana bir şans verilseydi”… “Eğer biraz daha genç olsaydım”… “Eğer doğru insanlarla tanışmış olsaydım”… “Eğer girişken olabilseydim”… “Eğer fırsatları değerlendirmiş olsaydım”… “Eğer eve ve çocuklara bakmak zorunda olmasaydım”… “Eğer patron beni takdir etseydi”… “Eğer bana yardım edecek biri olsaydı”… “Eğer ailem beni anlasaydı”… “Eğer her şeye yeni başlamış olsaydım”… “Eğer özgür olsaydım”…

İnsan başarısızlıklarına önce mazeret bulur, sonra da buna kendini inandırırmış… Eğer kendimizle yüzleşme cesaretimiz olabilse, asıl sorunun ne olduğunu bulacak, böylece kendimiz için doğru olan şeyi gerçekleştirebilecek inanca da sahip olacağız.

Şimdi düşünüyorum da, demek ki hayallerimi gerçekleştiremememin sebebi, yeterince istememişim, hayal kuramamışım, ümit edememişim… Çünkü ümit etmek, hayal kurmanın çok daha ötesinde, hayali gerçeğe dönüştürmektir. Demek ki ısrar edememişim, sebat edememişim, birçok şeyi göze alamamışım… Demek ki korkmuşum. Korkularım varmış!..

Hayatımızı daraltan altı büyük korku var: Yoksulluk, eleştiri, hastalık, aşkın kaybedilmesi, yaşlanma ve ölüm.

Karasızlık ise korkunun fidesidir. Kararsızlık şüpheye dönüşür, ikisi birleşir ve korku haline gelir. Çoğu insanda hemen karara varacak ve bu kararın arkasında duracak irade gücü yoktur.

Başarmak için bize lazım olan her şey beynimizde, zihnimizdedir. Bir düşünür der ki, “insanların zihinlerinden, yeryüzünden kazanılandan daha fazla değerli taş ve altın çıkarılması mümkündür.”

Tek bir şey üzerinde tam kontrolümüz vardır, o da düşüncelerimiz. Bu, insanlar tarafından bilinen gerçekler içinde en önemlisi ve en esinleyicisidir. Bu yapı insanın kendi kaderini kontrol edebileceği tek araçtır. Zihin düşünebildiği ve inandığı her şeyi üretebilir.

Başarı bir insanın hayatına girmeden önce; insanın geçici yenilgiler ve belki de başarısızlıklarla karşılaşacağı kesindir. Başarısızlık bir insanı ele geçirdiğinde, en kolay ve mantıklı olanı vazgeçmek gibi görünür. Çoğu insanın yaptığı hata da budur. Eğer bir insan gerçekten sebat ediyorsa çok fazla özelliği olmadan da başarı sağlayabilir. Israrcılık insan karakterini, karbonun kırılgan demiri bükülmez çeliğe dönüştürdüğü gibi değiştirir.

Unutmayın, güçlü bir adam, amacı olan küçük bir çocuk tarafından mağlup edilebilir. Ve dünya tek bir şeyi bilmek ister: Başarıya ulaştınız mı?..

Başarı dolu bir hayat diliyorum. Saygılarımla.

Nejat Gümüş

Sevgili Kütahyalı dostlar…

Sevgili Kütahyalı dostlar…

Önce Kuzey Irak, oradan Sibirya, sonra İstanbul, oradan İzmir, oradan tekrar İstanbul, sonra Almanya… İstanbul, oradan Urfa, sonra Mersin, oradan Konya, oradan Ankara, ardından İstanbul. Ve şimdi de Evliya Çelebi’nin memleketi Kütahya’dayız.

Evliya Çelebi gibi olduk vallahi!..

Sevgili Kütahyalı dostlar…

Geçen yıl yine böyle bir İftar Yemeğinde bir araya gelmiştik. Oruçlu olmaktan mıydı nedir, birlikte yemek yemek ve ardından gelen sohbet pek keyifli gelmişti. Tadı damağımızda, yenileyelim, dostlarla yeniden bir araya gelelim istedik.

Geçen bir yıl, ümit ediyorum ki eksisinden çok artısıyla hatırlayacağınız güzel bir yıl olmuştur.

Biliyorsunuz, dünya gündemi de Türkiye gündemi de çok hareketli. Bu denli değişken bir gündem, ekonomik hayatı da ister istemez etkiliyor. İstikrarı olmayan bir sosyal ve beşeri ilişkilerin, istikrarlı ekonomisi olmaz tabii ki!..

Ama bizler sanayici ve iş adamları olarak inanıyoruz ki, bütün sorunların temelinde ekonomik faktörler yatıyor. Savaşlar da, açlıklar da, cahillik de ekonomik şartlar üzerinde yükseliyor. Bu yüzden her tür olumsuzluğa rağmen, ekonominin dümeninde olan bizler için, çalışmaktan başka bir seçenek yok. Çalışacağız, üreteceğiz, satacağız, para kazanacağız. Kazandığımız bu para ile kendimizi, ailemizi, çalışanlarımızı geçindireceğiz, Türkiye ekonomisine katma değer sağlayacağız, dünyaya hizmet sunacağız. Gönül istiyor ki, keşke herkesin çok işi olsa, başlarını kaşımaya vakitleri olmasa ve kötü şeyler düşünmese. Gönül istiyor ki, işsizlik sıfır olsa, enflasyon sıfır olsa, asgari ücret beş bin lira olsa. Ve gönül istiyor ki, bırakın Türkiye’yi, dünyanın hiçbir yerinde tek bir insan aç kalmasa, umutsuz bırakılmasa, yardıma ihtiyacı olmasa…

Yani sevgili dostlar, koşularımız zorlaşsa da, engellerimiz artsa da, piyasa koşulları caydırıcı olsa da işimiz bu. Bu saatten sonra şarkıcılık yapacak halimiz yok ya!

İşimiz çok, vaktimiz az. Ya da “az laf, çok iş!”… Hem “iş”i en iyi sizin bildiğinizi biliyorum. Dünyanın ilk antik borsasının Çavdarhisar’daki Aizanoi’de kurulduğunu… Veee, Dünyadaki ilk Toplu İş Sözleşmesinin 13 Temmuz 1766’da Kütahya’da imzalandığını da biliyorum.
Kısacası, işi bilenlerle iş yapmak ayrı bir keyif!..

Vaktinizi fazlaca almayım.

İftar Yemeğimizi onurlandırdığınız için, bizi yalnız bırakmadığınız için, tekrar bir arada olduğumuz için hepinize sonsuz teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.

Afiyet olsun.

Her son, yeni bir başlangıçtır…

Her son, yeni bir başlangıçtır…

“Bilmiyorum seninle sonumuz ne olacak” diyordu şarkıcı, seninle başım dertte dediği sevgilisine…

Şöyle bir düşündüm de, herkes ne çok merak ediyor “son”u… Sınavın sonucunu, ihalenin sonucunu, sayısal lotonun sonucunu, yetenek sizsiniz yarışmasının sonucunu, suya düşürdüğü cep telefonunun servis sonucunu, boşanma davasının sonucunu ve sona yaklaşılan her şeyin sonucunu… Kalınca bir romanı daha üçüncü sayfada sıkıcı bulduğu için okumaktan vazgeçen okuyucu, yine de kitabın son sayfasına göz atıyor, sonunun nasıl bittiğine dair merakını gideriyor.

“Maçın sonucu ne oldu abi?” diyen fanatik futbol taraftarı, kötü geçen gününe inat iyi bir haber duymak istiyor. Gönül verdiği renklerle kazanıyor olmanın, hayata gol atmanın keyfini yaşamanın, yenilenlerden yenenler tarafına geçmenin gücünü hissetmek istiyor. Onun için son, hakemin bitiş düdüğü…

“Sakın sonunu söyleme!” diye yanındaki arkadaşını uyaran, nefesini tutarak filmi izleyen genç kız, gözlerini kırpıştırıyor, tırnaklarını yiyor. Filmim baş kadın oyuncusunun yerine kendini koyuyor, ona yapılan kötülüklere en güçlü ve gururlu haliyle cevaplar hazırlıyor. Acaba bütün kötü kişilere karşı bu savaşı kazanacak mı, sevdiğine kavuşacak mı? Onun için son, “Mutlu Son”lu biten bir filmdir.

“Sonunu iyi görmüyorum, kendini bitiriyorsun” dedikleri akşamcı, derin anıların kesikler attığı yüzünü buruşturarak, biraz da alaycı bir gülümseyiş fırlatarak, “hangi son?” dercesine şişesine sarılıyor. O, unutmaya çalıştığı kadın gittiğinde, bekleyişi bittiğinde maçı bitirmişti. Şimdi yaptığı uzatma dakikalarını oynamak. Biraz daha içine çekilerek, biraz daha dibe gömülerek. Sonunu kendi yazmadı kuşkusuz… Hangi son gelirse gelsin, sondan öncekilerin daha iyi olmadığını düşünüyor.

Ekmeğini aslanın midesinden çıkartmak için günün ilk saatlerinde yola koyulan muhasebeci, mesaiye kaldığı yoğun bir günün ardından son vapuru kaçırmama telaşındaydı. Ayın 28’inde verilecek taksi parası, sonu olurdu bir bakıma…

Son dersi kırarak alışveriş merkezinde arkadaşıyla buluşarak o çok sevdiği ayakkabıyı alan öğrencinin yaşadığı talihsizliğe bakın ki, yazılıda çıkan iki soru, girmediği o derste anlatılan konulardandı. Aynı sınıfı tekrar okumak kadar kötü bir son olabilir miydi?.. Bunu düşünmek bile korkunçtu. Gencin aklından geçenler ise büyük bir pişmanlık dolu sözler ve “bir daha dersi kırmak mı, bu son olsun” tövbesiydi…

Hastane koridorlarında yalnız başına yakaladığı doktora, hastasının durumunu soran kişi de sonucu merak ediyordu. “Kurtulacak mı doktor? Bir çaresi yok mu?” diyor, doktorun sözlerinde ya da gözlerinde bir yaşama umudu arıyordu.

Her zamanki çay bahçesinde sevgilisiyle buluşan genç kız, bu sefer romantik hayalleri bir kenara bırakmış, hayatın kanatan gerçekleriyle konuşuyordu. Dış dünyanın şartlarına teslim olmuş büküklüğüyle, “sonu yok bunun!” diyordu… “Bu ilişkinin sonunda bize kavuşmak yok. Umut yok, umut edecek bir şey de yok. Koca bir dünya ile iki kişi nasıl baş edebilir ki?”.. Sözün bittiği, cümlelerin boğazda düğümlediği bir zamanda, duran dünyaya inat, parmaktan çıkarılan ve usulca masaya bırakılan yüzük dönüyor, sessizliğin ortasında sinir bozucu bir ses çıkarıyordu. Artık ikisinin de sonu gelmişti. Son veda, son sarılış ve son bakış. “Aman aman, yandım aman. Kurşun gibi izler, Son bakıştaki o gözler, kaldı aklımızda”…

“Son” nedir?… Bitiştir son, finaldir. Ne çok merak ederiz, yarını. Bugünü yaşamayı unutup sonrasına takılırız. Fincanlar kapatır, fallar açtırırız. Oysa, yarın da bugün gibi bir gündür. Yine bir şeyler yaşanacak, bir şeyler bitecek, bir şeyler başlayacaktır. Yarın dediğimiz en koyu geceden sonra doğan güneş, en soğuk kıştan sonra açan bahar değil midir?

Son, sona ermektir, sona gelmektir. Son, sonucu görmektir, ya da görememektir. Son, bitirmektir, tükenmek, tüketmektir.

Ama son, başlamaktır da!.. Yeni bir cümleye, yeni bir ilişkiye, yeni bir sınava, yeni bir maça, yeni bir yarışmaya, yeni bir hayata giriş yapmaktır.

En sonunda ölümün olduğunu bile bile bu delicesine yaşama coşkusu, insanın hayata karşı kazandığı en büyük zaferdir aslında. Ecele gülüp geçmektir. “Sonu umurumda değil, ben bana armağan edilen hayatı doya doya yaşamaya bakarım” demektir de…

Aslında son diye bir şey yoktur sevgili dostlar. Sadece, tıpkı kalın bir romanda olduğu gibi 1. Bölüm, 2. Bölüm, 3. Bölüm vardır. Tıpkı tiyatroda olduğu gibi 1. Perde, 2. Perde, 3. Perde vardır. Eğer hayatı daha sert değerlendiriyorsanız, tıpkı boks maçındaki gibi 1. Raund, 2. Raund, 3. Raund vardır. Her raundda yeni bir başlangıç yapacağınız, ayağa kalkabileceğiniz, bitiren yumruğu savurabileceğiniz bir şans vardır daima.

Yeter ki uğruna savaşacağınız birileri, varmak isteyeceğiniz hedefler, en önemlisi de yeterince yaşama tutkunuz olsun.

Bilin ki, noktadan sonra yeni bir cümle başlar. Yeni bir cümle de yeni hayatın merhabasıdır.

Son dedikleri, son kuruşunuzu harcadığınız, son sevgilinizin sizi terk ettiği an, son iş kapısından geri çevrildiğiniz, faturanızı ödemeniz gereken son günün bitmesi değildir. Son, son umudunuzun bittiği andır!

Umut ise hiç bitmeyecek bir hazinedir. Umudunuzun ve yaşama sevincinizin hiç bitmemesi dileklerimle.

Nejat Gümüş

Şu hayatta!..

Şu hayatta!..

Çocukken hiç bir şey bilmediğimi, gençken her şeyi bildiğimi, şimdi de hiçbir şey bilmediğimi gördüm.
Yalnızca öğrenmenin değil, değişmenin de yaşının olmadığını, olgunluk denen şeyin yaşla değil; yaşanmışlıkla geldiğini gördüm.
Hayatın bir bisiklet üzerinde yol almak olduğunu; hızlı olursam yol alacağımı, ama dengemi yitirmemem gerektiğini… En önemlisi de yokuşlarda, yani zor şartlarda, pedala daha fazla asılmam gerektiğini gördüm.
Planladığım şeylerin çoğunun gerçekleşmediğini, aklımdan bile geçmeyen çok şeyin de gerçekleştiğini gördüm.
İyi günlerin de, kötü günlerin de olabildiğini; bunların tıpkı en kara geceden sonra güneşin açması, en soğuk kıştan sonra baharın gelmesi gibi değişebildiğini gördüm.
Ne zaman küçük hesaplara girsem, bunun bana pahalıya mal olduğunu gördüm.
Hayatın umutla başladığını gördüm.
Ne kadar bize ters gelse, ne kadar yadırgasak da, her kesin başka bir doğrusu olduğunu, herkesi bize benzetmenin de doğanın dengesine aykırı olduğunu gördüm.
Fiziksel güzelliğin etkisinin on beş dakikada bittiğini, ondan sonrası için devreye ruh güzelliğinin girdiğini gördüm.
Bazı insanların odaya girerken bir ışık yaydığını, bazı insanların da odadan çıktıklarında bir ışık bıraktıklarını gördüm.
Yanlış kararlarımın, kararsızlıktan daha değerli olduğunu gördüm.
Hiçbir kaliteli malın, ucuz bir fiyata satılmadığını; kaliteden ödün vermenin, “ucuzlamak” olduğunu gördüm.
Kendimi başkalarıyla kıyaslayarak başarılı/başarısız diye yorumlamak yerine, kendi yapabildiklerime göre kıyaslamanın daha doğru olduğunu gördüm.
Risk almadan kahraman olunmayacağını gördüm.
Hayatımı daha katlanılır kılan şeyin sanat olduğunu gördüm.
Cömert olmanın ilk koşulunun gülücük ve sevgi dağıtmak olduğunu gördüm.
Her toplantıya “benim fikirlerim” doğru diyerek girmeyi, her toplantı sonucunda “öteki fikir daha doğru galiba” diye çıkabildiğimi de gördüm.
Hepimizin ihtiyacı olan şeyin, kişisel ilişkilerde de, iş ilişkilerinde de güven vermek, güven duymak ve güvenilir olmak olduğunu gördüm.
İşinize de, eşinize de, çocuğunuza da emek verdikçe sevginizin arttığını gördüm.
İnsanın asıl yaşının ruh yaşı olduğunu, içindeki çocuğu koruduğu sürece de yaşlanmadığını gördüm.
Kadının harcadığının, kocasının kazandığından daha fazla olduğunu gördüm.
Bazı durumlarda çok şanssız, bazı durumlarda çok şanslı olduğumu; kendimi sürekli şanssız olarak görmemin beni mutsuz ve umutsuz yaptığını gördüm.
Toprakla uğraşmanın, hobi sahibi olmanın, çiçeği/böceği sevmenin bir tür “topraklama” olduğunu; vücudumun stres yükünü attığını gördüm.
Sevdiği işi yapan insanın, sürekli tatildeymiş gibi çalıştığını gördüm.
Bazen, bir şeyi beklemenin, onun gelmesinden daha keyifli olduğunu gördüm.
Çocuğumun hayal dünyasının benimkinden daha büyük ve daha özgür olduğunu gördüm.
Birinin hayalleriyle oynamanın, ona yapılacak en büyük kötülük olduğunu gördüm.
Büyük ağrılarım da olsa, başkalarına baş ağrısı olmamam gerektiğini gördüm.
En çok ihtiyaç duyduğumuz şeyin sevgi olduğunu, hepimizin de sevgi arsızı olduğunu gördüm.
İnsanların, hak ettiklerini düşündükleri kadar başarılı olabildiklerini gördüm.
Bazen canımızı sıkan, dünyamızı karartan, umudumuzu körelten insanlar olsa da, çoğunluğun iyi olduğunu gördüm.
Hayatın her anının hakkını verdiğinde, an’ı doya doya yaşadığında, aslında çok uzun yaşadığını gördüm.
İyi kalpli olmanın, mükemmel olmaktan daha önemli olduğunu gördüm.
Vazgeçilebilir bir durumda, vazgeçmemenin en yerinde hareket olduğunu gördüm.
Ve, “Görecek günler var daha” sözünün en doğru söz olduğunu gördüm.

Saygılarımla.
Nejat Gümüş

Yol, hayatın kendisidir…

Yol, hayatın kendisidir…

Yollara çıkıyoruz zamanlı / zamansız. İşimizle ilgili çoğu kez… Buluşmak, görüşmek, tanışmak, anlamak, anlatmak için. Almak/vermek için… Böyle durumlarda yol bir araç oluyor, ulaşılacak amaç için katlanılması gereken bir süreç gibi… Bu yüzden de çoğu kez kahır gibi, yük gibi geliyor… Yoran, buran, kıran bir sefere dönüşüyor.
Aslında yol iki ucunda iki anlam taşıyor bir bakıma: Bir şeylerden uzaklaşmak / bir şeylere yakınlaşmak. Bu, bir şehirden bunalıp başka bir şehrin kucağında huzur bulmak adına da yapılabiliyor; birilerinden kaçmak, özlediğin birilerine kavuşmak da olabiliyor.
Ya da kendinden kaçmak. İç huzuru için arayışta olmak. Yeni bir başlangıç yapmak. Hayatı yeniden sınamak. Bir şansa ihtiyaç duymak. Bir çıkış yolu aramak.
Bir problemi çözmenin en kolay yolunu arıyoruz. Kimimiz yeni bir okulun yolunu tutuyor, kimimiz ekmek parası için yola koyuluyor. Başımız sıkışınca bir çıkar yol arıyoruz. Kötü yola sapanları uyarmayı insani bir görev sayıyoruz. Yol yordam bileni, bize yoldaşlık edeni, yol göstereni ne kadar seviyorsak, yol keseni, yoldan çıkanı, yolunu bulanı, yolsuzluk yapanı da o kadar sevmiyoruz. Bir yol üstü uğrama ile dostlukları pekiştiriyoruz. Bazen eşi, çocukları, anayı babayı terk ediyor, gözyaşlarımızı içe atarak ve bir umut türküsüyle gurbetin yolunu tutuyoruz, rızık için… “İşleri yoluna koyayım, döneceğim” diye başlayan kahırlı bir serüven, bazen dönüş yolunu kapatan bir gurbetçi olma teslimiyeti ile devam ediyor.
Yollar biter mi? Yolun sonunda ışık mı vardır hep? Yolun sonu bittiğinde her şey biter mi sizce?..
Yıllar sonra fark ettim ki, sonsuzluk zaman içine beklenmedik baskınlar yapıyor. Kuralsız, plansız, hesapsız bir şekilde dikiliveriyor karşına. Dikiliyor ve şeylerin içinde gizli ateşi gösteriyor. Neşemizin nedeni işte bu ateştir. Çevremizde var olan her şeyde yanan o minik alevi fark etmeyi öğrendim. Taşlarda, yapraklarda, çiçeklerde, kargalarda, kedilerde, arılarda, ağaçlarda, kelebeklerde, açılan her hotumda, her mineral yapıda, dünyaya gelen her yaratılmışta o kaynaktaki ışığın bir kıvılcımı sürüp gidiyor.
Sonuçta yaşamak bundan başka bir şey değil. Görmek ve bu ışığın sönmemesi için mümkün olan her şeyi yapmak.
Peki gerçekten her arzuyu gerçekleştirmenin bir yolu var mı? Evimizden işimize gitmenin çeşitli yolları, bir şehirden bir başka şehre ulaşmanın farklı yolları var. Para kazanmanın türlü yolları… İşe girmenin, evlenmenin değişik yolları var. Duyguları ifade etmenin, dostluğu göstermenin, reddetmenin de öyle…
Ya mutluluğun?.. Mutluluğa ulaşmak için bir yol, bir yöntem var mıdır?..
Cevabını çok yollar geçtikten, çok yıllar eskittikten sonra öğrendim ki, yol hayatın kendisiymiş!..
Çocukluğumuzda hepimiz başka bir şey olmayı hayal ediyorduk muhtemelen… Kimimiz gazeteci olmayı istiyorduk, kimimiz sinemacı olmayı… Belki makinist, belki de kaptan olmayı… Bir an önce büyüyüp bu hayalimizi gerçekleştirmeyi bekliyorduk. Ama kader hepimize başka bir yol çizdi ve biz bu kaderle hesaplaşmak zorunda kaldık. Başlangıçta zordu, çok zor oldu ama sonra zamanla kaderin kendinle karşılaşmak için aşman gereken yoldan başka bir şey olmadığını anladık. Eninde sonunda her şeye bir açıklama bulmak zorundaydık.
Hala hayattaydık ve hayatı sevmemiz gerekiyordu, günbegün içtenlikle, kararlılıkla, cesaretle yeniden oluşturulması gerekiyordu. Bir geminin güvertesinde kahraman olunabilirdi ama balkonda, yüksek sesle gemilerin adını söyleyen çocuğumuzla otururken de kahraman olmak mümkündü.
Günlerimize nitelik kazandıran yaptığımız şeyler değil, bunları nasıl yaptığımızdır. Ve bunları daima en insancıl ve en yüksek biçimde yapmak zorundayız. Her bir davranış onur ve yücelik taşımalı; insan kendini asla küçültmemeli, alçaltmamalı, hayatın deniz misali kimi zaman dingin, kimi zaman fırtınalı olduğu bilinciyle yaşamalı. Geminin sağ salim limana varması ancak kumandasını üstlenen kişinin dik duruşuyla, teslim olmamasıyla; ona emanet edilmiş yükü, tayfayı ve yolcuyu kurtarmak adına korkuya kapılmamasıyla mümkün olur. Yiğitçe, cesaretle amaçlarımızı yüksek tutmalıyız. Çok uzak olmayan bir gün mutlu olduğumuzun mutluluğunu yaşatmalı; sürekli kendini yenileyen hayata yeniden açıldığımızı bildirmeliyiz.
Hayat bir yol hikayesidir, hangi durakta biteceğini herkesin bildiği… Bilmediği ise bu yolculuğun ne kadar süreceğidir.
Bize düşen, bir yandan bu süreyi her dakikasıyla hakkını vererek yaşamak, bir yandan da yollarda iz bırakabilmektir.
Tıpkı bilgelerin dediği gibi: “Dünya hancı, biz yolcu.”
Yolunuzu aydınlatması dileğiyle, saygılarımla.

Nejat Gümüş

Penceresiz kaldım anne!..

Penceresiz kaldım anne!..

Rivayet olunur ki, bebekler doğmadan bir gün önce Allah ile konuşurlarmış. Yine dünyaya gelmeden önce huzura alınan bir bebek sormuş:
-Allah’ım, dünyaya gidiyorum ama orada ne yapacağımı bilemiyorum.
-Korkma, senin için yarattığım melek sana ne yapman gerektiğini öğretecek.
-Ama ben dünyada konuşulan dili de bilmiyorum, nasıl anlaşacağım onlarla?
-Senin için yarattığım melek öğretecek sana nasıl konuşman gerektiğini. O ihtiyaçlarını sen söylemesen de bilecek ve karşılayacak.
-Çok tehlikeli bir yermiş dediler dünya için. İnsanlar birbirlerini öldürüyorlarmış. Kötülük yapıyorlarmış. Çok korkuyorum ben.
-Hiç korkma, senin için yarattığım melek seni dünyanın bütün kötülüklerinden koruyacak. Gerekirse senin için canını verecek.
-Peki Allah’ım, bu meleğin ismi nedir, nasıl tanıyacağım ben onu?
-İsminin hiçbir önemi yok, sen ona “Anne” diyeceksin.
…………….
Aslında O’nunla olan ilişki daha dünyaya gelmeden önce başlar. 9 ay boyunca yalnızca iki kişinin bildiği, iki kişinin hissettiği bir yakınlık. Can veren, kan veren, büyüten, koruyan, kollayan bu duygu, dünyaya geldiğimizden sonra da ömür boyu yürek bağıyla süren bir büyük mucizeye dönüşüyor.
Bu nasıl bir duygudur ki, kayıtsız-şartsız bir teslimiyet, sonsuz bir bağlılık, kusursuz bir uyum ve anlatılmaz bir sabrı barındırır?
Başka kim vardır, bir başkası için gece kaç kez uykusunu bölüp uyanan? Nasıl bir şeydir üstümüzün açıldığını hissetmek?
Başka kim bilebilir, dilsiz bir bebeğin hangi ağlamasının acıkma, hangi ağlamasının gaz olduğunu? Bilinmeyenleri bilmek, söylenemeyenleri anlamak mıdır “Ana Dili”?..
Peki ya, “anayasa”, “ana yol”, “ana bilim dalı”, “anavatan” ve hatta “Anadolu” ne anlama geliyor?.. Bütün bu kavramların içini dolduran, yalnızca çocuğunun hayatının değil, tüm hayatın “anafikri” değil midir?..
Derler ki, bir çocuk öldüğünde tanıdıkları akıllarıyla, arkadaşları yürekleriyle üzülür. Annesi ise iliklerinin derinliklerine kadar acı çekermiş…
Peki ya annesi ölen çocuk ne yapar?..
Penceresizdir. Üşür. Korkar. Kırılır. Boşluğa düşer. Yalnız kalır. İncinir. Ocaksızdır. Kucaksızdır. Acısı uçsuz-bucaksızdır.
Şımaracağı kimse yoktur. Kaldırımda yürümesini, terli terli su içmemesini öğütleyecek kimse kalmamıştır. Aslında kimsesi kalmamıştır. Kimsesizdir. Yetimdir.
Yetişkin de olsa yetimdir.
Annesi ölen çocuk, korkularla ve kuşkularla büyür. Yüreği ısınamaz bir türlü. Eksilerek büyür. İncinerek büyür. Bir yanını susturarak büyür. Ama her aldatılışta, her bırakılışta, her yanılgıda, her kaybettiğinde ve her düşüşünde, tıpkı çocukken düştüğünde ve dizi kanadığında “Anne!” diye haykırdığı gibi, yine annesine döner yüzü. Yarası ömürlüktür çünkü… İyileşmez, sadece kabuk bağlar. Ve çocuk kabukları büyüte büyüte büyür. Güçlenerek, güçlendiğini sanarak büyür.

Taa ki, bir gün bir yerlerde, diyelim Toroslar’ın yücelerinde, üç annesiz koca adam, radyoda bir şarkı duyana kadar…
“Geceler çok soğuk, sessiz ve karanlık
Üşüdüm üstümü örtsene annem”
diyen Zeki Müren’in sesi, üç koca adamı üç küçük çocuğa dönüştürür birden. Üç yürek dağlanır, gözlerin tutamadığı lavlar üç yanağı yakar geçer. Artık onlar üç işadamı, üç baba, üç eş değil; sadece üç küçük yetimdirler…

2012 yılının Anneler Günü’nü kutlayacağınız şu günlerde bilin ki, hayatınız boyunca aldığınız ve alacağınız en büyük hediye, duyacağınız en güzel haber annenizin yaşıyor olmasıdır. Çünkü, onlar bize Allah tarafından verilen, bu dünyanın ve cennetin en büyük ödülüdür. Bu ödülü zamanın ve zeminin unutturmasına izin vermeyin!
Anneler Gününüzü kutlar, yaşayan tüm annelere sağlıklı ve uzun bir ömür; anneme ve hayatta olmayan tüm annelere rahmet dilerim.

Saygılarımla.
Nejat Gümüş

Seslerin En Güzeli, Vicdanın Sesidir…

Seslerin En Güzeli, Vicdanın Sesidir…

Harika bir hava var dışarıda. Çocuklar çimenlerde oynuyor ve banklarda oturmuş yaşlılar mevsimin ilk sıcak ışınlarının tadını çıkarıyorlardı. Çiçek tarhlarında ilk çuhaçiçekleri ve menekşeler açmıştı bile, üzerlerinde atkestanelerinin pembe-beyaz büyülü şamdanları patlamaya başlamıştı. Parkın yollarında yürürken farkına bile varmadan daha derin soluk almaya başlamıştım. Birkaç çok değerli dakika boyunca hayatın o büyük sürecinin etkin bir üyesi gibi hissettim kendimi. Çevremdeki her şey ışıldıyordu ve canım şarkı söylemek istiyordu. Ama parktan çıkınca hevesim kaçtı. Hava solunmayacak derecede ağırdı, klaksonların sesleri kulakları sağır ediyordu. İki otomobil sürücüsü vahşi bir biçimde kavga etmekteydi.
Mutluluk duygusu neden bu kadar kısa sürer? Hem zaten, mutluluk gerçekten var mıdır?
Mutluluk! Ne efsanevi, ne olağanüstü ve ne çok ele geçmez bir sözcük! Her insanın amaçladığı ama hem ulaşması, hem tanımlaması çok zor olan bir kavram! Gel gör ki, mutsuzluğun ne olduğu çok iyi bilinir. Üstelik de hayatın büyük bir bölümü mutsuz geçirilir.
Çocuklar için bir tekerleme vardı:
“Ah ekmekçi olsaydım!
Ama fırın çok kızgındır.
Ah duvarcı olsaydım!
Ama bu çok ağır bir iştir.
Ah denizci olsaydım!
Ama denizden çok korkarım.”

“Eğer”, mutluluğun önkoşulu gibi görünür. “Eğer daha uzun boylu, daha zayıf olsaydım”… “Eğer bir sevgilim olsaydı”… “Eğer bir şampiyon, bir televizyon yıldızı olsaydım”… “Eğer bir işim, bir evim olsaydı”… “Eğer piyangoda kazansaydım”… “Eğer”ler dünyası bir girdap, bir hortum, bir kara deliktir. İnsan bir an dengesini yitirirse, içine yuvarlanmaması imkansızdır.
İyi ama mutluluk yalnızca sahip olmadığımız şeylere mi bağlıdır?
İnsan, hangi görev için doğduysa, o görevi yerine getirirse keyiflenir. İşin kötüsü, biz artık görevlerimizi hatırlamıyoruz. En derin özümüzü silerek, yerine hizmet edilme yükümlülüğünü koyduk. İstediklerimizi elde etmek, istediğimiz şeylerin bize sunulması için buradayız.
Ya insanoğlunun yürüyüşünü tamamlayabileceği yol başka bir kapının arkasındaysa? Bilmesi gereken parola edinme değil de yitirmekse? Doluluk, egemenlik kurmanın değil, hizmet etmenin alçakgönüllülüğünde yatıyorsa? Amaçsız bir dünyaya gömülmüş mükemmel makinelere ulaşmak yerine, yüksek ideallere ulaştıran yolu arayan evlatlar olabilsek?
Yaşam bize olağanüstü sürprizler hazırlar. Biz bir yana gitmeyi düşünürken, o belli belirsiz çalımlarla bizi bambaşka bir yola sokar. Yıllar gelip geçtikçe bir yerlerde var olan gerçek, bütün bir tasarımın karalama düzeyinde de olsa yaşamlarımızın ana hatlarını çizmiş olduğu konusundaki kuşkularımız artar.
Bize verilmiş en büyük armağan davranış özgürlüğü, yani seçim yapabilmektir. Seçmek demek insanın önünde iki yol olması ve birine değil de ötekine sapması demektir. Aynı zamanda vazgeçmeyi bilmek anlamına da gelir.
Seçim yapabilmek; hele de bilinçli bir seçim yapabilmek bir süreçtir. Bu süreç insanın kendini akıntıya bırakmasından çok daha zordur.
Eğer önünüzde pek çok yol açılıp, siz hangisini seçeceğinizi bilmiyorsanız, herhangi birine girmek yerine, oturun ve bekleyin.
Çünkü doğru yönü bulmamıza yardım eden üç koşul vardır:
Hareketsizlik… Sabır… Sessizlik.
Çünkü seçim yapabilmek için çevremizdeki bütün gevezeliklerden, sıradan ve boş düşünme tarzlarından, birlikte yaşamanın getirdiği bir yerde olma zorunluluğu ve tarzdan sıyrılmak gereklidir. İnsanın özünün en derin noktasına inebilmesi ve dinlemeye koyulması gerekir. Sabır ve alçakgönüllülükle beklenmelidir. Çünkü derin vicdan sıkılgandır.
Vicdanınızın sesi, size doğru yolu gösterecektir.
Yolunuz açık olsun!..

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.