Unutma Beni!…

Unutma Beni!…

Bundan tam 40 yıl önce buğulu bir kadın sesinden bir şarkı ortalığı yıkıp geçmişti. Üstelik artık bizim de çikolata renkli bir şarkıcımız vardı: Esmeray. Ve Esmeray’ın duygusal şarkısı Unutama Beni, bir yarışmada açık ara birinci gelmiş ve bir anda herkesin dilinde marş olmuştu. Şarkı hala da bilinir, sevilir ya…

Şarkıcının eşsiz bir sesi vardı, beste güzeldi ama en çok dikkat çeken şey şarkının sözleriydi.

“Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım

Unutma beni, unutama beni

Gözlerinden damlayamayan gözyaşın olayım

Unutma beni, unutama beni

Gölgen gibi adım adım

Her solukta benim adım

Ben nasıl ki unutmadım

Sen de unutma beni,

Unutama beni”

İlk kez biri, “unutma” demiyor; “unutama” diyordu…

“Unutma” bir dilek, bir emir, bir temenni gibi… Gel, git, getir, götür, al, sat der gibi… Unut sözcüğünün karşıtı.

“Unutama” ise biraz dua gibi, biraz beddua gibi… Şarkı söyleyeme, iş yapama, çaldıklarını yiyeme, bir daha kötü konuşama der gibi… Benim değerimi bil, der gibi…

Söyleyenin içinin acıdığını, canının yandığını anlıyoruz. Kıymetim bilinsin, değerimin farkına varılsın, sevgim anlaşılsın istiyor. Nereye gidersen git, benim gibisini bulama, böyle bir sevgi yaşayama, ne yaşarsan yaşa beni unutama diyor. Ardından da bir kapı aralıyor belli belirsiz, bir umut bırakıyor tekrarına. Sanki, “unutama ve bana dön” der gibi…

Yani bir sevenin iç çekişi gibi. İçi sevgi dolu, umut dolu…

Peki, “unutama” dediği kişi için durum nedir?… Unutmuş mudur, unutamamış mıdır?..

Hani birini, hani onunla birlikte her şeyi unutmak istersiniz ya… Unutmanız gerektiği için, öyle olursa daha iyi olacağı için… Hakkınızda hayırlısı öyledir ya hani… Ya da öyle olmasını umarsınız. Tıkanmışsınızdır çünkü, bu duygu sizi mutsuz ediyordur.

Unutursunuz çoğu zaman. Çoğu zaman bir başka ele tutunarak çıkarsınız bu dipsiz kuyudan. Uykusuz gecelerden, gel-git’lerden, apansız sizi bir yerlerde kıstıran anılardan. Ve tabii yalnızlıktan da… Her şeye iyi gelen zaman, size de iyi gelmiştir. Yeni bir hayata doğru yelken açarsınız.

Bazen de aşka tövbe ederek, kalbinizi fırtınalara kapatarak, hatta yalnız aşka değil hayata küserek unutursunuz. Bu biraz daha fazla zaman alır; korkularınız ve yalnızlıklarınızla kalbinizin son kullanma tarihinin gelmesini beklersiniz.

Bir de unutamamak vardır tabii ki. Aslında yürek hep unutmamaktan yanadır. Ama insan beynini yüreğinden daha fazla kullanıyorsa, sol tarafın değil, merkezin dediği olur.

Öyle de… Bütün vücudu kontrol eden beyin, kalbe söz geçiremez. Çünkü kalp kendi başına atar. Zaten severken de, aşık olurken de bir akıl’a danışmamıştır. “Olur mu?”, “Yürür mü?”, “Mutlu olur muyum?”, “Dengi dengime midir?”, “Sonu var mıdır bunun?” gibi soruları sormayı akıl edememiştir. Çünkü o sormaz, mantığını araştırmaz, vakti gelir, basit bir sebeple, bazen bir gülüş, bazen tatlı bir söz, bazen bir bakışa kanar, koyverir kendini. Bazen de sebep bile aramaz sevmeye. “Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir, Bazen küçük bir an için ömür bile verilir” şarkısındaki gibi… Kalp severken unutur dünyayı. Kimseyle ilişki kurmaz. Yol, yöntem danışmaz. Yalnızca sever. Otobandaymış gibi, son sürat gider, dakikada bilmem kaç defa çarparak. Ne zaman ki kazaya uğrar, ağır yara alır… Ve ne zaman ki ön sağ koltuk boş kalır, o zaman beyne mesaj gönderir, “çok yalnızım, bana bir akıl ver” diye… “Nerde hata yaptım?”… İşte o andan itibaren akıl devreye girer. “Aşk başa gelince akıl yıllık izne çıkar” derler ya, artık akıl izinden dönmüştür, etrafın dağınıklığını toplamaya koyulur. Ve sürekli olduğu yerden kalbe mesaj gönderir: “Unut onu! Unut onu!”

Kalp çaresizdir, dinleyecektir aklı da, işte unutmak onun dediği kadar kolay değildir. Yaşanan onca güzel şey, onca duygu varken nasıl olacaktır bu?.. Üstelik onu hatırlatan sesler, kokular, mekanlar, müzikler varken mümkün müdür bu? Hem bu suçta beynin de parmağı vardır. Kalbi kontrolden çıkaran, beynin biriktirdiği anılardır, hafızadır. Beyin unuttursa bütün o yaşananları, onu hatırlatanları kalp unutacaktır da, beyin sürekli filmi başa sarıp duruyordur. Ne yaparsanız yapın, unutamazsınız.

Hiç kimse, hiçbir alışkanlık, hiçbir ev, semt veya şehir değişikliği, hiçbir yeni tanıdık, hiçbir yeni ilişki unutturamıyordur.

Unutamıyorsunuzdur!

Ayrılık bu, başka şeye benzemez. Ölümden beterdir, hatta ölümü aratır çoğu zaman… Çünkü ölüm ile her şey biter de, ayrılık ile hiçbir şey bitmiyordur, bir türlü ayrılamayanlar için.

Hiçbir söz anonim bir türküdeki kadar bu ikisi arasındaki farkı anlatamaz:

“Mundar diye karakışa atmışlar;
Kışla gitmiş, yazla gelmiş ayrılık

Taş etmişler. ummanlara batmışlar;
Gebermemiş, hazla gelmiş ayrılık

Cümle alem kaşlarını çatmışlar;
Aldırmamış, nazla gelmiş ayrılık

Ağulamış, üstüne bal katmışlar;
Sessiz gitmiş, sözle gelmiş ayrılık

Üzerine para sayıp satmışlar;
Dulla gitmiş, kızla gelmiş ayrılık

Kaderdeymiş, istemeden tatmışlar;
Gittiğinden hızla gelmiş ayrılık

Ölüm ile ayrılığı tartmışlar;
Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık”

Sonuç olarak, o size Esmeray’ın “Unutama Beni” şarkısını armağan eder; siz de ona Zeki Müren’den şu şarkıyı yollarsınız:

“Ne ben seni unutabildim,

Ne bu derdimi uyutabildim

Ne bu gönlümü avutabildim.

Unutamam seni, unutamam seni

Unutamam seni, unutamam”

Unutma acısı, unutamama sancısı yaşamayacağınız, ayrılıksız bir hayat diliyorum.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

6 Kasım 2014, İstanbul

Kimdi Giden,Kimdir Kalan… Giden Mi Suçlu Her zaman?

Kimdi Giden,Kimdir Kalan… Giden Mi Suçlu Her zaman?

Ne duyarsanız hayatınız değişir? Bir yalan, kendi sessizliğiniz, vicdan azabı, içli bir şarkı? Neyi duymazsanız hayatta kalırsınız ya da? Duyduğunuz için pişman olduklarınız, söylediğiniz için pişman olduklarınızdan çok mu? Kalbiniz bazen sorunun cevabını bulamaz ya, cevap gerçekten yok mu?

Uyursunuz, uyanırsınız… Düşündükleriniz sapasağlam aklınızdadır hala… Bildiklerinize içinizden gelen cümleler eklersiniz. İçinizi döktüğünüz için rahatlayacaksınızdır, olmaz…. İnsanlar nasıl sır saklıyorlardır acaba? Sırlar neden hep öldürücüdür, iyi bir sır neden yoktur hayatta… Herkes kalbini bir kenara koyup yine rahat uyur o gece, bir tek siz uyanıp durursunuz…

Vicdanınızın sesini duyarsınız…

Bir aşk nasıl biter diye düşünürsünüz… Biri bitmesi için hep bir hata mı yapardı? Bir çift göz, sonunda bir başka çiftle bu kadar kolay mı yer değiştirirdi…

Nedeni ya da sorumlusu kim olursa olsun, bir başka yeredir artık yolculuğunuz… Yanınıza alacaklarınızı hiç düşünmemişsinizdir daha önce… Hiç gelmeyeceği düşünülen bir gün için plan da yapmamışsınızdır… En iyisi bir şey almamaktır yanınıza… Her söz, her hatırlanan dokunuş, adım attıkça ağırlaşırdı eğer insan uzağa yürüyorsa… Öyle yaparsınız ve almazsınız siz de… Kapıdan çıkarken radyodaki şarkıyı yeniden duymaya başlarsınız:

“Bir rüzgardır gelir geçer sanmıştım

Meğer başımda esen kasırgaymış”

Bir şarkıyla tüm o sesler susar…

Kapadığınız kapının sesini duyarsınız…

“Zorla elinizde tuttuğunuz şeyler mutlaka ölür” diyor filmin kahramanı!

Sırf bu yüzden, bazen bütün öncelikler değişir. En öndekilerin yeri de… Onu unutmak için, onun değil artık kendi kalbinizin ihanetini bekleyen bir yalnızsınızdır işte..

Ses yalanı örtüp, yalan sesi yırtıyorsa… Ya da bir zamanlar güldüğünüz her şey, artık hatırladığınızda sizi ağlatıyorsa…

Gerçektir elinizdeki veda.

Elveda…

Bilimsel gerçekler var hayatta… Vücut bir parçasını kaybettiğinde, neyi kaybetmişse onun hala var olduğunu sanıp, hayalet ağrısını çekmeye devam ediyor… Beyin iletişimde olduğunu yitirdikten sonra bile yitirmemek için direniyor… Bir şey yok olduktan sonra da, ona ait alt algılar ısrarla devam ediyor… Varmış gibi yapıyor… İnsan aşık olduğunda da böyle işte: çok seven, gittikten sonra bile sevdiğini uzun zaman yanında tutuyor, kaybolmasına izin vermiyor… Yanında görmek istediğini, yerinde görmek istiyor her şeye rağmen… Biri terk ettiğinde, severken iki kalp taşıyanların hayalet ağrıları da bu yüzden dinmek bilmiyor…

Siz, elinizde bir başkasının elini tutmaya meyilli bir veda taşıyorsunuz her seferinde… O vedayla sarılıyorsunuz birine, o vedayla işliyorsunuz sevgilinin adını, kalbin yerine teninize… Ne var ki yine o veda ayırıyor sevmek için gelmiş bir bakışla yollarınızı…

İşte o yüzden, giden suçlu değildir her zaman!

“Her geçen gün bir parça daha
Aldı götürdü bizden…
Aynı kalmıyordu hiçbir şey,
Değişiyordu kendiliğinden.

Artık çözülmüştü ellerimiz…
Artık bölünmüştü yüreğimiz…
Birimiz söylemeliydi bunu
Ötekini incitmeden…

Kimdi giden, kimdi kalan?
Giden mi suçludur her zaman?
Ne zaman başlar ayrılıklar,
Dostluklar biter ne zaman?”

Kimdi giden, kimdi kalan..?
Aslında giden değil,
Kalandır terk eden
Giden de bu yüzden gitmiştir zaten”

Saygılarımla…

Nejat Gümüş

19 Kasım 2014, Malatya

Soğukoluk:Cehennemden Cennete…

Soğukoluk:Cehennemden Cennete…

Bir iş gezisi için İskenderun’dayım ve biraz dolaşmak için küçük bir fırsat, küçük bir zaman yakaladım… “Soğukoluk’a gidin, cennet gibi bir yer” dediler…

Soğukoluk?.. Hafızamda böyle bir isim var. Ama orayı ben cehennem diye hatırlıyorum.

Yeni kuşak bilmez elbette. Ama yaşı 30-35’i geçenler için Soğukoluk sözü geçince bir rezillik merkezi gelir akıllara. O günlerin jargonuyla “Beyaz Kadın Ticareti”nin, seks köleliği, uyuşturucu, dayak ve işkencenin yani fuhuş batağının odaklaştığı bir merkezdi orası.

Oysa Soğukoluk, zümrüt yeşili bir tepede, çam ormanları arasında, mis kokulu havası, buz gibi sularıyla ünlü bir sayfiye yöresiymiş. Çok yıllar öncesi Jozef Ayvazyan adlı bir Ermeni yurttaşımız Antakya Belen ilçesi yakınlarındaki bu yaylayı çok beğenmiş; oraya koca bir otel yaptırmış. Avanos Dağları’nın kucağındaki bu yaylanın yolları o kadar bozukmuş ki araç giremediği için katırlarla taşınmış inşaat malzemeleri. Sonra oraya Müzeyyen Senar dahil pek çok ünlü şarkıcı, türkücü, sahne insanı gelip, sanat icra emiş. Böylece popülaritesi artan bölgeye birkaç zengin yatırımcı daha gelmiş; hemen yanı başına yine büyük, görkemli, lüks oteller yaptırmış. Sonrasında ise Hatay’ın en zengin en seçkin kişilerinin eğlenmeye geldiği bu bölgenin rantı bazı gayrı meşru tiplerin de iştahını kabartmaya başlamış…

Bir süre sonra pıtrak gibi çoğalan niteliksiz, derme çatma gazinolar, otel müsveddeleri kondurulmuş oralara. O köhne binaların altlarına da muhtemel bir baskın sırasında fuhuşa zorlanan kızları saklamak için mahzenler, labirent dehlizler ile fuhuş odaları da yaptırılmış. Böylece seks köleliğine adım attırılan genç kızların ilk durağı olmuş Soğukoluk… Nice ocaklar sönmüş, nice ölümler, intiharlar yaşanmış… Fuhuş bataklıklarının hemen yanı başındaki köyde yaşayanlar uzun yıllar çaresiz ve sessizce izlemiş bu rezil tabloyu. Artık Soğukoluk, sadece Türkiye’de değil dünyada tanınan bir fuhuş üssü olmuş.

Soğukoluk batakhanelerinde bambaşka bir gerçek varmış. Soğukoluk baronları, altlarına son model Amerikan arabalarını verdikleri şık giyimli, bol para harcayan yakışıklı “jokey”leri İstanbul varoşlarında dolaştırıyor, bunların varoş kızlarıyla gönül bağı kurmalarından sonra, meşrubatlarına uyku ilacı koydurarak, Solukoluk’a kaçırtıyorlarmış. Ve artık öyle güçlü bir inanış varmış ki, buraya düşen bir daha kurtulamazmış… Başkaldıran kızlar falakaya, işkenceye çekiliyormuş.

Baronlar, küçük kızların yaşlarını büyük gösterebilmek için Nüfus İdaresi’ni, Emniyet’i, Jandarma’yı parayla bağlamışlar. Diyelim ki “jokey”ler bir kız getirdiler. Hemen söz konusu kurumlardaki adamları devreye giriyor, resmi işlemler hızla yapılarak kurbanın yaşı büyütülüyormuş. Bununla da yetinilmiyor, sanki yıllardır şarkıcı – konsomatris olarak çalışıyormuş gibi, sahte belgeler de düzenleniyormuş… Hatta Soğukoluk’tan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne kadar uzayan bir menfafat ağı kurulmuş.. Müdavim müşteriler arasında Ortadoğu’nun petrol zenginleri başı çekiyormuş. İddia ediliyor ki, bugün burada kazı yapılsa toplu mezarlar çıkarmış…

Ne zaman bir ihbar olsa da jandarma operasyona gitse, elleri boş dönüyorlarmış… Çünkü İskenderun’da şalterler ayarlanmış, iki defa indirip kaldırıyorlar, böylece Soğukoluk’a “toparlanın, geliyorlar” mesajı veriliyormuş… Sinyal alınınca kızlar o gizli yerlere saklanıyormuş.

Soğukoluk gerçeği ve orada yıllarca işlenen insanlık suçları, Türkiye’nin hafızasına mıh gibi yerleşti. 12 Eylül İhtilalinden sonra yapılan operasyonlarla orada dalgalanan kanunsuzluk bayrağı bir daha hiç çekilmemek üzere indirildi. Fuhuş yuvası olarak kullanılan batakhaneler, sosyal amaçlı tesisler haline getirilmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmiş. Bakanlık da bunları öğretmenler için tatil ve dinlenme tesislerine dönüştürmüş.

Geçmişin kara izlerini silen Soğukoluk, şimdi ise ‘elit’ ailelerin kümelendiği, villalar, malikaneler diktiği harikulade bir dinlence yaylası.

Çok okuyan mı, çok gezen mi?… Gezmenin şöyle bir artısı var ki, insan kendi gözleriyle, kendi duyularıyla şahit oluyor. Hissediyor, adeta o dönemi yaşıyor. O labirent gibi dehlizleri, saklanma odalarını görünce kanım çekildi. Ne hayatlar umudu ve ne yaşayacağı günlerin planları olan o gencecik yavruların yaşadıklarını anlamak için kadın olmak gerekmiyor. Kız çocuğunuzun olması, annenizin, kızkardeşinizin, eşinizin olması da gerekmiyor. İnsansanız eğer, hayata, iyiliğe dair değerler taşıyorsanız… Ve vicdanınız varsa eğer, insanlığınızdan utanıyorsunuz. O minnacık kadınlarımızın yaşadıklarını düşününce aklıma Nazım geldi:

“Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız…”

Soğukoluk burası… Cenneti ve cehennemi koyun koyuna yaşamış, yaşatmış. Pek çok yer, pek çok insan gibi… Bilirsiniz işte, bir iyilik vardır; bir de kötülük. Bir cennet vardır, bir de cehennem. Kardeştir bunlar aslında. Habil ile Kabil gibi… Hangisi mi kazanır?

Bir Kızılderili hikayesinde anlatıldığı üzere; adamın iki köpeği varmış. Birisi kara (kötülük), birisi beyaz (iyilik)… Torunu sormuş “Dedeciğim, ikisini kavga ettirsek hangisi kazanır?” Bilge Kızılderili şöyle cevap vermiş: “Hangisini daha iyi beslersek, o kazanır.”

Daima iyiliklerin ve iyilerin kazanacağı bir dünya diliyorum.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

1 Aralık 2014, İskenderun

Yiğit.Yürekli.Yılmaz.

Yiğit.Yürekli.Yılmaz.

Yine iş seyahatindeyim. Bu kez Adana, Yumurtalık…. Bir Adana yazısı yazmalı. Adana’ya dair.

Sahi Adana’nın neyi meşhurdu? Kebap, şalgam, şırdan, aşlama, bıcı bıcı. İlk akla gelenler bunlarmış. Yok yok, bunları memleketin en iyi yemek yazarları yazıyor zaten. Bilmeyen kalmadı.

Başka? Yılmaz Güney’i.

Tamam. Sinemacı Yılmaz Güney’i sinema yazarlarına bırakıyorum, ben size çocukluğumun kahramanı Yılmaz Güney’i yazayım en iyisi.

Sinema çocuklarıydık biz… Yazlık ve kışlık sinemaların, gazoz ve çekirdek eşliğinde herkesin kendi hayatlarından uzaklaşıp hayallerine daldığı, dünyayı masalsı ve iyilik dolu görmeye başladığı yıllardı. O zamanlar bir star sistemi vardı ve filmlere değil, filmin başrol oyuncularına bakarak sinemaya gidilirdi. Belgin Doruk, Neriman Köksal, Türkan Şoray, Filiz Akın, Ayhan Işık, Muhterem Nur, Sadri Alışık ve hatta Öztürk Serengil ve diğerleriydi sinema gişesindeki uzun kuyrukların sebepleri…

Herkesin bir starı vardı, şimdiki tabirle “idol”ü. Herkes birine daha fazla hayrandı, onun gibi olmak isterdi. Kızlar Türkan Şoray gibi göz kırpar, Hülya Koçyiğit gibi koşar, Fatma Girik gibi öfkesini gösterir, Filiz Akın gibi neşe saçardı. Sadri Alışık gibi içli, Muhterem Nur gibi dertli, Öztürk Serengil gibi muzipti.

Benim starım da Yılmaz Güney’di.

Oysa Yılmaz Güney, ne Ediz Hun kadar romantik, ne Cüneyt Arkın kadar havalı, ne Ayhan Işık kadar yakışıklıydı. Ama daha samimi gelirdi bana. Ötekilerin güzellikle elde etmeye çalıştığını Yılmaz Güney iyilikle ve savaşarak elde ediyordu.

Aslında Yılmaz Güney’i yalnız benim gözümde değil, herkesin gönlünde zirveye taşıyan da sanırım buydu. Sahiciydi. Ve üstelik sıradan bir insanın kazanması, tercih edilmesi herkese iyi geliyordu.

Türk Sinemasının parladığı yıllar, Türkiye’nin kabuk değiştirmeye başladığı yıllardır… Bir taraftan masal tadında melodramları, salon filmleriyle ihtişamlı hayatları, zengin kız – fakir oğlan aşkının hayal de olsa güzel sonlu konuları film yapıyorlardı; ama öte yandan yaşanmış gerçek hikayeleri de “toplumsal gerçekçilik” sınıfında filme aktarıyorlardı. Köy filmleri furyası ağalığın, fakirliğin Türkiye profilini çıkarıyordu.

Sonra 1960’lı yıllarda patlayan gecekondulaşma, büyük şehirlere tutunmaya çalışan yoksul insanlar, kenar mahalle hayatları, acılı sonları başlamıştı.

Yılmaz Güney, “beyaz zenciler” denilen ezilmiş insanların temsilcisiydi. Çoğunlukla işçiydi, köylüydü, fakirdi, kimsesizdi. Ama ezilmeye karşı direniyor, sömürülmeye karşı başkaldırıyor, kötülüğe karşı yüreğiyle, bileğiyle iyiliği temsil ediyordu.

Yılmaz Güney, Adana’da büyür, üniversite okumak için İstanbul’a gelir. Atıf Yılmaz ile tanışması sinemaya girmesine sebep olur. Bir yandan da hikayeler, senaryolar yazar. Sinemaya geçtikten kısa bir süre sonra ezilen, hor görülen Anadolu çocuğunun otoriteye başkaldıran sembolü olur. Kendisine “Çirkin Kral” lakabı verilir. O dönem ilk kez abartısız ve yalın oyunculuk performansıyla dikkat çeker. Hudutların Kanunu, Seyyid Han, Kızılırmak Karakoyun, Umut, Boynu Bükük Öldüler gibi filmler ile ününe ün katar.

Yazdıkları ve fikirleri için birçok kere başı otoriteyle belaya girer, hapis yatar. Ama her defasında sinemaya daha büyük bir başarıyla döner. Bu kez Arkadaş, Acı, Ağıt, Umutsuzlar gibi filmleri hem yazar, hem oynar.

1974 yılında Endişe filmini çekerken Yumurtalık ilçesi hakimini öldürmek suçundan tutuklanır ve mahkum olur. Olaya tanık olanlar Savcı’nın fazla alkollü olduğunu, Yılmaz Güney’e önyargılı davrandığını ve eşine küfür ettiğini söylerler. Yani olayda ağır tahrik bulunduğuna dair tanıklık ederler. Ama bu ifadeler, zaten düşüncelerinden dolayı sistemin gıcık olduğu Yılmaz Güney’i kurtarmaya yetmez.

Sanatçı, hapishanedeyken de yazmaya ve sinemayla ilgilenmeye devam eder. Bu dönemde yazdığı Sürü filmi bir sinema başyapıtı kabul edilir. Ardından gelen Yol filmi, Cannes Film Festivalinde Türkiye’ye büyük ödülü getirir.

Yılmaz Güney, 19 yıl verilen mahkumiyetinin beş yılını yattıktan sonra firar eder ve yurt dışına kaçırılır. Fransa’da yaşayan ve en son Duvar filmini çeken sanatçı, mide kanseri nedeniyle 9 Eylül 1984 yılında hayata veda eder. Paris’e gömülür.

Türk Sinemasının dünyadaki en dikkat çeken ve saygın sinemacısı olarak adını sinema tarihine altın harflerle yazdıran Yılmaz Güney’in aptığı filmler kadar söyledikleri de akıllarda kaldı:

“Ben en azından katilimi tanıyorum. Fakat sen bir gün sevilmediğin bir yürekte, kimvurduya gideceksin.”

“Gülümsüyorum! Çünkü biliyorum ki; gülümsemek dostlarıma karşı sunduğum en iyi ikram, düşmanlarıma karşı en asil darbedir.”

“Babam dünyanın en güçlü adamıydı. Bir ekmeği hepimize bölebiliyordu. “

“Bir köpeğin dostluğu, bir dostun köpekliğinden iyidir.”

“Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı. Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk.”

“Ben kimsenin canını yakmadım; onlar benim ateş olduğumu bile bile geldiler.”

“En zor, en imkansız zamanda dahi başarıya gitmenin tek yolu çalışmaktır.”

“Bazen bir yumrukta yıkacak kadar güçlü, bazen bir serçe kadar güçsüzsem, bir nedeni vardır.”

“Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım. “

“Biz önceden küçük şeylerle mutlu olan insanlardık. Sonra aklımıza sevda diye bir şey soktular, toparlanamadık.”

“İnsanı yaşatan içimizdeki hayat böceğidir. O ölürse hayatımızın da tadı biter.”

“Her şeye rağmen düşmana inat yaşayacağız. Yarın bizim çünkü… Biz öleceğiz ama çocuklarımız bırakacağımız mirası taşıyacaklar yüreklerinde… Ve onların yürekleri bizim altında ezildiğimiz korkuları taşımayacak.“

“Bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş / Bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş…”

“Biz de bilirdik sevgiliye karanfil almasını, lâkin aç idik, yedik karanfil parasını.”

“Unutmak zaman ister demiştim, yanılmışım… Zaman değil yürek istiyormuş… O da sende kaldı.”

“Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması.”

…………………………………………………..

Şimdi, aradan bunca zaman geçmişken, aklıma Yılmaz Güney nerden takıldı bilmiyorum… Adanalı oluşu muydu, şu an caddesinde dolaştığım Yumurtalık ilçesinde kaderinin yazılması mıydı bilmiyorum…

Bildiğim bir şey var ki, galiba çocukluğumuz tanışıyordu…

Bu benim çocukluk anım:

“Asgari ücretle bir iş bulmuştu babam ve bizim için yeni ve sıkıntılı bir hayat başlıyordu İstanbul’da. Gültepe’de zemin altı, tek odalı evimizde rutubete karşı da direnmeye çalışıyorduk. Gültepe’den Şişli’ye kadar yokuş yukarı o upuzun yolu, altı delik ayakkabıyla her seferinde yürüyerek geçiyordum. Otobüse binmem ancak yıllar sonra mümkün olabilmişti.”

Bu da Yılmaz Güney’in çocukluğuna ilişkin anlattığı:

“Benim oturduğum mahallenin yolları çamurluydu, boyalı ayakkabı giysem bile, o yollardan geçtikten sonra çamurlanmamaları mümkün değildi. Hayatım da böyle..”

İnsan şu hayatta en çok kendine benzeyeni arar ve kendini bulduğuna güvenirmiş…

Hepsi bu.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

Adana, 2 Aralık 2014

Cennet Anaların Ayağı Altında.Peki Ya Cehennem?…

Cennet Anaların Ayağı Altında.Peki Ya Cehennem?…

Analarımızı cennetin baş köşesine layık görürüz de, her biri bir başkasının annesi olan ya da olacak olan; ya da bir annenin doğurduğu kadınlarımıza cehennem azabı yaşatırız.

Bu ne yaman bir çelişkidir!..

Oysa biz değil miyiz kadınlar olmadan yaşayamayan? Gömleğimizin sökülen düğmesini bile dikmeyi beceremeyen? Hem severiz hem döveriz. Çok severiz, başkasına yar etmemek için öldürürüz. Patrona kızarız, acısını kadınımızdan çıkarırız. Parasızlığın öfkesini ondan alırız. Takımımız yenilir, yenilmişliği kadına yansıtırız. Men ederiz, yasaklarız. Yok sayarız, ciddiye almayız. Önemsemeyiz, güvenmeyiz, bekçiliğini de biz yaparız. Hesap sorarız, takip ederiz, kuşku duyarız. Namusundan onu değil kendimizi sorumlu tutarız. Namus cinayetleri işleriz. Ölürüz, öldürürüz. Hapis yatarız. Yani kaderleri elimizdedir. Biz iyiysek cenneti yaşatırız, kötüysek cehennemi.

İşte kendi ellerimizle kurduğumuz bir cehennem: Soğukoluk.

Bugün, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olan bugün, bu yazıyı bir kez daha paylaşmak istedim. İstedim ki, bir demet çiçek ile, bir hediye ile günü kurtarmak ve hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam etmek yerine, dünyada en çok kadına yönelik şiddetin, cinayetlerin olduğu ülkemde neler yaptığımızı, nasıl bir dünya kurduğumuzu bir kez daha hatırlayalım.

İsterim ki, bu yazıyı kadınlardan çok erkekler okusun. Okusun ve dünyayı değiştirmeye, önce kendinden, sonra ailesinden ve yakın çevresinden başlasın.

Hayatımızın yarısı, hatta tamamı, merkezi olan kadınların, en az bizim kadar yaşama ve saygı duyulma hakkının olduğunu düşündüğümüz zaman dünya gerçekten daha güzel olacak.

Yeni kuşak bilmez elbette. Ama yaşı 30-35’i geçenler için Soğukoluk sözü geçince bir rezillik merkezi gelir akıllara. O günlerin jargonuyla “Beyaz Kadın Ticareti”nin, seks köleliği, uyuşturucu, dayak ve işkencenin yani fuhuş batağının odaklaştığı bir merkezdi orası.

Oysa Soğukoluk, zümrüt yeşili bir tepede, çam ormanları arasında, mis kokulu havası, buz gibi sularıyla ünlü bir sayfiye yöresiymiş. Çok yıllar öncesi Jozef Ayvazyan adlı bir Ermeni yurttaşımız Antakya Belen ilçesi yakınlarındaki bu yaylayı çok beğenmiş; oraya koca bir otel yaptırmış. Avanos Dağları’nın kucağındaki bu yaylanın yolları o kadar bozukmuş ki araç giremediği için katırlarla taşınmış inşaat malzemeleri. Sonra oraya Müzeyyen Senar dahil pek çok ünlü şarkıcı, türkücü, sahne insanı gelip, sanat icra emiş. Böylece popülaritesi artan bölgeye birkaç zengin yatırımcı daha gelmiş; hemen yanı başına yine büyük, görkemli, lüks oteller yaptırmış. Sonrasında ise Hatay’ın en zengin en seçkin kişilerinin eğlenmeye geldiği bu bölgenin rantı bazı gayrı meşru tiplerin de iştahını kabartmaya başlamış…

Bir süre sonra pıtrak gibi çoğalan niteliksiz, derme çatma gazinolar, otel müsveddeleri kondurulmuş oralara. O köhne binaların altlarına da muhtemel bir baskın sırasında fuhuşa zorlanan kızları saklamak için mahzenler, labirent dehlizler ile fuhuş odaları da yaptırılmış. Böylece seks köleliğine adım attırılan genç kızların ilk durağı olmuş Soğukoluk… Nice ocaklar sönmüş, nice ölümler, intiharlar yaşanmış… Fuhuş bataklıklarının hemen yanı başındaki köyde yaşayanlar uzun yıllar çaresiz ve sessizce izlemiş bu rezil tabloyu. Artık Soğukoluk, sadece Türkiye’de değil dünyada tanınan bir fuhuş üssü olmuş.

Soğukoluk batakhanelerinde bambaşka bir gerçek varmış. Soğukoluk baronları, altlarına son model Amerikan arabalarını verdikleri şık giyimli, bol para harcayan yakışıklı “jokey”leri İstanbul varoşlarında dolaştırıyor, bunların varoş kızlarıyla gönül bağı kurmalarından sonra, meşrubatlarına uyku ilacı koydurarak, Solukoluk’a kaçırtıyorlarmış. Ve artık öyle güçlü bir inanış varmış ki, buraya düşen bir daha kurtulamazmış… Başkaldıran kızlar falakaya, işkenceye çekiliyormuş.

Baronlar, küçük kızların yaşlarını büyük gösterebilmek için Nüfus İdaresi’ni, Emniyet’i, Jandarma’yı parayla bağlamışlar. Diyelim ki “jokey”ler bir kız getirdiler. Hemen söz konusu kurumlardaki adamları devreye giriyor, resmi işlemler hızla yapılarak kurbanın yaşı büyütülüyormuş. Bununla da yetinilmiyor, sanki yıllardır şarkıcı – konsomatris olarak çalışıyormuş gibi, sahte belgeler de düzenleniyormuş… Hatta Soğukoluk’tan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne kadar uzayan bir menfafat ağı kurulmuş.. Müdavim müşteriler arasında Ortadoğu’nun petrol zenginleri başı çekiyormuş. İddia ediliyor ki, bugün burada kazı yapılsa toplu mezarlar çıkarmış…

Ne zaman bir ihbar olsa da jandarma operasyona gitse, elleri boş dönüyorlarmış… Çünkü İskenderun’da şalterler ayarlanmış, iki defa indirip kaldırıyorlar, böylece Soğukoluk’a “toparlanın, geliyorlar” mesajı veriliyormuş… Sinyal alınınca kızlar o gizli yerlere saklanıyormuş.

Soğukoluk gerçeği ve orada yıllarca işlenen insanlık suçları, Türkiye’nin hafızasına mıh gibi yerleşti. 12 Eylül İhtilalinden sonra yapılan operasyonlarla orada dalgalanan kanunsuzluk bayrağı bir daha hiç çekilmemek üzere indirildi. Fuhuş yuvası olarak kullanılan batakhaneler, sosyal amaçlı tesisler haline getirilmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmiş. Bakanlık da bunları öğretmenler için tatil ve dinlenme tesislerine dönüştürmüş.

Geçmişin kara izlerini silen Soğukoluk, şimdi ise ‘elit’ ailelerin kümelendiği, villalar, malikaneler diktiği harikulade bir dinlence yaylası.

Çok okuyan mı, çok gezen mi?… Gezmenin şöyle bir artısı var ki, insan kendi gözleriyle, kendi duyularıyla şahit oluyor. Hissediyor, adeta o dönemi yaşıyor. O labirent gibi dehlizleri, saklanma odalarını görünce kanım çekildi. Ne hayatlar umudu ve ne yaşayacağı günlerin planları olan o gencecik yavruların yaşadıklarını anlamak için kadın olmak gerekmiyor. Kız çocuğunuzun olması, annenizin, kızkardeşinizin, eşinizin olması da gerekmiyor. İnsansanız eğer, hayata, iyiliğe dair değerler taşıyorsanız… Ve vicdanınız varsa eğer, insanlığınızdan utanıyorsunuz. O minnacık kadınlarımızın yaşadıklarını düşününce aklıma Nazım geldi:

“Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız…”

Soğukoluk burası… Cenneti ve cehennemi koyun koyuna yaşamış, yaşatmış. Pek çok yer, pek çok insan gibi… Bilirsiniz işte, bir iyilik vardır; bir de kötülük. Bir cennet vardır, bir de cehennem. Kardeştir bunlar aslında. Habil ile Kabil gibi… Hangisi mi kazanır?

Bir Kızılderili hikayesinde anlatıldığı üzere; adamın iki köpeği varmış. Birisi kara (kötülük), birisi beyaz (iyilik)… Torunu sormuş “Dedeciğim, ikisini kavga ettirsek hangisi kazanır?” Bilge Kızılderili şöyle cevap vermiş: “Hangisini daha iyi beslersek, o kazanır.”

Daima iyiliklerin ve iyilerin kazanacağı bir dünya diliyorum.

Dünya Kadınlar Günü’nüz kutlu olsun.

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

8 Mart 2015, İskenderun

Beyoğlu,Bir Beyin Oğlu.

Beyoğlu,Bir Beyin Oğlu.

Yolu İstanbul’a düşen ama Beyoğlu’na ayak basmayan tek, ama bir tek kişi var mıdır dünyada? Çünkü Türkiye demek İstanbul demekse, İstanbul demek de Beyoğlu demektir.

Denir ki, İstanbul’a bir kuş konmuş. Beşiktaş yakalamış. Ortaköy kanatlarını yolmuş. Kadıköy pişirmiş. Karaköy yemiş. O sırada gasptan dönen Beyoğlu, “Hani bana, hani bana!” demiş… Sonra Beyoğlu, kuştan arta kalanlarla sokak çocuklarını, sokak ayyaşlarını, sokak delilerini ve sokak sevgililerini doyurmuş… Hikaye bu ya!

İstanbul’un en eski yerleşim yerlerinden biri olan Beyoğlu, her dönem gözde olmuş. Önceleri çoğunlukla gayrimüslimlerin yaşadığı yer olarak Pera adıyla bilinen Beyoğlu, sanatın, kültürün, eğlence hayatının da merkeziymiş… Sinemalar, tiyatrolar, en nezih restoranlar, en Avrupalı mağazalar burada bulunurmuş. Türk Sineması demek olan Yeşilçam da burada yeşermiş, burada büyümüş, efsaneleşmiş.

Bir zamanlar artist görmek için Beyoğlu’na akın edenler Cahide Sonku, Ayhan Işık, Sadri Alışık, Muhterem Nur, Belgin Doruk gibi starlara denk gelebilme hayallerini bugün yitirseler de, Ayhan Işık Sokağında bir kafede oturup geleceklerine fal baktırıyorlar…

1960 sonrası yaşanan yoğun iç göçler bir yandan, azınlıkların ülkeyi terk etmesi bir yandan bu semtin çehresini yavaş yavaş değiştirmeye başlamış. Beyoğlu yine gözdeymiş ama şiddetli yapısal değişiklikler göstererek adeta kimlik bunalımı yaşamaya başlamış.

Öyle ki, Beyoğlu’nun ana arteri İstiklal Caddesi başka bir hayatı yansıtırken, arka sokaklarda bambaşka hayatlar yaşanmış. Evet bu tanım boşuna değil, Beyoğlu İstanbul’un kalbiyse, İstiklal Caddesi de bu kalbi besleyen atardamarıdır. Haftanın her saati, her günü, özellikle de hafta sonları koca bir kentin bir yudum hayat tadı almaya, oksijenlenmeye geldikleri bu ana arter, bu atardamar, gecenin bitimiyle kanlanan, canlanan bu insan kalabalığını şehrin diğer uzuvlarına kanlarını değiştirerek geri pompalar. İstanbul’a oksijen veren Beyoğlu’na bu oksijen gözyaşı olarak geri döner. Yüksekkaldırımlar’dan ikinci evlerine dönmekte olan umutsuz hayat kadınları bu gözyaşlarında boğulurlar…

Kalabalıktır Beyoğlu. Günde 1 milyon kişinin uğradığı dev bir kalabalık. Sırf sinema, tiyatro, bar, gece kulübü, restoran olarak bile 15 milyon İstanbulluyu, artı dışarıdan gelen yerli/yabancı tüm konukları ağırlayabilecek bir kapasiteye sahiptir. Ama çok yalnızdır aynı zamanda Beyoğlu… Ayakta duramayacak kadar sarhoş oldukları için birbirlerine omuz vermiştir üçüncü sınıf oteller. Okuma yazma bilmeyen kaçamakların yapıldığı küçücük odalarda, küf kokan, rutubetten sırılsıklam yataklarda kim bilir kimler hangi masum, gözyaşartıcı sonuçlar taşıyan, kristalize rüyaları görme cesaretini gösterirler? Kirli tuvaletlerdeki kırık aynalarda “ayna, ayna, söyle bana, bu dünyada en yalnız kim” sorusuna “sen” yanıtını almak hiç de zor değildir. Beyoğlu’nun bu otellerinde oda servisine Azrail bakar. Pencerelerinden Osmanlı İmparatorluğu seyredilir. Kavuk, savrulur. Dev bir örümcek, marka mağazaların çatısına oturur. Sinemalar, tiyatrolar cayır cayır yanar.

Havalıdır Beyoğlu. Tarihi ihtişamını sık sık yüzüne vurur insanın. Eşsiz mimariye sahip binaları, kiliseleri, okulları soylu bir geçmişin izlerini taşır. Aristokrat duruşu vardır. Belki de bu yüzden Beyoğlu denmiştir, Pera’ya. Bey Oğlu’dur mutlaka… Sanat, kültür, eğlence, yaşam kültürü benden sorulur, ne çok şey gördüm, yaşadım der gibidir. Ama arka sokaklarında büyüyen yoksunluk, gizlenecek bir delik bulamamıştır artık, “abi bir ekmek parası”, “abla karnım aç” dışavurumuna dönüşmüştür. Tutar ya da tutmaz, bu alışılmış, ezberlenmiş replikler her gün tekrar eder onlarca kişinin ağzından…

Malını peşin satan tüccar gibidir Beyoğlu. Kimsenin orada kredisi yoktur, çünkü kimseyi hatırlamaz. Haklı da, bu kadar insan, gelen/geçen nasıl akılda tutulsun ki!.. O yüzden paranız kadar alırsınız Beyoğlu’ndan; kiminiz The Marmara’nın roof’undan İstanbul’a tepeden bakar, kimimiz yatacak bedava bir “yer” bakar. Bedava dediğime bakmayın, Beyoğlu bedava bir şey vermez insana, ödetir mutlaka… Parasıyla ya da başka türlü. O bedeli ödetir!..

Değişen Türkiye’nin vitrinidir Beyoğlu, ne varsa hayatta, onu gösterir. Üst düzey bir hayat yaşamak için gelenler ile kaybedecek bir şeyi olmadığı için gelenlerin kesiştiği yerdir. Tutunamayanların son durağıdır… Şöhret olmak için evden kaçanların yerine bugün Beyoğlu’nda evden kaçarak kötü şöhret olanlar egemendir. Yıldızların değil figüranların sözü geçer burada. Hapçısı, esrarcısı, tinercisi, travestisi, fahişesi, magandası, krosu, kimsesiz sokak çocukları en çok burada kabul görür. En azından dışlanmazlar. Çünkü burası sahipsizdir. Kimse sahip çıkmaz, kimse korumaya çalışmaz. Kimse kimseye hesap da sormaz. Kavga, dövüş, kapkaç, sarkıntılık, tacizin en az ceza aldığı yerdir Beyoğlu. Kim demiş ki, bir zamanlar en zarif hanımlar, en kibar beyler, en şık elbiselerini giyip burada gezmişler, eğlenmişler! Kim demiş en terbiyeli insanlar burada yaşarmış, insanlar en terbiyeli hallerini burada gösterirmiş? Terbiye artık ne ki!

Beyoğlu’nda terbiye, bugün ancak çorbacılarda bulunur!

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

23 Mart 2015, İstanbul

“Umuttuk”,Unutulduk…

“Umuttuk”,Unutulduk…

Hangi tutku cikletten çıkmıştır ki! Oysa umut vardır, hülya vardır, düş vardır.

“Umut”tan “unut”a ne zaman geçer insan? Ya da kaç “unut”tan bir “umut” yaratmayı başarır? Ve sonunda kaç “umut” biterse, unutmak mümkün olur?…

Unutmaya çalışmak, en fazla gözlerimizi yorar. Unutamayız. Bir yalnızlığı eskiterek yeni bir hayata başlamaya çalışmak, kendimizle yarışmaktır. Başlayamazsak yeniliriz. Ama her şeyin sonu değil bu. Sadece kaybetmeyi öğreniriz.

Neyi, kimi kaybettiğimizi zaman bize gösterecektir. Belki doğru insanı yanlış sevdik, belki de yanlış bir insanı kalbimize koyduk ki aşkın en tehlikelisidir yanlış sevmek. Bir insanı yanlış sevince, yalnız sevmek zorunda kalıyoruz. Çünkü o bunu hissederse bizden gitmekle de kalmaz, bizi bize terk eder. Yanlış bir sevgide, doğru bir davranıştır bu. İlk başlarda anlayamaz, onun gidişine kızarız. Hatta öyle büyük bir yanlışlıkla sevmişizdir ki onu, zaman anlamamıza izin vermez, giderse kızmaya devam ederiz. Kendi kendimize sorular türetir, yine kendimizde cevaplarımızı aramaya devam ederiz.

“Acaba çok sevdiğim için mi gitti?”

“Bir gün o da beni özler mi?”

“Tekrar geri gelir mi?”

Alıştıralım kendimizi. Hepsinin cevabı HAYIR! Hepsinde vardır elbet bir hayır. Aslında yanlış seven birisi için kadere sığınmak da zor gelir. Çünkü içinde hep bir isyan, hep bir hayata karşı inatlaşma besler. Hatta bir süre sonra kalan doğrular da yanlış olmaya başlar. Sonu gelmez gitmelerin. Hiç başlamaz bitirmek istediklerimiz…

Peki, ya yanlış insanı doğru sevmişsek?

Doğru severken, kaybetmişsek? İşte o zaman geride kalan aşk olur ve geriye kalan ne varsa hepsi yaş olur. Başta hissetmeyiz terk edilmenin acısını, çünkü aşk hala sıcaktır. Sonradan sonraya anlarız ki, gidenin kalbinde bize karşı duyduğu aşk soğumuştur. İşte ondan sonra başlar gerçek acılar. Ne kalmışsa bizimle, kalabalık gelir. Geriye neyi bırakmışsa bizim elimize, hep yük olur. Vazgeçmek ister, terk etmeyi deneriz bir bir…

Mesela onu hatırlatan geceleri terk etmek isteriz…

Önce karanlıktan korkmayı öğreniriz. Çünkü ne kadar karanlıkta kalırsak o kadar hatırlarız. Gözlerimizi kapatır, uyumayı deneriz. Bu kez de gözlerimizi kapattığınızda onun yokluğu gelir gözlerimizin önüne ve tekrar gözkapaklarımızı karanlığa açarız. Ama ne yaparsak yapalım, tek kişi uyuyamayız. Hatırımız uyanık kalır, güzel günleri hatırlarız.

Kalbimiz, sekizde sekiz kusurludur.

Böyle bir durumda çaresizliğin yemeğini vermeyi, yalnızlığın altını değiştirmeyi unutmamak gerekir!..

Mesela, herkesi terk etmek isteriz…

Herkes onun gibi gelir. Kime baksak onun yüzü, kiminle yeni bir merhabaya başlasak, onun sesi. Ve yanımızdan kim geçse, onun kokusu.

Onu kaybettiğimiz şehri dolaşmaya çıktığımızda, bir an kalbimizi evde yastığa sarılmış halde unuttuğumuzu fark ederiz.

Çünkü onu kaybettiğimiz yer koca bir şehirken; kalbettiğimiz tek yer rüyalarımızdır…

Evet, belki unutamayacağız. Unutmak için çalıştıkça kendimizi karşımıza almayı öğreneceğiz. Biraz kendimizden, biraz da gidenden eksilterek yaşamaya devam edeceğiz. Onun eksikliğini hissetmemek için gereken neyse, onu yapacağız. Kopmayacağız hayattan, çünkü koparsak uçuruma düşeriz ve bir daha dönüşümüz olmaz. Umudunu yitirmiş bir benlik, bir daha asla yolunu bulamaz.

Hem artık, daha güçlüyüz. Çünkü aşkta kaybeden taraf değil, kaybedilen tarafızdır. Bir aşkta kaybedilen, her zaman kazanmayı bilendir. Ve aslında kaybetmekten korktuklarımız, kaybettiklerimizdir.

Böyle söyleriz, kendi kendimize. Kendi kendimize, çünkü bu koca şehirde yapayalnızızdır. Çünkü dağın dağa kavuştuğu ülkelere inat, insan insana kavuşmaz burada.

“Biliyorum, bu şehrin azalmış bir gururu var

Sokakları haydut, binaları çete, havası zanlı

Hangi köşeye gidip bir bulmaca sorsam

Cevabı belli:

Bize bu memleketten tavşan çıkmaz

Şapkamız yırtık!”

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

4 Nisan 2015, İstanbul

Elveda Ayazağa,Merhaba Silivri…

Elveda Ayazağa,Merhaba Silivri…

1978 yılında Kiltaş’ı kurduğumdan bu güne tam 37 yıl geçmiş… O yıl doğanlar bugün olgun birer insan. Deneyimli birer çalışan, muhtemelen evli ve ergenlik çağına gelen çocukları var. Yani artık bilgi ve birikimleri de arttı, kendilerine olan güvenleri de… Bu demektir ki artık hayatlarında büyük kararlar alabilecek cesaretleri var. İş değiştirmek gibi, büyük açılımlar, büyük yatırımlar yapmak gibi… Ama öte yanda büyüyen sorumlulukları var. Tek başlarına olsalar sorun değil, “iki lokma bir hırka, nerde olsa bulurum” diyebilirler. Kolay değil risk almak. İnsanın bağları çok olduğunda korkuları da çok oluyor. Yani tam bir kafa karışıklığı. Gitmek mi kalmak mı? Değişmek mi, var olanı korumak mı? Büyümek mi, küçülmemek mi?

Çünkü alacağınız kararlar yalnız sizi değil, tüm sorumlu olduğunuz insanları da bağlıyor.

Kiltaş, bir kurum. Sanayi kuruluşu. Ama aslında yaşayan bir organizma. Hatta tıpkı bir insan gibi… İhtiyaçları var. İlgi istiyor, sevgi, emek istiyor. Masrafları var, moral istiyor, yenilenmek istiyor, güzel görünmek istiyor. Rekabet duygusu var, yarışıyor. Değişen dünyadan, Türkiye’nin sıkıntılarından en çok o etkileniyor. Kriz zamanları ürküyor, tedirgin oluyor; kara kara düşünüyor geleceği. İşler iyi gittiği zaman havaya giriyor, hep böyle gidecek sanıyor.

Çünkü Kiltaş, tek bir kişi kurmuş olsa da, onlarca kişinin çalıştığı, yüzlerce kişinin geçimini sağlayan bir çark… Orada birbirini tanımayan farklı dünyalardan, farklı kültürlerden gelmiş insanlar buluşuyor, bir amaç için çalışıyor. Sonra kocaman bir aile oluyorlar. Yani sözün kısası, sadece eşinizin, çocuğunuzun sorumluluğu değil; büyük ailenin sorumluluğunu da her an hissediyorsunuz. O güzel filmdeki gibi, insanın yeryüzünde kendisine en uzak olduğu nokta, kendi sırtıdır aslında…”

Hani bir çocuk büyür, büyür de ayakkabıları dar gelir ya; ayağı küçültemeyeceğinize göre yeni bir ayakkabı almak gerekir ya!.. Kiltaş’ın durumu da aynen öyle oldu. Biz de bunun üzerine uzun uzun düşündük, hesap yaptık, durumu tarttık, tartıştık ve nihayet yeni ve daha büyük bir yere taşınmaya karar verdik. Ünlü yazar Aldoux Huxley’i dinledik: Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlayamayabilirsin. Şimdi başla, şu anda bulunduğun yerden, elindekilerle başla” sözünü… Pir Sultan’ı dinledik, “dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan” deyişini… Lao-Tzu’ya kulak verdik, “binlerce km’lik bir yolculuk bile tek bir adımla başlar” diyen hayata bakışını… “Dağ ne kadar yüce olsa da, yol üzerinden geçer” atasözünden ilham aldık… Augustine’in dediği gibiydi dünya: “Dünya bir kitaptır ve seyahat etmeyenler, onun sadece bir sayfasını okurlar.” Paul Coelho’nun romanında anlattığı gibiydi hayat: “Doğduğumuz andan ölene kadar hayatımız sürekli bir yolculuktur. Manzara değişir, insanlar değişir, ihtiyaçlar değişir ama tren hep ileri gider. Hayat bir trendir, tren istasyonu değil…” Halil Cibran güç verdi bize; “Biz gezginler, en tenha yolu seçeriz. Günü bitirdiğimiz yerde, diğer bir güne başlamayız…”

Geceli gündüzlü çalışmalarla, tutkuyla ve inançla işi bitirdik ve geçtiğimiz haftalarda Silivri’de tamamladığımız yeni tesislerimize gittik.

Bu gidiş düşündüğümüz kadar kolay olmadı. Dile kolay, 37 yılın emeği, anıları vardı bıraktığımız yerde. O yüzden giderken karmakarışık duygular yaşadık.

Gitmek zordur bilirsiniz. Çok zor…

Şairlerin şairi Cemal Süreyya’nın dediği gibi, “Gitmekle gitmiş olamazsın. Gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır.”

Gitmek, kalamamaktır. Ne kadar da bencilce görünüyor! Bazen kaldığında da gitmiş olmak mümkündür oysa… Gitmek kartlardan büyüğünü çekip “hoşça kal” demektir.

Gitmek, kalma sayısından 1 fazlası. Ya da 1 eksiği…

Gitmek, yanında götürmediklerine cevaplanmamış sorular, ödenmemiş hesap bırakmaktır.

Zamanı var mı bu gitmelerin, yoksa rastgele de gidilebiliyor mu? Ya da gidenin sebebinin anlamlı olması, gidişini hafifletici sebep yapar mı?

Gitmek istemeyip de gitmek zorunda bırakılmak da var. Hepimiz en az bir kez yaşadık değil mi?

Yolun, yordamını bilmeden gitmeye başlama isteği… Başlarken kilometre hesabı yapacak bir haritası da olmadan hem… Ama yol üstünde olabilecekler var elimizde. İhtimaller sepetimizde… Gittikçe, varılacak yerin aslında olmadığını anlatan bir yola çıkarken…

Seneca, “Rüzgarın yönünü tayin edemeyiz ama geminin yönünü değiştirebiliriz” diyordu ve bu bizim hayatın akışını değiştirebileceğimize olan inancımızı güçlendiriyordu. Einstein gibi bir dâhinin sözünü dinlemeyecek miydik? “Mantık, sizi A noktasından B noktasına götürür. Hayal gücüyse, her yere.” Ve büyük usta Nazım, “bazen önemli olmamalı gidecek olan ya da gelmeyen… Çünkü bazen, başlaman gerekir her şeye yeniden” diyerek başlamamız gerektiğini hatırlatıyordu sanki…

Andre Gide’in, “kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe insan, yeni okyanuslar keşfedemez” sözü yalan mıydı? Can Yücel, “en uzak mesafe, birbirini anlamayan iki kafa arasındaki mesafedir” diyordu ya, demek ki birbirini anlayanlardan kurulu Kiltaş için mesafeler sorun olmamalıydı.

Hem Nobel’li şair Gabriel Garcia Marquez ne diyordu: “Gitme zamanı gelmişse ‘dur’ demenin, zaman geçmişse ‘dön’ demenin ve aşk bitmişse ‘yeniden’ demenin hiçbir anlamı yoktur.”

Elbette ki Edebali’yi de unutmadan!… Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.”

Unutmayacağız asla, bir kürek ve bir yürekle başladığımız yolculuğu… Kaybederken de kazandığımız büyük deneyimleri… “İşimiz onurumuzdur, hayatta olma nedenimizdir” duygusunu…

Seni hiç unutmayacağız Ayazağa.

Merhaba Silivri!..

Saygılarımla.

 

Nejat Gümüş

4 Mayıs 2015, İstanbul

İşimiz Gücümüz Yaşamak…

İşimiz Gücümüz Yaşamak…

“İşim gücüm budur benim

Gökyüzünü boyarım her sabah

Hepiniz uykudayken

Uyanır bakarsınız ki mavi

Deniz yırtılır kimi zaman

Bilmezsiniz kim diker

Ben dikerim!”

Şiirlerinde hayatı en masum, en çocuk doğallığıyla aktaran büyük usta Orhan Veli böyle söylüyor Dalgacı isimli şiirinde.

Herkesin işi/gücü ayrı. Ve inanıyorum ki yalnız insanların değil, tüm canlıların, hatta tüm cisimlerin, varlıkların bir varoluş gayesi var. Her şey bir işe yarıyor. Bir boşluğu dolduruyor. Belki de bu yüzden doğanın muhteşem dengesi. Bu taşlar yerinden oynadı mı doğal denge de bozuluyor, tabiat da öfkeleniyor. Afetlerle, facialarla denge oturuncaya kadar tabiat öfkesini gösteriyor.

İnsanın uygarlık serüveni çalışmayla başladı. Çalışmayla da devam ediyor. Kimileri için sadece ve sadece rızık için katlanılması gereken vazife gibi görünse de çalışma, kimileri için yaşamın gayesi olabiliyor. Belki de bu yüzden kimse kimseyi anlayamıyor. Ve kimse kimseyle uyum içerisinde olamıyor.

Mesela, bir işletmeniz var; bir fabrikanız… Farklı departmanları için farklı işgüçlerine ihtiyacınız var. Bu departmanların her biri ayrı ayrı ve birbiriyle uyum içerisinde çalışırsa işletme başarısı olarak iyi sonuçlar alacaksınız. Yüksek kazançlar sağlayacaksınız, çalışanlara ihtiyaçları oranında zam yapacaksınız, işleri büyüteceksiniz, hedefleri büyüteceksiniz, yeni çalışanlar alacaksınız, daha çok insana, daha çok aileye geçim kapısı olacaksınız. Devlete daha çok vergi vereceksiniz, ülke ekonomisi büyüyecek, dünya üzerinde daha fazla söz hakkımız olacak, insanlarımız daha yüksek bir refah seviyesine kavuşacak.

Ama birlikte çalıştığınız insanlar böyle bir bakış açısına sahip değilse, yüksek hedefleri, iş sorumluluğu ve disiplini yoksa, işi idare eder gibi yapıyorsa, bir fark yaratmıyorsa, vazgeçilmeyecek biri gibi davranmıyorsa, bir süre katlandıktan sonra tam bir hayal kırıklığı ile yollarınızı ayırıyorsunuz. Görünürde birinin ekmeğiyle oynuyor pozisyonundasınız. Oysa o pozisyonu daha fazla hak edecek birine fırsat veriyorsunuzdur. O kişiyi de uyarıyorsunuz, bundan sonraki iş hayatı için unutulmaz bir deneyim yaşatıyorsunuzdur; “bu anlayışla başarılı olamazsın” diyorsunuzdur.

Dünyaya bakın bir, heveslendiğiniz hayatlara, yerinde olmak istediğiniz insanlara bir bakın; o noktaya nasıl gelmişler, bir daha düşünün… Mesela, Alman Mucizesi diye bir şey var! 1945’de savaştan yenik çıkmış, ülke harabe halinde, pek çok insan gücünü kaybetmiş, inanılmaz boyutlarda savaş hasarları, tazminatları; ama aradan sadece ve sadece 20 yıl geçmeden dünyanın en büyük ekonomilerinden biri haline gelmiş. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, bunu yaratan müthiş Alman disiplini ve çalışkanlığı.

Benzer bir örneği de Japonya üzerinden verebiliriz. Almanlar gibi onlar da İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmışlar, ama bugün tüm dünyanın saygınlığını kazanan bir sanayi ve ekonomileri var. Pek çok teknolojinin mucitleri…

Biz galiba biraz tembel bir toplumuz. Şimdi bu yargıma bir çoğunuz, “iş var da çalışmıyor muyuz?” diyebilirsiniz. Ben işi olup da çalışmayan, çalıştığı işin hakkını vermeyenlerden söz ediyorum. Bunu şöyle genelleyebiliriz de…

Hani çoğumuz piyango, loto, toto, at yarışı gibi tutkulara sahiptir ya… Hayal kurarlar, büyük ikramiyenin kendilerine çıkması üzerine… Çoğumuz biliriz ki o hayallerin hemen hepsinde, o büyük ikramiye ile bir iş kurmak ya da işi büyütmek fikri yoktur. O parayı herkes nasıl yiyeceğini, hayatının geri kalan kısmında çalışmadan nasıl gezeceğinin hayalini kurar. Yani itiraz etseniz de etmeseniz de, çalışmak bir zorunluluk çoğumuz için!

Ben işini zorunluluk gibi görenlerden olmadım hiçbir zaman. Hangi işi yaptıysam, ki her yaptığım iş, aslında hayalini kurduğum iş değildi, o işe dört elle sarıldım. İşim hayatım oldu. Oysa kaç yıldır çalıştığımı bilseniz, bıkmış olmam gerektiğini düşünürsünüz. Yorulduğumu, yıprandığımı, artık çoktan emeklilik çağımın geldiğini, bir köşede oturup, hobi sahibi olmam gerektiğini söyleyebilirsiniz.

“Boyayalım abiler, parlatmazsam para yok!” diyerek boyumdan büyük boya sandığını sırtıma vurup caddeleri arşınladığımda da tutkuyla yapıyordum işimi. Gerçekten o boya fırçasını savurduğum ayakkabıları yeniymiş gibi parlatmadan bırakmıyordum.

“Çirkin Kral Yılmaz Güney’in son filmi Yedi Dağın Aslanı bu akşamdan itibaren sinemamızda” diyen çocuk sesimle sinemada yer göstericiliği yaptığım zamanda da böyleydim.

Bugün Kiltaş’ı yeni tesislere kavuşturduğumuz şu günlerde de durum değişmedi. İnşaat başladığından beri her hafta sonu geldiğim Silivri’de, son üç ay evimden, çocuğumdan uzak, burada yatıyor, burada kalıyorum. Ben işimi böyle yapıyorum.

Bunun hırsla, para kazanma tutkusuyla bir ilgisi yok. Bir şey yapmak, bir şeyi başarmak beni zinde tutuyor, en önemlisi mutlu ediyor. Hayatla bağlarımı koparmıyor.

Herkes başka türlü yaşıyor, başka hobileri vardır ya hani… Kimisi avcılıkla eğlenir, kimi futbol, kimi gezme meraklısıdır. Kimi yemek/içmekten keyif alır, kimi plak koleksiyonu yapar. Benim gibi kimileri de çalışır, hep çalışır. Çalışmaktan zevk alır, en yüksek mutluluklara o an vardığını hisseder. Yorulsa da bu yorgunluğu yine çalışarak atar.

Hayat böyle bir şey. Farklı insanlar, farklı yorum biçimleri, farklı hayatlar… Kimsenin kimseyi anlaması da zor, yargılaması da haksızca…

Zaten bunun için “Dünyada iki insan yok ki yaşadıkları duyusal dünyalar aynı olsun” diyor ünlü bilim adamı Paul Breslin. ABD’nin Philadelphia eyaletinde bulunan Monell Kimyasal Duyular Merkezi’nde görev yapan Breslin, “Gördüğünüz dünya, tattığınız yiyecekler, kokladığınız kokuların hepsi size özgün bir şekilde algılanıyor” diye açıklıyor.

Sözün sonunu söz ve yaşama ustası Nazım’ın dizelerine bırakalım:

“Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

bir sincap gibi mesela,

yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,

yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,

yani o derecede, öylesine ki,

mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

yahut kocaman gözlüklerin,

beyaz gömleğinle bir laboratuvarda

insanlar için ölebileceksin,

hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

hem de en güzel en gerçek şeyin

yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

yaşamak yanı ağır bastığından.”

Bakın, lafa takıldım. Şimdi müsaadenizle, işimin başına dönüyorum.

Sağlıcakla kalın!

Nejat Gümüş

14 Mayıs 2015, İstanbul

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.