Akşam Hep Erken Gelirdi Çoçukluğumuza…

Akşam Hep Erken Gelirdi Çoçukluğumuza…

Çocuk, çocukluk edecek kimsesi kalmadığı zaman büyürmüş… Hepimiz annemizi/babamızı kaybettiğimiz zaman, evimize akşamın geliverdiği o gün, erkence oyunları yarım, oyuncakları ortada kalmış çocuklar gibi gittik…

Ansızın yağmur başladı. En tatlı yerindeydik oyunun. Saklanacak ne güzel yerler keşfetmiştik. Kaçacaktık, kovalayacaktık, yakalayacaktık, yenecektik… Sırası mıydı? Gök gürültüleri, şimşekler, patır patır inen deli damlalar, sonra dolu taneleri. Toprağı delecek gibi nasıl da iniyordu deli taneler.

Akşam erkence geliverdi. Yaz günleri uzundu uzun olmasına da, yetmedi. Oyuna yeni başlamıştık. Akşam hep geldi. Günler ne kadar uzarsa uzasın, akşam hep erken geldi. Gözümüz arkada gittik evlerimize.

Soğuklar başladı. Uzun günler geride kaldı. Yalnız çocuklar değildi sokaklara doyamayan, güneş de toprağımıza, göğümüze doyamamıştı. Kurşunî gökler altında, deli dalgalar vururken kıyıya, deniz gri toprak griyken, rüzgar sert haşin eserken, bir oyuncak kamyon, bir kürek kalakaldı uçuşan kumlar arasında. Patlak bir top, kuru dallara takılmış bir uçurtma kalakaldı.

Yarım kalmış da rüyalar uyanmışız gibi, yeniden gözlerimizi yumar gibi akşam hep erken geliverdi.

Çamaşırlar ipte kalır, belki yemek ocakta, izlediğimiz diziler yarım. Uzakların sonunu merak ederken yakın bir sona, sonumuza yakalanıveririz. Söylenmedik o kadar söz, kurulmamış o kadar cümle kalakalır; kalakalır kalem elimizde. Sofraların önünde elimizde kaşık kalırız. İşlerimiz, toplantılarımız, projelerimiz, evraklarımız, kazandığımız ve kazanacağımız o kadar kimlik kalakalır.
Yağmur yağmış gibi, aniden çağrılmışız gibi…

Baharlar ortada kalır, meyve verecek çiçekler dallardadır. Öfkelerimiz dimağlarımızdadır. Hırslarımız, hınçlarımız, kinlerimiz, intikamlarımız sıkılmış yumruklarımızdadır. Akşam gelir, yumruklarımız kendiliğinden, sessizce çözülür. Oysa yaz günleri henüz geliyordu. Tam da yavaş yavaş ısınıyorduk.

Resmimiz henüz bitmemişti ki… Evi boyadık, yeşil bahçemizi, elma ağaçlarımızı. Ağaç dallarına kurduk salıncağımızı, güneşi kondurduk göğümüze. Çiçekleri boyamadık daha, çiçek toplayan kızları ve havuzu. Ya evimizin önünden akıp giden kahverengi yol… Onu da boyamadık. Ama onu zaten boyamayacaktık. Yol olmamalı, gitmek olmamalı. Boyalarımız bitti, resmimiz bitmedi, tablolar yarım.

Ne zaman bindik dönme dolaba, ne zaman indiğimizi sandık? Dönmeye nerede başladık? Başımız dönüyor dönüyor. İnmedik dönüyoruz. Yalnızca daha büyük dönme dolaplara bindik. Zevkleri bitti, telaşı kaldı dönmelerin. Topaçlarımız vardı, döndürürdük. İpi dolar dolardık topacımıza, sonra salardık. Dönerdi, döndürürdük. Topaçlarımızı bıraktık, dönme dolaplara bindik. Döndürülüyoruz. Ve hiç inmeyeceğiz sanıyoruz. Çocuklar biliyorlar ineceklerini, akşam olacağını, eve gideceklerini. Oyunlarının biteceğini. Çünkü onların oyunları, oyuncakları gerçek. Büyüklerin oyunları, oyuncakları yalan.

Yalan oyunlarımızda gölgelerle boğuşurken yağmura yakalanıveriyoruz. Bitmemiş kavgalarımız, kazanılmamış savaşlarımız. Vurup kırıyor, bağırıp çağırıyoruz. Kavgalarını, dünkü küskünlüklerini unutup, bugün yeniden aynı ipe uzanan küçük ellerden, bir topun etrafında aynı kaleyi savunan küçük omuzlardan uzağız.

Bir gün büyüklerin büyük oyunları yarıda bittiğinde, geride büyük küskünlükler, kazananın da kaybettiği büyük savaşlar kalıyor.

Ellerimiz boş, gönlümüz hasret dolu gidiyoruz. Oturamayacağımız evlere baka baka gidiyoruz.

Fark etmiyor yaz ya da kış, uzun günler ya da kısa günler. Ne vakit gitsek yarım bir şeyler kalıyor. Karlar eridiğinde kızağımız bir kenarda kalıyor. Kardan adamımız eriyor, eriyor. Kışa yetişemeden karlar bitiyor.

Oysa emekliliğe ne vardı şunun şurasında. Torunlarla ancak keyfini çıkaracaktık oyunların. Gerçek oyuncakları yeniden ellerimize alacaktık. Gerçek oyunlara dönecektik. Akşam erken geldi. Çağrılıverdik.

Günlerden geriye ellerimizde neler kalıyor? Belki sadece ellerimizle bıraktıklarımız kalıyor. Belki yalnızca onlarla gidiyoruz. Toprağa bıraktığımız fidanlar, tohumlar; gönüllere ektiğimiz ferahlıklar kalıyor. Geriye bir tek rızası uğruna bıraktıklarımız kalıyor.

Birileri var ki, bilmedikleri bir yerden dönmeye başlamıyorlar. Döndürüyorlar topacı, dünyayı. Ellerinde hep oyuncaklar var, gerçek oyuncaklar var. Zevkine varıyorlar oyunların çocuklar kadar. Yap-bozlarını alıyorlar, kıtalar, okyanuslar, ülkeler, dağlar yapıyorlar-bozuyorlar. Şehirler kurup yıkıyorlar. Tahta mandallardan gökdelenler dikip bir parmak fiskesiyle muzip muzip gülerek deviriyorlar.

Akşamı dört gözle, özlemle bekliyorlar. Ve vakit gelip çağrıldıklarında, geride gözlerini arkada bırakacak bir dikili taş bırakmıyorlar.

Geriye toprağa dikili, gönüllere ekili tohumlar kalıyor.

Hayattan bize kalan, ne yaşadığımız bu dünyada; bizden hayata kalan ise ne bıraktığımız ardımızda…

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

7 Haziran 2015, İstanbul

Suskunluğum Asaletimdendir!…

Suskunluğum Asaletimdendir!…

Hani o filmlerde seyrettiğimiz, “birbirleriyle beslenip hiç büyümeyen insanlarız” belki de…

Suskunluk bir yerde başlar ama adı gibi sessizce gelmez hiç. Gürültülüdür gelişi. Kaygılı, korkulu, hazırlıklı, dikkatli, kesin! Ben her gelişinde o sevdiğim şarkıları söylüyorum bağıra çağıra… “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, yeryüzünde sizin kadar yalnızım”… Böylece gürültüyü bastırabileceğimi ya da en azından kendi sesimi daha iyi duyabileceğimi düşünüyorum. Bu tür beklenmedik zamanlarda insan biraz daha kendi içine dönüp, baş başa kalmak istiyor yalnızlığıyla. Yani yalnızlığını yalnız bırakamıyor bir türlü. Ya içe kapatan, ya dışa taşıran, ortalamayı asla beceremeyen kırılgan ruhumuzu da en çok aşk incitebiliyor galiba. Aşk da değil aslında; o bütünü oluşturan parçaların söz dinlemezliği ve ihaneti bizi vuran.

Mesela gideceği başka yeri olmayan birinin aitliği gibi sahiplik kurmuş üzerimize “tutku”, “alışkanlık” yaşamımızı tekdüzeleştirip yeniliklerden uzak tutmuş, “bağlanmak” elimizi kolumuzu bağlamış, “sevmek” desen tüm bu hisleri güçlendirerek bir “aşk imparatorluğu” kurmuş içimizde. Bizse kendi imparatorluğumuzda sözümüzü geçirememenin ezikliğini ve utancını bir an olsun duymadan “aşk”ın egemenliğine sığınmışız. Gönüllüyüz bu esirliğe, gururluyuz.

Sırası gelmişken, iyi mi, kötü mü hala çözemediğimiz bir de gururumuz var. Kazandıran, kaybettiren; hem kolayca geçilebilen, hem vazgeçilmezimiz olan gururumuz. İmparatorluğun sabit elemanı olmayan tek o var ruhumuzda. Bir de tamamıyla değişken sadakati saymazsak…

Ve “sadakat”. Konuşurken hepimiz birer sadakat timsaliyiz de, yaşarken de öyle miyiz? Geçmişe baktığımızda hangimizin yarı yolda bıraktığı insanlar yok ki!.. Hem de bazen bir hiç uğruna bile, zamansız yolcu ettiklerimiz, sonradan pişman olacağımızı bile bile gittiğine hiç üzülmemişiz gibi davrandığımız insanlar… Söylemediğimiz sevgilerimiz, aldattığımız duygularımız, başkası da kötü ama kendimizi aldatmalarımız.

Kim şimdi çıkıp da, “ben bunların hiçbirine karışmadım” diyebilir açık yüreklilikle? Diyen varsa, imparatorluğunun değişken elemanlarına dürüstlüğünü de katmak gerekir…

Suskunluk bir yerlerde başlar ama gelişi sessiz değildir hiç. Böyle gürültülü zamanlarda kendime sığınmalı, belki de biraz kendime kölelik etmeliyim diyorum ama cesaret edemiyorum. “Ben içime girsem, ya da içim dışıma çıkıp benle tanışsa, utancımızdan ne yapacağımızı şaşırırız” diye düşündüğümden bu kadar uzağım kendime…

Düşünürken, hissederken, konuşurken aklımıza ya da yüreğimize bir gün yeniden görünmek üzere, istem dışı kaydolan her şeyle yüzleşmek korkutuyor insanı belki de…

Tutku sahiplik kurmuş üzerimize, çek gelmiyor, it gitmiyor. Başına buyruk dolaşıyor damarlarımızda kan diye. Yani kanımız biraz alevli, biraz utanç dolu, bir o kadar da asil…

Bu asil kan içimizde dolanıyor durmadan. Bizi üzerine giymiş, duygularımıza sahip olmuş; üstelik her seferinde değişik maskelerle katılıyor hayatımıza. Biz de bu karışıklıkta ne zaman “asil”, ne zaman “avam”ı oynayacağımızı şaşırıyoruz genellikle.

Pişmanlıklarımızı, bizim en iyimser şekilde deneyimlerimiz dediğimiz hatalarımızı da işte bu önüne geçemediğimiz duygular oluşturuyor.

“Her an her şey olabilir” sloganıyla yaşayıp giderken, suskunluğu da yanımızda götürüyoruz her yere… “Aşık oldum”, suskunluk… “Aşk bitti”, suskunluk… “O gitti”, suskunluk..

En yakınımızda hep….

Neden tekrar tekrar yaşıyoruz bu sahneleri? Hiçbir eski, yeni başlangıçlar için tecrübe değil aşkta… Hatalarımızı, sonradan pişman olacağımızı bildiğimiz şeyleri; başımıza önceden geldiği halde, bile bile tekrar ettiğimiz ne var aşktan başka?

“Aşk”tan başka hiçbir şey yok elimizde aslında. Belki de bunu bildiğimizden onca sıkıntıya katlanmamız; kapıdan kovduğumuzu pencereleri açıp içeri almalarımız bu yüzden.

Bir gün kutsallaştırırken, az sonra lanetlemelerimiz de…

İşte tüm bu karşıt duyguları iç içe hissettiğimiz “aşk imparatorluğu”nda, iyi yaşamak için didinip duruyoruz. Her şeyi hak ettiğimizi düşünerek, hep daha iyinin, daha fazlanın peşinde koşarak. Çünkü insanız biz ve elindekiyle yetinmemek de bizlerin en büyük zaafıdır.

Hep en iyisi için savaşıyoruz ve kimse de “al bu da senin hakkın” demediğinden, en güzel aşk bahçelerinde en büyük savaş alanları yaratabiliyoruz bir anda. Birbirimizi kazanmak için girdiğimiz her savaşta, kendimizi biraz daha tükettiğimizi anladığımızda içimizdeki o gürültülü şehir, tüm ışıklarını söndürüp geceyi noktalamış oluyor. İyi geceler diliyor ayrılık…

Ve her şeyi suskunluğa uğurluyoruz.

Hani o seyrettiğimiz filmlerdeki gibi…

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

İstanbul, 24 Haziran 2015

Gidenlerin Aynası…

Gidenlerin Aynası…

“Birçok giden,

memnun ki yerinden

Çok seneler geçti,

dönen yok seferinden!”

Usta şair Yahya Kemal, böyle diyordu Sessiz Gemi isimli muhteşem şiirinde, gidenlerin ardından.

Hep bir giden vardır, değil mi?.. Bir yerden gitmek değil de, birinden gitmek zordur. “Giden”seniz eğer daha kolaydır da, “kalan” sizseniz o çok katlanılacak bir şey değildir. Kucağınızda zaman ayarlı bomba, çaresiz ve bir başınıza kalmışsınızdır ortalıkta…

Peki ya giden?..

Bir başka şairin dediği de doğru olabilir pekala… “Kimdi giden, kimdi kalan / Giden mi suçludur her zaman” dediği gibiyse ya?..

Gidenlerin aynasını anlamak zor iştir. Onun aynasında devler bile cüce görünür. Gidenlerin aynasında yalnızca anılar değil, anlar, yaşananlar, aşık olanlar ve olunanlar, her şey küçülür… Bir sevgili en çok “özledim” dediğin anda kaybedilir. Bir aşk en çok hatırlandığı anda unutulur. Bir yemin ancak bozulduğu anda edeni vurur… Ama gidenlerin aynası sağlamdır; kırılmaz, acıtır… Geçmişte bir yerde öylece durur…

Hayat bazen insanlara sürpriz yapıyor. İlginç anlarında ilginç yerlerden sizi yakalıyor. Ve siz artık size sürpriz yapılmışsa üzerine gidip onu tüketmeye çalışmıyorsunuz. Bazı şeyleri işaret olarak görmekten çıkarıyorsunuz. “Bazı anların değerini hiç azaltmadan, ancak böyle uzatıp saklayabilirim” diye düşünüyorsunuz…

Hayatınızda işaret sanarak peşinden gittiğiniz yanlış alarmları. Başka türlü bir ilişkiyle yaralarınızı sarabilecekken, sırf sevgili oldunuz diye yara açanları. Yan yana uzanıp birbirinize masal anlatabilecekken, göz göze birlikte gerçeğe teslim olduklarınızı düşünün. “Keşke karşılaşmasaydık, daha temiz kalırdık” dediklerinizi. “Keşke severken gözlerimizi kapatmasaydık” diye ağladıklarınızı. “Keşke demekten yoruldum, artık iyi ki demek istiyorum” çığlıklarınızı. Her şeyinizi bırakıp, bir başınıza peşinden gittiğiniz onca yol alarmını düşünün…

Oysa ki herkesin bir “kaza yerini terk etme” tarzı var. Kimi bekler, kimi kaçar. Kiminin isyanı bağırır, kiminin vicdanı susar… Kimsenin kalbine sığmayan, bir gün gelir kendi rengindeki başka bir kalbe sığar…

“Zamanı dolup hayatınızdan çıkamayanlar” ile “zamanı gelip hayatınıza giremeyenler” hakkında falcı kadının söylediklerini hatırlayın:

“Kalp dediğin şeyin de bir hacmi var canım. Her şeyi sığdıramazsın içine. Koruma bu kadar geçmişini, anılarını. Herkesi istifleyemezsin üst üste. Ölüyle canlıyı nasıl aynı yere koyabilirsin. Kalanlar kalsın, sen asıl unutulacakları unut, delirme…”

Kalbin de bir kapsama alanı var; kendine göre yetenekleri, kendine has nedenleri, sevme potansiyeli, hatırlama nöbetleri ve unutma zamanları…

Dönüp gelse şimdi, durup geçmişi mi çözmeye çalışırsınız; arada kaybettiğiniz habersiz zamanı mı sorgularsınız, yoksa şimdi kiminle ne yaptığını mı sorarsınız? En iyisi ayrılan yolların neden ayrıldığını bir kez daha hatırlamak. Yolunu çizmiş birine eğriliği gösterseniz kaç yazar. Siz de artık kendi yolunuzu önünüze katıp, çizgilerinizi çekmeyi öğrenmelisiniz sanırım… Hem geçmişe bir kayboluş, hem geleceğe bir varoluş çizgisi. Bir silgiyi sonuna kadar hiç kullanmadığınızı ve bu yüzden hiçbir aşkı da sonuna kadar yaşayamadığınızı kendinize anlatıp çantanızı hazırlamalısınız. Daha fazla geç kalmayın artık yenilere. Ve son sözlerinizi söyleyin son kez bakarken arkanıza:

“Eski acılarım rehber olsaydı bana hayatta, kestirmeden aşkların haritasını çizerdim. Ama ateşin düştüğü yeri yakması mantığıyla ne yazık ki herkes kendine yetecek kadar merhemle çıkıyor yola.”

Gidenlerin yolu açık olsun…

Nejat Gümüş

8 Temmuz 2015, İstanbul

Çöpçüler

Çöpçüler

Kiltaş’ı Silivri’ye, yeni fabrikasına taşıdık ya; bizden mutlu, bizden umutlu, bizden gururlu kimse yoktur sanırsınız.

Yok yok, maalesef öyle değil kazın ayağı.

Bürokrasiyle boğuşmamız bitmek bilmiyor. 4,5 sezon oynayan Yaprak Dökümü gibi uzadıkça uzuyor. Bakalım neler olacak!.. Tamam, herkes Necla ile Leyla’nın akıbetini gözünü kırpmadan takip ediyor ama olan evin babasına oluyor, bunu düşünen yok. Maazallah bu gidişle Ali Rıza Bey’den daha kötü olacak akıbetim.

Efendim, malumunuz dört aydır gündemimiz ve yaşama gayemiz fabrikaya elektrik bağlatma konusuydu. “Biz sizden bir türlü elektrik alamıyoruz, bu iş olmayacak galiba” dedik durduk, nihayet elektriğimizi bağladılar.

Şimdi de bir çöp meselesi var.

Diyeceksiniz ki, “Siz de sürekli sorun yaratıyorsunuz. Üzümün sapı, armudun çöpü diyorsunuz.”

İnanın biz öyle demiyoruz. Biz, “aslan yattığı yerden belli olur” misali, tüm yaşadıklarımıza rağmen temiz bir sayfa açmak, umutla ve iyilikle işimizi ve varlık sebebimizi sürdürmek istiyoruz. Ama olmuyor işte!

Yaz aylarında bulunuyoruz. Sıcaklar başladı. Kocaman bir fabrika. Artıkları, atıkları, çöpleri birikiyor. Birikmesin istedik.

Hemen Temizlik İşleri Müdürlüğüne başvurduk. Bize artıklar için çöp konteyneri verin dedik. Vermediler.

Canınız sağ olsun dedik, kendi konteynerimizi almaya karar verdik. Ama baktık iş bununla bitmiyor. Kamyonu lazım, şoförü lazım. Hepsi ayrı bir maliyet. Oldu olacak çöp işine girelim!..

Sonunda iki tane çöp konteyneri geldi. Tamam diyecektik ki, bir saat sonra arabayla geldiler, “af edersiniz, yanlış getirmişiz” diyerek aldılar götürdüler. Yerine iki tane ikinci el, kirli çöp konteynerleri bıraktılar.

“Eh, Allah razı olsun” dedik. İyi tarafından bakalım da artık şu kötü giden her şey kötü gitmesin diye düşünüyoruz. Hatta bir atasözüyle kendimizi rahatlatmaya çalıştık:

“Eskisi olmayanın yenisi olmaz.”

Bu sözün verdiği sakinleştirici etkiyle fabrikada uykuya dalmışım…

O da ne!

Büyük bir gürültüyle uyandım. Yer yerinden oynuyor, fabrikaya bir haller oluyor diye korktum.

Meğer gelenler konteyneri boşaltmaya gelen çöpçülermiş. Tangır-mangır çalışıyorlar. Ve saat gecenin 5’i.

Bu saatte geliyorlarmış burada…

Bu ses, bu korku uykumu da kaçırdı şimdi.

Koyun saymakla uyunmuyor, dilimde Erkin Koray’ın “Çöpçüler” şarkısı, kendime göre uyarlıyorum:

“İşten yana şansım yok

Ağlıyorum derdim çok

Umudumu kaybetmişim

Sordum sordum bilen yok.

Bu gece çok aradım

Aradım bulamadım

Kör olası çöpçüler

Uykumu süpürmüşler”

İyi uykular Türkiye!..

Nejat Gümüş

26 Temmuz 2015, İstanbul

Bitmez Tükenmez Geceler…

Bitmez Tükenmez Geceler…

Geceler yalnızların üstüne kabus gibi çökermiş. Yalnızca yalnızların mı? Çabuk büyümüşlerin, çocukluğu eksik kalmışların. Babası eksik sevmiş, annesi eksik yaşamışların. Oyuncaklarını doya doya oynayamamışların. Bayramlık elbiselerini doya doya giyememişlerin. Eksik sevilmişlerin, yanlış sevmişlerin. Aldatılmışların, ihanete uğramışların, ölüsü çok olanların.

Çünkü bazı geceler zaman, duracak kadar yavaşlar… Böyle anlarda insan, kendine hatırlayıp kederleneceği bir anı seçer istemeden… Binlerce kötü anı içinden en çok canını yakanı bulup çıkartır, bilinç ve öncesinin arafındaki çöplükten… Bazı geceler zaman, akmayı unutur. Canını ısırmak ister insan geçemeyen saatler boyunca… Belleği, yıllarca şımartıldıktan sonra terk edilen, artık sokak köpeği olmayı beceremeyen, ama gidecek bir evi de olmayan zavallı bir kaniş acınasılığıyla oradan oraya atlayıp durur. Bazı geceler zaman, bir yerlerde takılıp kalır. Bazı şarkılar sadece böyle zamanda dinleyelim diye vardır. “Geceler yârim oldu, anam anam garibim / Ağlamak kârım oldu, anam anam garibim”, ”Gecenin matemini aşkıma örtüp sarayım / Gittin artık seni ben nerde bulup yalvarayım”, “Çok geceler bekledim / belki gelirsin diye”, “Gözlerin doğuyor gecelerime”, “Dün gece mehtaba dalıp hep seni andım”, “Mehtaplı gecelerde hep seni andım / Belki gelirsin diye boş yere yandım” ile başlar, uzar gider…

Bazı duygular ancak böyle zamanlarda anlaşılabilir. “Kararmış tahta masamızda bir şişe şarap, Gecelerden bir gece bezginiz / Üstelik adam akıllı sarhoşuz”, “Geceleyin bir ses böler uykumu / İçim ürpermeyle dolar, nerdesin”… Bazı hikayelere sadece ve sadece böyle zamanlarda katlanılabilir. Bazı geceler, biri bir şiir okur, zaman buradan bir bıçak kadar sert, soğuk ve şeffaftır. Görünmez bir el onu ruhumuzun en hassas noktasına batırır…

Her gece sen girersin rüyalarıma
Her gece sen…
Paramparça olur uykularım
Karanlığın en koyulaştığı yerde
Kapının çalındığını duyarım
Açınca soğuk bir rüzgar çarpar yüzüme
Sen yoksun…
Kilitlenir dudaklarım
Gözlerim karanlıklarda boşuna arar seni
Sen yoksun…
Yalnızlığımı kadehlere doldurup
Tek başıma içmeliyim bu gece
Kırmalıyım kitapları
Evleri ateşe vermeliyim
Sen yoksun…
Zaman gitgide uzar
Altmış saniye bir dakika
Altmış dakika bir saat
Ve sabahın olmasına daha beş saat var
Beklemek bir çeşit ölmektir
Sen yoksun…
Bu bana her gece binlerce ölüm demektir.

Durup durup beni bu çaresizlik hançerliyor
Bu yolların bir yerde ayrılması,
Uzayan kilometreler…
O sefil, anlayışsız bakışları insanların
Dünya, o eski dünya değil
Tanrı’ysa çoktan unuttu bizi
Şu uçsuz bucaksız evrende
Ne derdimizi dinleyen,
Ne de bir anlayan var sevgimizi.

Ben her gece,
Gözlerim tavanda bir noktaya dikilmiş,
Seni düşünüyorum.
Ve sen o saatlerde,
Benim görmediğim rüyaları görüyorsun.
Bir böcek giriyor kafatasıma…
Her gece sen,
Bir cinnet gibi,
Kanıma yürüyorsun…

Kendisiyle hesaplaşması bitmemişlerin, umudunu yitirmemişlerin gecesi zifiri karanlık olurmuş… Yarası kabuk bağlamamışların, hala döner diye bekleyenlerin… Susanların, kağıda içini kusanların, içini iki kadehe akıtanların, boğazındaki düğümü çıkarmaya çalışanların uzun olurmuş gecesi.

Hatta derler ki, bırf birisi “iyi geceler” demediği için iyi geçmeyen geceler vardır…

İyi geceler.

Nejat Gümüş

1 Ağustos 2015, İstanbul

Zor Yollar,Zor yıllar…

Zor Yollar,Zor Yıllar…

“İnsanın içindeki iyilik de, kötülük de geceleri ortaya çıkar” diyor bir düşünür… Gerçekten de öyle. Mesela, hırsızlar, yol kesiciler, cinayet işleyecekler, birini kaçıracaklar, uyuşturucu satıcıları, kaçakçılar, suç makineleri hep geceyi kollar. Göz gözü görmeyen saatler onların iş başında olduğu saatlerdir. O yüzdendir belki de bütün bu kirli işlere, dönen dolaplara “karanlık işler” denmesi.

Başka bir tarafta da yazarlar, çizerler, sanatçılar geceyi bekler. Besteci ilham almak için, şair en yaralayıcı mısrayı yakalamak için, romancı hayal gücünü ikiye katlamak için el ayağın çekildiği saatlerde uyanıktır.

Yani geceyi nasıl değerlendirdiğiniz içinizdeki iyiye ve kötüye kalmıştır…

Yani iş biraz da “eğitim” meselesidir!

İyilik de kötülük de ailede öğretilse, bir yaşam biçimi olarak, bir ahlak kuralı şeklinde nesilden nesile aktarılsa da, dışarıdaki hayatın acımasızlığı, geçinme meselesi, kişi başına düşen gelir, insanın içindeki kötüyü ortaya çıkarmayı kolaylaştırıyor.

Düşünün ki, eğitimde 103’üncü sıradayız. Bütün bu yaşananlar rastlantı olabilir mi?.. Dünya teknolojisine, sanatına, kültürüne, ticaretine katkımız da ancak bu oranda gerçekleşiyor ne yazık ki… Sanayicinin yaşadığı sıkıntıların kaynağında da bu var. Kalifiye iş gücü sıkıntısı. Üstelik işin her aşamasında. Araştırmadan değerlendirmeye, üretimden pazarlamaya hep 1-0 geriden başlıyoruz. O yüzden kurumsallaşmamız zor oluyor, o yüzden krizlere karşı daha kırılgan bir yapımız var.

Yani aslında asıl gece, insanın içindeki karanlık. Toplumun karanlığı… Okuyan, düşünen, yazan, çizen ve bunları toplumuyla paylaşanlara boşuna “aydın” demiyorlar. Karanlığı aydınlattıkları için konuluyor bu sıfat… Sözün özü şu ki, eğitimde yüz üçüncü sırada olan bir toplum olarak karanlığımız çok fazla. Yollarımız, yıllarımız, sokaklarımız, sokaktaki insanlarımız…

Ve şehirler arası yollarımız, geceye düşen sislerimiz, sisteki çaresizliğimiz….

Yıllar önceydi. Hayatta genç, bu sektörde yeniydim. Hayallerim vardı, umutlarım vardı, gücüm vardı, bunlar artılarımdı. Ama tecrübem yoktu, param yoktu ve en önemlisi kimsem yoktu, bunlar da eksilerimdi. Hani derler ya, tek tabanca yola koyulmuştum. Kiltaş Marşı’ndaki gibi “bir kürek ve bir yürekle” çıkmıştım yola.

Afyon’dan İstanbul’a dönüyordum bir gece yarısı… Şantiyede işim bitmiş, yorgunluğu dindirmek, başardım demenin keyfini çıkarmak ve bıraktığım işlere dönmek, ailemi görmek için sabahı beklemeden yola çıkmıştım. Yolda öyle bir sise denk geldim ki, göz gözü görmüyor. Araçta tek başımayım, yanımda kimse yok. Cep telefonlarının hayatımızda olduğu zamanlardan çok daha önceleri… Bir bilinmezlikte tek başına… Gece, sis. Ne olacağı belli değil. Korkuyorum iyiden iyiye… Karanlıkta yürürken korkuyu yenmek için ıslık çalardık ya hani, açtım arabanın müziğini. Nilüfer söylüyor:

“Geceler, katran karası geceler

Ellerim tütün kokar gecelerde

Geceler, olmaz olası geceler

Açılır yelkenleri yalnızlığın

Vurur dalga sesleri yüreğimde.”

Böyle bir zamana, böyle bir duruma bundan etkili bir şarkı eşlik edebilir mi?.. Şarkı bana yoldaş oldu, korkularımı Nilüfer’le paylaştım; çektim arabayı bir yere; sabahın olmasını, sisin geçmesini bekledim.

Yalnız da olsa, bilmediği bir yola da sapsa, yolda da kalsa insanın inancı varsa, direnebiliyor.

Ne diyordu Bülent Ortaçgil, o naif şarkısında:

“Her siyahın bir beyazı,

Gecelerin gündüzü vardır.”

Yolunuz aydınlık olsun.

Nejat Gümüş

2 Ağustos 2015, İstanbul

Que Faire à la Fois?

Que Faire à la Fois?

Bugün Fransız heyetini konuk ettik ya, gündemimiz gereği Fransızca yazdım.

Anlamı: Ne Yapmak Gerek?

Sahi, ne yapmak gerek?

Benim aklım almıyor da…

Bakın hikayeyi baştan anlatayım.

Bir süredir bir Fransız grubu, Kiltaş’a ortaklık teklif ediyor. Ta Fransa’dan kalkıp üç kere görüşmeye geldiler. Araştırmışlar, sormuşlar, kendilerine en doğru ve güvenilir ortak olarak Kiltaş’ı değerlendirmeye karar vermişler. Elbette bundan onur duyduk. Güç birliği, büyük hedefler, daha büyük pazarlar, dinamizm heyecanlandırdı bizi de…

Geçen seferki toplantıda üçüncü ve son kez görüşüp bir karara bağlamak üzere bugüne randevulaştık.

Hazırlandık, beklemeye koyulduk. Ve geldiler!

Başka bir gün yok muydu da bu günü kararlaştırmıştık, bugünü bilerek mi seçmişlerdi hatırlamıyorum. Hatırladığım şey, bugün ülkeye yeni bir hükümet kazandırmak için iki büyük partinin koalisyon görüşmelerini karara bağlamaları da bugüne denk geldi.

Ve ne yazık ki, anlaşamadıklarını açıkladılar. Yorumlar ve değerlendirmeler başka bir koalisyon ihtimalinin zayıf olduğu ve yeni bir erken seçimin kaçınılmaz olduğu üzerine…

Ve bir de son günlerde tekrar başlayan terör olayları, çatışmalar, politikacıların şiddet dozu artan açıklamaları…

Dolar rekor üstüne rekor kırıyor, piyasalar belirsiz, insanlar şaşkın.

Nitekim bizim sektörde de, diğer tüm sanayi sektörlerinde olduğu gibi olumsuz yansımaları artmaya başladı.

Ve maalesef hissettiğim kadarıyla, ortaklık için kararlı olan Fransız grubun kafası karışmış… Türkiye’deki terör olaylarından endişe duyuyorlar, hükümetin kurulamıyor olmasının da olumsuz olacağını biliyorlar. Tabii bütün bunların ekonomi üzerindeki etkileri çok büyük olacak. Yabancı sermaye gelmeyeceği gibi kaçacak, yatırımlar duracak, para muslukları kapanacak, işsizlik, üretimsizlik had safhaya gelecek. Sanayici kazanamayınca eleman alamayacak, işçiler evine ekmek götüremeyecek.

Bu durumda siz olsanız ne düşünür, ne yapardınız?

Bizde yüzlerce, tüm Türkiye ekonomisinde milyonlarca insanın ekmeği, emeği, kazancı, iş umudu dört partinin 550 isminin insiyatifine kalmışsa vay halimize!

Demokrasi uzlaşma kültürü diyoruz ama yukarıdakiler uzlaşamazsa, sokaktaki insanın, mahalledeki komşuların uzlaşmasını nasıl beklersiniz?

Elin burnundan kıl aldırmayan kibirli Fransızları ülkenize gelmek için can atıyor, bizimkiler “aceleniz ne, bekleyin, ölmediniz ya” demeye getiriyor.

Biz ekmek derdindeyiz, onlar pasta…

Son söz:

Ekonomi yasta, sanayici hasta.

Nejat Gümüş

13 Ağustos 2015, İstanbul

Kimse Kimsenin Umrunda Değil!

Kimse Kimsenin Umrunda Değil!

Yıllar önceydi… Zamandan emin değilim. Dışarı çıkmak istemediğim, tamamını evde geçirdiğim günlerin birinde odanın kasvetinden sıkılıp kapının önüne çıkmıştım sigara içmek için… Annem taburede oturmuş el işiyle uğraşıyordu. Yanına çöküp sigaramı yaktım. Ortalarına kadar neredeyse hiç konuşmadık. Uzun Samsun içiyordum o zamanlar, ismi gibi içimi de hayli uzun sürüyordu. Bir ara kafamı kaldırdım, çaprazımızdaki sokak çöplüğünde temiz yüzlü ve temiz kıyafetli bir teyzeyi çöp karıştırırken gördüm. Daha önce görmemiştim buralarda. Anneme gösterdim ve sordum “Kim bu teyze?” diye… “Haa…” dedi, “O mu? ……. Teyze” (Hatırlayamadım şimdi ismini…)

Arka sokağımızda, iki odalı kerpiç bir evde oturuyormuş torunlarıyla. Oğlu gelinini vurmuş iki yıl önce. Kadın mezara, adam hapse yollanmış. En büyüğü sekiz yaşında üç torunuyla bir başına kalakalmış teyze… Hiçbir geliri olmadığından, çocukların karnını doyurup evin ihtiyaçlarını karşılamak için sokaklarda kağıt ve teneke kutu toplayıp satmaya çalışıyormuş. Kola ya da bira içip attığımız teneke kutuların toplanıp satılabildiğini ilk o gün öğrendim. Merak ettim ne kadar kazandığını. Bir rakam söyledi. Aşağı yukarı o zamanlar içtiğim sigara parası kadar bir şey… Şimdiki beş lira civarında bir para… Kafamda otuzla çarptım, içim buruldu… Bu kadarcık parayla nasıl geçinilir? Bırakın başka her şeyi nasıl karın doyurulur? Üzüldüm epey… Sonra sigara bitti, eve girdim…

Sonra… Sonra hiçbir şey olmadı. Teyze ve torunları için hiçbir şey yapmadım, yapanı da duymadım. Süratle, muhtemelen aynı gün içinde unuttum zavallı hikayelerini. Birkaç hafta sonra Parliament içmeye başladım, olaydan tamamen bağımsız olarak.

Bu kadar… Bütün hikaye bu kadar… Özeti de şu: Alla aşkına bırakın büyük insanlık idealleri zımbırtılarını… Herkes herkesin bir sigara içimi kadar umurunda… Bir sigara içimi üzülüp, bir sigara içimi dertleniyor sonra sigaramızı söndürüp saçma sapan heveslerimizin peşine takılıp yanı başımızdaki insanların trajedilerini süratle unutuyoruz, hepsi bu…

Yalandan Kim Ölmüş!..

Yalandan Kim Ölmüş!..

oğru söylemek bir’ken ve çok kolayken neden yalan söylemeyi seçeriz ki!.. Üstelik her seferinde yakalanma korkusunu duya duya…

Galiba özgürlüklerin kısıtlı olması ya da kendimize güvensizliğimizden kaynaklanıyor. Belki kaybetme korkumuzdan, belki itibarımızı yitirme kaygısından. Ama ne olursa olsun toplumsal bir hastalık olduğunu söylemek gerek….

Aşağı gündelik hayatta kullanılan milyon tane yalandan sadece birazını derledim.
Bakalım bundan sonra da, “yalandan nefret ederim, yılandan etmediğim kadar” diyebilecek misiniz?…

“Ben de tam seni arayacaktım.”

“Ya ben sana hiç yalan söyledim mi?”

“Hattımı kaybettim, bütün numaralar gitmiş..:”

“Hayatımda hiç kopya çekmedim!”

“Biz de tam senden bahsediyorduk!”

“Çocuğum, seni leylekler getirdi”

“Ucuz diye aldım, kocacığım. Yoksa durumunu bilmez miyim!”

“Ölene kadar dostuz…”

“Ben hep yanındayım…”

İlk ve son aşkım sen olacaksın.”

“Şu anda 70 milyon bizi izliyor.”

“Ben senin bildiğin erkeklerden değilim.”

“Sarhoş değilim”

“Bu İsrail’e son uyarımızdır. Sabrımızı taşırmasın!”

“İki ay sonra borcum bitiyor.”

“Pazartesi günü diyete başlayacağım.”

“Türkiye demokrasi ülkesidir.”

“Çok güzelsin.”

“Bu hoca da bana kafayı taktı…”

“Bak bunu bir tek sana anlatıyorum.”

“Parayla saadet olmaz.”

“Su içsem yarıyor.”

“Ben masumum hakim bey!”

“Bu eve gelen ilk kız sensin.”

“Türkiye’de eğitim sistemi değişecek.”

“Ülkemizde zengin petrol yatakları bulundu.”

“Dünyanın 10 süper gücünden biri olacağız!”

“Bu yıl rakipleri eze eze şampiyon olacağız.”

“Seni hiç aldatmadım”

“Canının sağlığından başka bir şey istemiyorum.”

“Umurumda bile değilsin.”

“Seni unuttum”

“Önemli olan iç güzelliği”

“Başım ağrıyor.”

“Yoldayım, trafik var.”

“Bu sefer kesin bitti!”

“Doğalgazda indirim var!”

“Sorun sende değil bende.”

“Kriz bizi teğet geçecek.”

“Saat daha erken, biraz daha kalsaydınız?”

“Her şey halkım için!”

“Dünya ahret bacımsın.”

“Toplantıdayım, seni sonra arayım mı?”

“Kendisi şu an ofis dışında…”

“Yok bir şey…”

“Ben hiç horlamam…”

“Daha bu sabah çıktı, taptaze…”

“Tadilat nedeniyle zararına satışlar…”

“Ben yalnız National Geographic izlerim.”

“Irak’a demokrasiyi getirmek için girdik.”

“Kızımızı ne doktorlar, mühendisler istedi de vermedik”

“Bütün kızlar bana hasta”

“Dedikodu yapmayı hiç sevmem!”

“Üyelik sözleşmesi koşullarını okudum, kabul ediyorum.”

“Ben senin iyiliğin için söylüyorum.”

“Türkiye’de şike yoktur.”

“Burada torpil geçmez”

“İnanmıyorum, çok kilo vermişsin!”

“Sen Adriana Lima’dan daha güzelsin.”

“5 dakikaya hazırım, kocacığım…”

“5 dakikaya geliyorum, karıcığım…”

Ne diyordu, şarkıcı:
“Dünyada ölümden başkası yalan!”

Saygılarımla.

Nejat Gümüş

3 Ekim 2015, İstanbul

Ya Tutarsa?

Ya Tutarsa?

Hepinizin bildiği fıkradır; Nasreddin Hoca göle yoğurt döküyordur. Görenler şaşkın, “Hoca ne yapıyorsun” diye sorar. Hoca gayet sakin, “göle maya çalıyorum” der. Bunu işitenlerin şaşkınlığı bir kat daha artmıştır, “Hoca, göl maya tutar mı hiç!”

Nasreddin Hoca oldukça kendinden emin, “ya tutarsa?”

Hoca’nın yaptığına gülüyoruz da bir bakın bakalım, bir düşünün şöyle biz neler yapıyoruz?

Mesela, ağaca bağlanan çaputlar, türbeden dilenen şifalar ve daha neler neler. Telli Baba, Tuz Baba, Helvacı Baba, Somuncu Baba, Sümbül Efendi, Yuşavud Tepesi ve diğerleri…

Kısmet arayan kızlar Manisa’daki Yedi Kızlar Türbesi’ne gidiyor. Çocuk sahibi olmak isteyenler taa Tokat Zile’deki Hüseyin Gazi Türbesi’ni ziyaret ediyor, oradan aldıkları mercimek büyüklüğündeki yedi taşı yastığının altına koyup uyuyor.

Çocukların sünneti öncesi Eyüp Sultan ziyaret ediliyor. Ev, araba, iş isteyenler Ankara’da Hacı Bayram Veli Türbesi’ni mesken tutuyor. Bir de her tür istekler için Manisa’da Hacet Dede Türbesi var.

Bununla bitmedi!… Ankara’da Gülbaba Türbesi, yolculuğun esenlik içinde geçmesi, kazasız belasız gitmek isteyenlerle dolup taşıyor.

Tıp neymiş, doktorlar kimmiş; Konya Sadrettin Konevi Türbesi’nin halk arasındaki adı “Çıban İyileştiren Türbe”. Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesindeki Dede Baba Türbesi’nin felç ve sara hastalıklarına şifa olduğuna inanılıyor.

Hamile kadınlar ise kolay doğum için Niğde’nin İbni Dai Dede Türbesi’ni tercih ediyor. Evliliğim iyi yürüsün diye Rumelikavağı’ndaki Telli Baba Türbesine gidiliyor.

Çağımızın hastalığı işsizliğe çare için Elazığ’daki İmam Efendi Türbesi ziyaret ediliyor. Tabii, türbe işe yarıyor mu, memleketteki işsizliği yüzde kaç düşürmüş, bilen yok. İstatistikleri tutulmuyor…

Bütün dileklerin tez gerçekleşmesi için de bu kez yolunuz Tezveren Dede Türbesi’ne düşüyor.

Aslında bütün bu dileklerin gerçekleşmesi ve iyi bir hayat için her şeyin çaresi para diyoruz ya, onun da kolayı var. Maaşınız yetmiyor mu, istediğiniz bir şeyi alacak gücünüz yok mu? Başka büyük hayalleriniz mi var, talih kuşu başınızda!..

Mesela, milyonda bir ihtimal de olsa düzenli olarak milli piyango bileti alanlarımızın sayısı az mı? Milyonlarca bilet satılmıyor mu?

O da yetmedi, Pazartesi On Numara, Çarşamba Şans Topu, Perşembe Süper Loto, Cumartesi Sayısal Loto var. Kazı Kazan da cabası… Tabii Süper Toto’yu, İddaa’yı, Altılı Ganyan At Yarışlarını da eklerseniz, her an zengin olma ihtimaliniz var. Eh, Casino’lar, kumarhaneler de başka bir dünya…

Bütün bunlar da yetmezse, işimiz Allah’a kalıyor.

Şansınız bol olsun.

Nejat Gümüş

13 Ekim 2015, İstanbul

Kiltaş 'ın online kataloğunu incelemek ister misiniz ?

KİLTAŞ REFRAKTER MALZEME SAN. A.Ş.

Tel : 444 3 012 Tel : +90 212 332 30 20 Fax : +90 212 332 08 15
Fevzipaşa Mahallesi Yürek Sokak No:10 Değirmenköy/Silivri/İSTANBUL

KİLTAŞ Refrakter Malzeme San. A.Ş. 
Copyright 2020 Her Hakkı Saklıdır.